Helenistik Dönem’in Din Sentezleri
Hıristiyanlık ve İslamiyet’in tarihin gördüğü en ileri düzeydeki dinsel bağdaştırmacılık örnekleri olduğunu iddia etmek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu büyük başarıda bu dinlerin kurucularının rolü kuşkusuz yadsınamaz. Ancak din kurucuları son tahlilde sadece sürecin birer ürünü olarak ortaya çıkıyorlar. O halde bu ileri dinsel bağdaştırmacılık örneklerini öncelikle tarihsel süreçleri içinde anlamamız gerekli.Helenistik Çağ’dan (M.Ö 4-3 yüzyıllar) önce de toplumlar birbirlerinden tamamen yalıtılmış değildi. Kültürel taşıyıcılığı göçebe kavimler, ticaret ve savaşlar üstlenmişlerdi. ‘Persler’in Ön Asya’yı egemenlikleri altında birleştirmesi de bir kültürel yakınlaşma yaratmıştı. Ancak bütün tarihçilerin üzerinde birleştiği yargı “en ileri düzeyde kaynaşmanın İskender’in seferleri sonrasında gerçekleştiği”dir.
Bu dönemde Yunan, Anadolu, İran, Mısır ve Hint Kültürleri daha önceki hiçbir dönemde olmadığı kadar iç içe geçti. Bir Yunan Kenti’nde Hint yada Pers Figürleri’nden oluşan vazoyu görmek yada Hindistan’ın göbeğinde Yunan Mimarisi’ne tanık olmak olağan bir şey oldu. Bu iç içe geçme sadece mimarlık, resim, heykel gibi kültürel alanlarda değil felsefi ve dini düşünce biçiminde de kendisini ortaya koydu. Hatta Helenistik Dönem’in ve hemen ardından Roma Dönemi’nin dinsel bağdaştırıcılığı şaşırtıcı bir genişliğe ve yaratıcılığa sahip oldu.
Yunan Düşünce Sistemi yurttaş olarak insan ile toplum ilişkisi üzerinde şekilleniyordu. Birey ancak toplum üyesi olarak nesnelliğe, bireyliğe ve ahlaklılığa sahiptir. Klasik Yunan Felsefesi’nde insan olmanın gerektirdikleri ve toplumsal yaşamı ayakta tutmak için gerekli olan eylemler giderek anlamını kaybeder. Site-devlet çökünce oluşan düş kırıklığı ve yılgınlığın yarattığı boşluğu doğudaki despot imparatorluklara özgü olan ve toplumsal belirleyiciliği olmayan ‘birey olarak insan’ anlayışı doldurur. Bu birey bir yazgı ile kadere bağlanmış durumdadır ve tanrının/egemenin kuludur. Yunan Sitesi’nin çöküş çağının felsefi gizemciliği ve mantık-dışıcılığı olarak tanımlanan Helenistik Felsefe beden-ruh ikiciliği üzerine yapılanır. Bu anlayış en ileri örneğini Hıristiyanlık’ta bulacaktır.
Helenistik Çağın dinsel alanda egemen görünümü ‘dinsel sentezler’dir. Bu süreçten Yahudi dini payını alır, en tutucu-milliyetçi Yahudi Mezhepleri bile Helenistik Sentezler’den etkilenir. İran, Mısır, Yunan ve Anadolu Mistik Dinleri’nde de zengin bir sentez ortaya çıkar. İlk Dönem Hıristiyanlığı da bu dönemin bütün özelliklerini taşır.
Hıristiyanlığın basitçe ‘bir başka dinin taklit edilmesi’ değil, “Helenistik Dönem’de görülen ‘sentezleme eğilimi’nin bir ürünü olduğu”nu düşünmek bize doğru geliyor. Gerçekten de Helenistik Dönem ve sonrasının tipik bir özelliği her yeni dinsel sentezin genel olarak kabul gören ritüelleri ve mitlerini alıp kendine adapte etme alışkanlığıdır. Bu dönemin en önemli sentezlerini ve kökenlerini şöyle sıralayabiliriz:
Yunan: Dionysos Tapımı
Mısır: İsis ve Osiris Tapımı
Anadolu (Frigya): Kibele ve Attis Tapımı
İran: Mithra Tapımı
Erginlenme: Ölümsüz Olmak, Işığı Görmek, Tanrılaşmak..
Yukarıdaki bütün tapımların hiç kuşkusuz en önemli ortak özelliği ‘Erginlenme –İnisiyasyon- Törenleri’dir. Bu törenler Hıristiyan Sentezi’nde sembolik değerlerinden çok şeyi yitirmişlerdir. Ancak bu törenlerin anlamını belirlemeden Hıristiyan Sentezleri’ni, özellikle de Erken Dönem Hıristiyanlığı’nı kavrayabilmek oldukça güçtür.
Erginlenme Törenleri -Geçiş Ayinleri / rite of passage- adı üstünde ‘yeni bir evreye geçiş’i yada ‘bir toplumsal gruptan diğerine geçişi’ ifade eder. Hemen her ilkel toplulukta görülmüştür ve üç aşamada gerçekleştirilir:
* Adayın toplumdan yalıtılması,
* Bekletme ve eğitim,
* Yeni duruma geçiş.
Bütün aşamaları tamamlayan aday artık yetişkinler arasında kabul edilir ve yeni bir toplumsal statüye sahip olur.
Erginlenme Töreni’nin amacı adayı önceki dönemin statü ve davranışlar sisteminden koparmaktır. Adaya kirli bir nesne gibi davranılır ve aşağılanır. Aday da kendine işkence ederek ve adeta bir bellek kaybı yaşamış gibi davranarak eski davranış sisteminden ve statüsünden tamamen kopar. İlkel topluluklarda çoğu zaman fiziksel sınavlar biçiminde olur bu. Afrika’da sünnet veya diş sökmek, Kuzey Amerika’da göğüs adalelerinden asılmak, Okyanusya’da parmak kesmek gibi. Erginlenme sırasında aday ‘eksik’ hali ile ölmüş ve ‘tamamlanmış’ olarak yeniden doğmuştur. Erginlenme Törenleri’nin bu sembolik ölüm ve yeniden doğum teması ritüelin esasını oluşturur.
Helenizm Dönemi’nin Erginlenme Törenleri’nde de ritüel sıralaması şu şekildedir:
* Çile ve perhiz,
* Kutsal su ile yıkanıp arınma,
* Verilecek sırların saklanacağına yemin ederek mistik sırlara ulaşma.
Artık ‘sembolik ölüm’ ve ‘yeniden doğum’ daha ‘mistik bir anlam’ taşımaktadır. Bu durum ‘ölümsüzleşme’, ‘tanrılaşma’, ‘tanrıyı bulma’, ‘tanrıyla birlikte yeniden doğma’ şeklinde ifade edilir.
Köken olarak Hint Vedaları’na kadar gitse de (örneğin RigVeda’da ‘bir Erginlenme’ ile ilgili olarak şöyle denir: “Ölümsüz olduk, ışığı gördük, tanrıları bulduk!” (RigVeda VIII, 48,3) )
‘Helenistik Sentezler ve Hıristiyanlık’ta bu mistik anlam oldukça belirgindir. Mithra ve Attis Sentezleri’nde ‘çile’ ve ‘perhiz’den geçmiş olan aday önce ‘kutsal su’ ile yıkanıp arındırılıyor, ardından da bir çukura konuluyordu.Üzeri ızgara ile örtülmüş bu çukurun üstünde boğalar ve koçlar kurban ediliyordu. Hayvanların kanı çukurun içindeki adayın üzerine damlıyordu. Aday da üzerine bulaşan kanlarla – tıpkı bir kurban gibi- simgesel olarak ölmüş oluyor ve sonra aynı ‘ölüp dirilen tanrı’ gibi yeniden doğuyordu. İsis/Osiris ve Kibele/Attis Tapımları’nda da benzer ritüellerle ölüm ve yeniden doğum canlandırılır.
Hıristiyan Sentezi’nde ayinlerdeki birçok öğe silinmiş ise de temeldeki anlam aynı kalmıştır. Hıristiyanlık’taki gizli mistik öğeleri en cesur biçimde ortaya seren – aslında dinin temelini de o atmıştır- Pavlus bunu açıkça ifade eder: “Baba`nın yüceliği sayesinde Mesih nasıl ölümden dirildiyse biz de yeni bir yaşam sürmek üzere vaftiz yoluyla Onunla birlikte ölüme gömüldük!” (Rom, 6:4)
Erginlenme sayesinde aday ‘tanrı katı’na yükselir, tanrılaşır, fanilikten sıyrılır. Bu dinlerin hepsindeki ortak özellik olan Erginlenme Ayinleri’nin ‘ölüm ve yeniden diriliş’ ile sembolize edilmesinin sebebi, hepsinin tanrılarının ölmüş ve yeniden dirilmiş olmasıdır. Attis, Osiris, Dionysos ölmüşler ve yeniden dirilmişlerdir.
Mısır Gizemleri
M.Ö. II. Yüzyıl’ın başında İskender’in ardıllarından Ptolemaios Soter tanrıların yardımıyla egemenliğini güçlendirmek ister ve bunun için ‘hem Mısır hem de Yunan Kültürü tarafından kabul edilebilecek bir tapım’ yaratılması için iki kişiyi görevlendirir. Mısır Tarihi ve din üzerine çok sayıda kitabı olan Mısırlı rahip Manethon ile Yunan Kültürü’nü çok iyi bilen Timotheos bu iş ile görevlendirilir. Bu iki bilge alim Serapis Kültü’nü ortaya çıkarır. Tapım sonraki birkaç yüzyıl içinde Anadolu, Yunanistan ve Roma’ya kadar yayılır.
Osiris Kültü’nün bu kadar güçlü olmasının ardında -gerçekten de- Yunan ve Mısır Kültürleri’nin çok iyi bir şekilde harmanlanmış olmasının etkisi vardır. Serapis Tapımı oluşturulmadan çok önce zaten Osiris Mısır’da en sevilen tanrı haline gelmiştir. Osiris’in bu gücünü anlamak için öyküsünü kısaca anlatalım:
Osiris Mısır’ı uygarlaştıran tanrıdır. Dört kardeş tanrının en büyüğüdür. (Diğerleri karısı İsis, düşman kardeşi Seth ve onun karısı Neftis’tir) Osiris, kardeşi ve aynı zamanda karısı olan İsis’i yerine bırakarak dünyanın diğer bölgelerini uygarlaştırmaya gider. Erkek kardeşi olan Seth ise Osiris’i kıskanmaktadır; yerine geçmek için kurnaz bir plan hazırlar. Büyük bir davet verir ve Osiris’i de çağırır. Seth’in planı Osiris’i yok etmektir; bunun için değerli taşlarla süslenmiş bir sandık hazırlatmıştır. Bu sandık kimin boyuna uyarsa ona verilecektir. Seth sandığın içine Osiris girdiğinde sandığı kapattırıp mühürletir ve Nil nehrine atar. İsis ısrarla sandığı arayıp bulur ve geri getirir. Ancak Seth bu kez de Osiris’in bedenini 14 parçaya ayırıp Mısır’ın değişik yerlerine dağıtır. İsis her bir parçayı arayıp bulur; bir balık tarafından yutulan cinsel organının çamurdan bir kopyasını yapar; bütün parçaları bir araya getirir ve mumyalayıp büyü yoluyla yeniden canlandırır. Osiris ile birleşerek oğulları Horus’u dünyaya getirir. (Horus daha sonra Seth ile savaşacaktır.)
Mısır Dinsel Düşüncesi’nde Horus, Osiris’in yeniden dünyaya gelişi olarak ifade bulur. Yani Horus aynı zamanda Osiris olmuştur. Böylece bir Osiris-Horus döngüsü başlamıştır. Her yeni firavun Horus’un yeniden dünyaya gelişidir. Önceki firavun ise artık Osiris olarak simgeleştirilir. Egemenlik süren firavunun karısı da İsis olarak yüceltilir. Mısırlılar için ölüm bir tür yeniden doğmaktır ve bu yüzden de mumyalamanın önemi çok büyüktür.
Osiris Gizem Kültü’nde iki önemli bayram kutlanır. Bunlardan Inventio (Osiris’in bulunuşu) 29 Ekimden 1 Kasım’a kadar sürer. Üç gün süren bir perhizin, ağıtların ve öldürülüp parçalara ayırılmış Osiris’in bulunduğunun duyuruluşunun ardından neşeli kutlamalar yapılır. Erginlenme Törenleri’nde ise inananlara yeni katılacak adayların üzerine keten gömlekler giydirilir ve tapınağın ücra bir köşesine götürülür. Aday burada sembolik olarak ölüler diyarına iner, gece vakti güneşi görür, tanrılarla görüşür ve ardından yeniden doğarak arınır. Apuleius bir Erginlenme sırasında gördüklerini şöyle anlatır.
“Ben ölümün sınırına ulaştım; Proserpina’nın eşiğine ayak bastım, sonra elementlerin içinden geçip geri geldim. Gecenin ortasında güneşin parladığını gördüm; yeraltı ve gökyüzü tanrılarıyla yüz yüze kalıp huşu içinde onların seyrine daldım ve yanı başlarında onlara tapındım.” (Apuleius’tan aktaran: Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, c.2, s.334)
Erginlenen aday, sabah olunca ‘on iki burç’u simgeleyen on iki kat elbisesi ve başındaki ‘hurma yaprakları’ ile Meryem Ana İkonaları’na benzeyen bir İsis Heykeli’nin önünde inanlar kalabalığının karşısına çıkar. Adayın metamorfoz yaşadığı bu gün ‘yeniden doğuş günü’ kabul edilir.
Acı çeken, öldürülen ve sonra yeniden dirilen tanrı inancı Helenist Dönem’de halk tarafından büyük bir beğeni kazanır. Osiris Miti’nin bir başka önemli özelliği ise Hint Mitolojisi ile Hıristiyan inancından tanıdığımız ‘Teslis’ düşüncesinin İsis-Osiris-Horus arasında kurulmuş olmasıdır. Mısır Üçlemesi Hintler’in Brahma-Şiva-Vişna Üçlemesi’nden çok Hıristiyan Teslisi ile benzerlik gösterir. Osiris-Horus arasındaki ‘baba-oğul’ ilişkisi ve Meryem Ana’ya benzer bir ‘İsis Figürü’ bu açıdan ilginçtir.
Osiris Kültü tek tanrıcılığa geçiş açısından da önemlidir. Bir taraftan farklı kültürlerin tanrıları birleştirilmiş diğer taraftan Osiris ile Horus iç içe geçirilirken ‘bir’in ‘çok’ içinde dağılması ve sonra ‘çok’un tekrar bir araya gelmesi gibi temalarla tektanrıcılığa doğru bir sentez gerçekleştirilmiştir.
Yunan Gizemleri (Orpheizm ve Dionysos)
Yunan kökenli ‘Helenistik Gizem Dinleri’ni sıralamak bile Hıristiyanlık öncesi Helen dünyasının nasıl mistik bir karmaşa içinde olduğunu göstermeye yeterlidir. Orpheus, Eleusis ve Dionysos Gizemleri, ayrıca birer felsefe biçiminde de olsalar Platonculuk ve Pisagorculuk… Bu karmaşanın içinden çıkmak bugünün dünyasından bakıldığında oldukça güçtür. Ancak hepsi de benzer mistik öğelere sahiptir ve Hıristiyanlığın dinsel öğretilerine etkide bulunmuştur.
Orpheizm, adını efsanevi ozan Orpheus’tan alır. Hikayesi Dionysos’unki ile benzerlik gösterdiğinden zamanla Orpheus ve Dionysos Tapımları içiçe geçmiştir. (Orpheus Tapımı’nın bazı yanları konumuz açımızdan önem taşıyor.) Helen dünyasına ‘ruh göçü’ anlayışı Orpheus ile girmiştir. Hinduizm’dekine benzer bir ‘ruh göçü’ anlayışı oluşturulmuştur. Buna göre ruh ölümsüzdür. Bedende hapsolan ruh ölümle bundan kurtulacak ve tanrılarca yargılanacaktır; büyük mutluluğa ise bedenden bedene göçerek yaşayacağı bir çok yaşam sürecinde erişecektir.
Bazı din tarihçileri cehennem düşüncesini ilk yaratanın da Orpheus olduğunu ileri sürerler. Tıpkı Hindu dinlerine benzer biçimde ‘çilecilik’ de kurumlaştırılmıştır. Acı çeken insan yığınları bu sayede çektikleri acıya ‘ileriki hayatta sağlayacakları mutluluğu hayal ederek’ katlanabilmişlerdir.
Yunan Mitolojisi ile Orpheizm bire bir zıt kutupları ifade emektedir aslında. Mitoloji aristokrasinin dinsel karşılığı idi. Mitolojide ölümden sonra yaşam -dünyadaki gibi- bedenli olarak ve dünyadaki statülerle devam ediyordu. Orpheizm’de ise beden yok oluyor ama ruh varlığını sürdürüyor; dünyadaki statüler eşitlenerek ruhsal düzeyde eşitlik sağlanıyordu. Kısacası Orpheizm bir ‘halk dini’ idi.
Dionysos ise Yunan Mitolojisi’ne zorlaya zorlaya sokulmuştu. Homeros Dionysos’u Panteon’a yakıştırmaz. İlk olarak Hesiodos ile Panteon’a sokulur. Dionysos ile ilgili asıl bilgiler MÖ 5.yy’da yaşayan ünlü yazar Euripides’in “Bakkhalar” adlı tragedyasından edinilmektedir. Bu ‘bağ, şarap ve vecd tanrısı’nın pek kabul edilmek istenmeyen bir tanrı olduğu anlaşılmakta; Trakya, Mısır yada daha doğudan gelmiş olduğu düşünülmektedir. Diğer Helenistik Gizemler ve Hıristiyanlık’ta olduğu gibi annesi bir ölümlü, babası da tanrıdır. Zeus istemeden annesi Semele’yi öldürünce erken doğumla dünyaya gelen Dionysos’u baldırında büyütüp doğurmuştur. Hem Zeus’un doğurduğu tek çocuktur hem de iki defa doğmuştur. Daha sonra o da aynı Orpeus gibi zulme uğrar, acı çeker ve Titanlar yada kadınlar tarafından parçalanır; parçalayanlar onun tanrı olduğunu geç anlarlar.
Atina’da Dionysos onuruna yılda dört bayram kutlanırdı. Bunlar kamuya açık tapımlardı. Dionysos’un insanlara sağladığı şarap bolca içilip yarışmalar düzenlenirdi. Diğer Yunan Yazarları’nın metinlerinde ve Euripides’in anlatımlarında taşkın ve vahşi gece ritüelleri yapıldığı da belirtilir. Tabii bu ritüeller gizlidir. Dionysos’un parçalanmasına benzer şekilde bir hayvan kurban edilip etinin çiğ olarak yenmesi ile Dionysos -Bacchus – ile ruhsal birleşme gerçekleşiyordu. Tanrının etinin yenmesi, kanının içilmesi gibi öğeler daha sonra ‘Hıristiyan Kutsal Metinleri’nde de sembolik ifadelerle çokça kullanılmıştır. Buna göre ayinlerde yenen ekmek İsa’nın etini, içilen şarap da kanını sembolize eder.
Helenistik Dönemde ve Roma Dönemi’nde halka açık Dionysos Tapımı’ndan ‘esrime’ bölümleri kaldırıldı ve tinselleştirildi; bu sayede Dionysos en popüler Yunan Tanrısı haline geldi. Gizem Kültleri Helenistik Dönem’de adeta bir patlama yaşamıştır. Öyle ki M.Ö. 73’de büyük bir köle ayaklanmasına liderlik eden Spartakus karısı tarafından Dionysos’un yeniden bedenlenmiş hali olarak ilan edilmiştir. Dionysos’un halk içinde kazandığı bu sempati daha sonra Hıristiyanlığın yayılmasını da kolaylaştırmıştır.
Helenistik Dönem, Dionysos Erginlenme Ayinleri konusunda ise Euripides’in tragedyası dışında çok az bilgi vardır. Temel olarak diğer Gizem Dinleri’nde olduğu gibi ölüp yeniden dirilme ve tanrılaşma teması olduğu bilinse de bu işlemin birçok ayrıntısı bilinmemektedir.
Anadolu Gizemleri
İnsanlık tarihinin belki de en eski dinsel inancı Ulu Ana -Magna Mater- yada Toprak Ana -Terra Mater- inancıdır. Erkeklerin çocuk doğurmada bir etkisinin olmadığına ve çocuğun tanrısal bir biçimde annenin rahmine konulduğuna inanıldığı en ilkel dönemlerde bile kadınların rahim ağzında birkaç gün süren kanama insanların dikkatini çekmiştir. Kadınlarda dönemsel olarak görülen bu kan, ölüm ve doğumla direkt ilgilidir. (Çünkü kan görülmediğinde birkaç ay sonra çocuk doğuyordu.)
Dünyanın her bölgesinde çok eski Ulu Ana Tapımları tespit edilmiştir. Anadolu’da tarih öncesi dönemlerden beri birçok Ana Tanrıça Tapımı olduğu tespit edilmiştir. Tarihi çok daha eski olsa da Kybele asıl olarak Hititler’den sonra Anadolu’da egemen olan Frigler aracılığı ile tanınmıştır.
Tapımın Erginlenme Törenleri ve Hıristiyan inanışına katkılarını anlamak için önce Kybele ile -hem oğlu hem de sevgilisi sayılan- Attis’in öyküsünü aktaralım: (Öykü birçok versiyonlar halinde günümüze taşınmıştır. Kybele’nin Attis’e aşık olması ve aralarında yaşanan birtakım sorunlardan sonra Attis’in cinsel organlarını keserek kendini hadım etmesi ve ölmesi bütün versiyonların ortak noktalarıdır.)
Bir versiyona göre Attis, Kybele’ye sadık kalacağına söz vermesine karşın gidip Sakarya Nehri’nin kızı Nana’yla evlenir. Kybele bunu duyunca Nana’yı öldürür. Buna üzülen Attis de cinsel organını keser ve bir çam ağacının altında ölür.
Kimi öykülerde Attis çam ağacına dönüşür. Kybele ise hep bir ‘kara taş’ ile sembolize edilmiştir. Tanrıça Araplar’da da önemli yer tutar; karşılığı Kıble yada Hubel’dir. Aynı öykü Fenike-Suriye versiyonu Adonis- Afrodit inancında da karşımıza çıkar. Bunların hepsi sonradan Roma Tanrıları olarak kabul edilirler. Romalılar birçok kültürü bir arada tutmanın yolu olarak onların tanrılarını Panteon’a almışlardır.
Bizim için önemli olan ise Helenistik Dönem’de Kybele Gizemleri’nin özellikleridir. M.Ö. 205-204’de Roma, Kartaca Orduları’nın tehdidinden kurtulunca Kybele Tapımı Roma’ya sokuldu. Asıl olarak Cladius Dönemi’nden sonra ön plana çıktı. Anadolu, Yunanistan ve sonra da İtalya üzerinden Avrupa’ya yayılan Kybele Tapımları’ndaki birçok öğe Hıristiyanlık tarafından yeniden yorumlanarak özümsenmiştir. Bu öğelerin başında kuşkusuz Meryem Ana’ya atfedilen ‘kutsallık’ gelir. Hıristiyanlar sonradan Pagan dinlerindeki kutsal rahibe ile birleşme ayinlerini ‘tapınak fahişeliği’ olarak yorumlasa da bu eylem bugün hem ana, hem sevgili, hem de bakire olabilen kadın kutsallığının bir yansıması olarak anlaşılması zor bir anlam taşımakta. Kybele’nin Attis’in hem annesi hem de sevgilisi olmasına benzer şekilde İsa’nın annesi Meryem ile sevgilisi Maria Magdalena’ya aynı ismin verilmiş olmasının arkasında bu eski inanç yatmaktadır.
Kybele Tapımı’nda bayramlar 15-23 Mart arasında kutlanıyordu. Yedinci günde ağaç taşıyıcı rahipler ormandan kesilmiş bir çam ağacı getiriyordu. Bugün bu törenle ağaç taşıma işi hala bazı ülkelerde yapılır; ancak artık kortejin başında Hıristiyan Rahipler vardır. Ağacın gövdesi ceset gibi şeritlerle sarılıp ortasına ‘haç’a gerilmiş İsa’ya benzetebileceğimiz bir Attis tasviri bağlanıyordu. 24 Mart’ta Gallus adı verilen rahipler flüt, zil ve def eşliğinde dansa başlıyorlar; sırtlarını kanatıncaya kadar kırbaçlıyor ve bıçaklarla vücutlarını kesiyorlardı. Bu tören aynı zamanda bir ‘Erginlenme Ayini’ idi ve çılgınlığın doruk noktasına ulaşıldığında bazı adaylar erkeklik organlarını kesip tanrıya sunuyorlardı. Tanrının yada bir dinsel büyüğün çektiği acı ve işkenceleri anma biçimindeki bu ritüeller bütün mistik dinlerde ortak bir temadır ve sadece Hıristiyanlığa değil kimi İslam Mezhepleri’ne de geçmiştir. (İsa’nın çarmıh işkencesi, Hasan ve Hüseyin’in Kerbela’da çektikleri gibi..) Mart ayında kutlanan bu bayramlar daha sonra Meryem’in hamile kalması (25 Aralık’tan 9 ay önce Mart ayına rast geliyor) ile ilişkilendirilmiştir.
24 Mart’ı 25 Mart’a bağlayan gece tanrının dirilmiş olduğu haberi duyurulur ve ölüm ağıtları yerini bir neşe patlamasına bırakırdı. O gün neşe günü olarak kutlanır, birkaç gün sonra da Erginlenme Adayları kesilen bir boğa yada koçun kanıyla Takdis edilirdi. (Bu kanlı Takdis daha öne de belirttiğimiz gibi adayın ölüp yeniden doğmasını sembolize diyordu.) Ritüel yemeği ise aynı Hıristiyanlar’daki gibi ekmek ve şaraptan oluşuyordu. M.S. 4. Yüzyıl’da yaşamış olan Romalı Hıristiyan Yazar Firmicus Maternus bu ayini Hıristiyanların ‘son yemek inancı’nın ‘şeytani ve uğursuz bir karşılığı’ olarak yorumlar.
Gallus Rahipleri’nin özellikleri de dikkat çekici şekilde Hıristiyan Rahipleri’ne benzer. Gallus Rahipleri önceleri kendilerini hadım edip cinsel organlarını tanrıya armağan ederken bu gelenek zamanla bir hayvan kurban edip onun cinsel organlarını sunma biçimine dönüşmüştür. Hıristiyan Kilise Teşkilatı içindeki rahiplerin halâ bekâr kalmaya devam etmeleri ile Kybele Rahipleri’nin hadım edilmesi arasındaki ilişki tesadüfi değildir. Bu durum ‘kadınlardan uzak durma ve kendini tamamen tanrıya adama’ biçiminde anlaşılabilir; öne çıkan görüş her iki dinsel inançta da aynıdır. Ancak daha derininde Kybele gibi bir ‘erdişisel varlığa benzeme’ ve bu yolla ‘bir tür tanrılaşma’ gibi öğeler bulunduğunu düşünmek gerekir. Bu öğenin de Mistik Erginlenme Törenleri’nin temelini oluşturduğunu biliyoruz.
İran Gizemleri (Mithraizm)
Helenistik Dönem’in din sentezleri içinde yer almasa da Mithraizm’i Hıristiyanlığı etkileyen sentezlerden biri olarak ele almak mümkün. Gerçi etkileşim tek taraflı değil karşılıklı olmuştur; ancak hem Hıristiyanlığın oluştuğu dönemin atmosferini etkileyen çok önemli bir din olduğu için hem de en azından 4. Yüzyıl’a kadar Hıristiyanlığın önemli bir rakibi olduğu için Mithraizm’in büyük bir önemi vardır.
Mithraizm çok eski dönemlere dayanan bir dindir. ‘Medler’i devirip ardından bilinen ilk devasa imparatorluğu kuran Ahamenidler (Persler) döneminde kraliyet tapımı çerçevesinde bu dine ait törenlerin yapıldığını biliyoruz. Adıyaman’a gidip Nemrut’a çıkanlar Kommagene Kralı’nın ‘Tanrı Mithra’ ile el sıkıştığı taş kabartmayı mutlaka görmüşlerdir.
Ancak bizim için asıl önemli olan Pers Mithrası değil Roma Mithrası’dır. Plutarkos’a göre Kilikya Korsanları arasında yaygındı. Kaynaklar bu dinin Hıristiyanlığın asıl babası Pavlus’un da memleketi olan Tarsus’tan çıkıp bütün Roma diyarına yayıldığını yazıyor. Yunanların geleneksel düşmanları olan Perslere ait bu dine duyduğu tepkiye karşın Mitraizm bütün Anadolu ve Avrupa’da hızla yayılıp 4. Yüzyıl’da dönemin en güçlü dinlerinden biri olmayı başardı. Pers ve Roma Mithrası’nda bazı farklılıklar olsa da temel yapı aynıydı.
Hıristiyan Ritüelleri’yle Roma Mithraizmi’nin ritüelleri arasındaki benzerlik o kadar fazladır ki birçok çalışmaya kaynaklık etmiştir. Ritüel benzerliklerine karşın Hıristiyan Mitolojisi ile önemli farklılıklar da vardır. Bunlara kısaca değinelim:
Mithra bir kayadan doğmuştur ve bu yüzden mağara Mithrazim’de çok önemli bir yere sahiptir. Mithrazim’de aynı İsa’nın Beytüllahim Mağarası’nda doğumu gibi bir izlekle karşılaşırız. El Biruni’ye göre Parth Kralları tahta çıkmadan bir gün önce mağaraya çekiliyor ve daha sonra uyrukları ona yeni doğmuş bir bebekmiş gibi, daha doğrusu doğaüstü kökenli bir çocukmuş gibi yaklaşıyorlarmış.
Mithra Dini’ndeki en önemli mitolojik bölüm “Mithra’nın boğayı öldürmesi” bölümüdür. Mithra bir eliyle boğayı burun deliklerinden yakalar, diğer eliyle bıçağı saplar. Boğanın iliğinden ekmeği veren buğday ve kanından mistik dinlerin kutsal içkisi şarabı veren bağlar yeşerir. Erginlenme Ritüeli benzeri Mithra Törenleri’nde kutsal ekmek ve şarap yenmesi Hıristiyan dininin savunucuları tarafından korkuyla ve şiddetle eleştirilmiştir. Bu rakip dinin ritüellerini kendi ritüellerinin şeytani bir taklidi olarak görüyorlardı. Üstelik Mithra dininde de meşhur ‘son yemek’ benzeri bir şölen vardı. Mithra boğayı öldürdükten sonra şeytani bir şekilde ‘son yemek’ yeniyordu.
Hıristiyanları kızdıran bir başka ritüel ise kendi vaftiz törenlerinin bir benzerinin Mithracılar tarafından yapılıyor olmasıydı. Erginlenme Adayı’na törenin bir aşamasında bir taç uzatılır ve aday kendisine uzatılan tacı ‘kendisinin tek tacının Mithra olduğunu’ söyleyerek reddederdi. Daha sonra alnı kızgın demirle dağlanır veya yanan bir meşaleyle arındırılırdı. Alnı kızgın demirle dağlama ilk Hıristiyanların insanların alınlarına ya da başlarına ellerini koyarak onlara kutsal ruh vermesine, yanan meşaleyle arındırma ise buhur kullanılmasına benzer bir ritüeldi.
Hıristiyanlar açısından rahatsız edici bir başka benzerlik de yine her iki dinin tanrılarının 25 Aralık’ta doğmuş olmasıydı. Aslında bunlara rahip sınıfların ortak özellikleri, Erginlenme Aşamaları (Katolik kilisesinin din ve ahlâk ilkeleri içinde Vaftiz Sırrı, Güçlendirme Sırrı, Efkaristiya Sırrı, Günah Çıkarma Sırrı, Hastalara Yağ Sürme Sırrı, Ruhbanlık Sırrı ve Evlilik Sırrı olmak üzere yedi sır sayılıyor. Bazı farklılıklarla benzer bir yapı birçok mistik dinde olduğu gibi Mitraizm’de de vardı.), diğer İran dinlerinde de olan kıyamet ve ölülerin dirilişi gibi öğeleri de eklemek mümkün.
Hıristiyanlıkla farklı yanlarından da söz etmek gerekli. Mithraizm İran kökenli olmasına rağmen gerçek bir sentezdi. Din adamları, diğer doğu kökenli dinler gibi yabancı değil Romalı idiler ve törenlerde Latince kullanılıyordu. Bir başka önemli yanı ise bu dinin adeta bir asker dini olmasıydı. Zaten tanrısı bir tür asker kahramanıydı ve kadınlara tamamen kapalıydı. Ernest Renan’ın “Eğer büyüme aşamasındaki Hıristiyanlığın yolu herhangi bir ölümcül hastalık tarafından kesilseydi dünya herhalde Mithracı olurdu” sözü dinin bir zamanlar ulaştığı gücü gösterse de kadınları dışta bırakması dolayısıyla en azından bu haliyle Hıristiyanlığın ulaştığı evrenselliğe ulaşması düşünülemezdi. Mithra’nın diğer mistik dinlerden en önemli farkı tanrısının ölme ve dirilme sürecini yaşamamış olmasıydı. Dionysos, Orpheus, Osiris, Attis vb. gibi ölüp yeniden dirilmiş olmasa da bu, Erginlenme Ritüelleri’ndeki ölüm ve yeniden doğum içeriğini değiştirmemiştir.
Mitraizm gizli ayinleri olmasına karşın dönem dönem Romalı İmparatorlar tarafından resmen kabul edildi. Hatta tarihçi Lampridius imparator Commodius’un bir adayı erginlerken yalnızca sembolik olarak yerine getirmesi gereken cinayeti gerçekten işleyerek dini kirlettiğini yazar. Hıristiyanlık’la sürekli rekabet içinde olan din Konstantinus’un açıkça Hıristiyanlık’tan yana tavır almasıyla gücünü kaybetti; en son olarak da Gratianus’un 382’deki kararnamesiyle resmi desteğini tamamen yitirdi ve kovuşturmalara uğradı.
Helenizm’in Yahudi Dinine Etkileri
İbranilerde milli siyaset geleneksel olarak “dinsel bir hareket” demekti. Bu yüzden dinin dış etkilerden korunması özel önem taşıyordu. Yahuda Valisi Neremya’nın ve dini lider Ezra’nın yaptığı milliyetçi reformlar dinin bu özelliğini ortaya koyar. Bu reformlar tamamen milliyetçi reformlardı. Örneğin yabancı bir kadınla evli olan din adamlarının görevi sona erdiriliyordu. Aslında daha bu dönemlerde Yahudilerde ‘evrenselciler’ ve ‘ulusalcılar’ şeklinde bir ayrım gelişmeye başlamıştı.
İskender seferlerinden sonra doğu ve batı kültürlerinin birbirine karışması Yahudi ulusal yalıtılmışlığını kırmaya başladı. İsrail Aristokrasisi ve zengin kesimleri Helen aydınlanmasından etkileniyorlar, bazı düşünce ve kurumları ülkeye sokmaya çalışıyorlardı. Bu etkiler ‘Eyüp Kitabı’nda ortaya çıkar. Eyüp tanrının yanındaki bir melek olan şeytanın kendine yaptığı kötülüklerden yılgınlığa düşer ve isyan eder. Son bölümde Tanrı’nın yaptığı zayıf savunmaya karşın ikna olur. Ancak İsrail Halkı’nın sürekli acılar çekmeye devam etmesi ve İsrail’i kurtaracak olan kıyamet ile Davut soyundan geleceği vaat edilmiş kurtarıcı mesihin bir türlü gelmemesi etkisini diğer kitaplarda da göstermeye başlar.
M.Ö. 175’de Mısır’da tahta çıkan IV. Antiokhus’un döneminde Helenizmle çatışma en uç noktaya ulaşır. Bir süredir İbraniler iki hizbe bölünmüş durumdadır. Honiler (milliyetçiler) kutsal yasalara bağlılığı ve tanrının hikmetinin sadece İsrail’e yapılan bir bağış olduğunu savunuyordu. Tobiyalar (evrenselciler) ise daha aydınlanmacı ve kozmopolit bir tutum alıyor, tanrı hikmetinin evrenselliğini ileri sürüyordu. Honilerin M.Ö. 167’deki başarısız isyan girişiminden sonra Tobiyalar Antiokhus’dan bir krallık fermanıyla Tora’yı kısaltmasını ve bazı reformlar yapmasını önerdiler. Çıkarılan fermana göre Şabat ve bayram günlerine uyulması ile sünnet ve Tora Kitapları’nın bulundurulması yasaklanıyordu. Bunlara uymayanlar idamla cezalandırılacaktı. Tapınak bir Zeus Tapınağı’na dönüştürülüyor ve Yahve, Zeus’a benzetilmeye çalışılıyordu. Halbuki Zeus birçok Yahudi için sıradan bir tanrıydı.
Tahmin edileceği gibi hemen isyan başladı. Mattathias’ın başlattığı isyanı o ölünce oğlu Makkabi sürdürdü. İsyanı destekleyen akım ise Hasidim (sofular) adı verilen dinsel bir gruptu. Hasidim grubunun dinsel etkisi çok büyük oldu. Daniel Kitabı ve Kutsal Kitap içinden daha sonra çıkarılan I. Hanok Kitabı bu çevrede ortaya çıktı. Bu dönemdeki Yahudi dininin iç gerilimleri, onun evrimleşmesini ve Hıristiyanlığın düşünsel bazda nasıl ortaya çıktığını bize gösterdiği için önemlidir.
Bu kitaplarda esrimeler önemli bir yer tutar. Ancak asıl önemi Yahudi dinine yeni katkılar yapmış olmalarıdır. Bilgiye esrimeler aracılığıyla ulaşan peygamberler gelecekten görümler aktarırlar. Aslında yaşanmış olayları daha yaşanmadan önce görmüş gibi sunarlar. Bu anlatım tarzı etkisini İncil metinlerinde de sürdürür. Kıyamet kitaplarında sadece sayısız korkunç felaket ve kıyametin gelişi anlatılmakla kalınmaz. Tıpkı İran geleneğinde olduğu gibi bu sürecin sonunda evrensel bir yargı verilecek, o zaman ölüler de dirilecektir… Tanrı, Daniel’e felaketlerini sıralayıp “Günlerin sonunda ödülünü almak için uyanacaksın!” der. (Daniel, 12:13) Öyle ki bu temaları Sadukiler dışında bütün Yahudi Mezhepleri kabul eder.
Helen Askeri ve Kültürel Baskısı karşısındaki bu direniş başka kavramların da yeniden şekillenmesine yol açacaktır. Musa’nın kitaplarında, ‘Tarihler’de ve ‘Krallar’da olmayan ‘Şeytan’ kavramı Eyüp Kitabı’nda ve Zekeriya’da ilk kez ortaya çıkar. Şeytan Yahve’nin sarayında bir melektir ve insanlara düşmandır. I. Hanok Kitabı’nda bu kavram değişmeye başlar. Kötülük, insanların itaatsizliğinden ve gökten kovulan meleklerin isyanından doğmaktadır. Kötülük güçleri -yani Şeytan ve onun İblisleri- tarihe egemen olmaya başlarlar. Böylece Şeytan Yahve’nin sarayında oturan bir melek olmaktan çıkıp tanrının rakibi haline dönüşmeye başlar. Şeytan kavramının revizyonu ile iyilerin sürekli kötülük görmesi gibi Yahudi teolojisinin uğraşıp durduğu açıklanamaz ve isyan ettirici sorunlara açıklamalar getirilmektedir.
Hasidim’in Yahudi dinine ve dolaylı olarak dinler tarihine bir diğer katkısı da iki çağ yada iki saltanat düşüncesinin ortaya çıkmasıdır; ‘Bu saltanat’ ve ‘öteki saltanat’.. Yine kutsal metinlerden çıkarılan IV. Ezra’da “Yücelerin yücesi, bir tek çağ değil, iki çağ yarattı!” denir. Bu çağda zaferi Şeytan’ın krallığı kazanacaktır. Hıristiyan teolojisinde bu iki çağ düşüncesi çok önemli bir yer tutacaktır. Aziz Pavlus da Şeytan’ı bu çağın tanrısı olarak niteler. “Bu çağın ilahı onların zihinlerini kör etmiştir!” (2. Korint., 4:4) (İslam tanrısı da inanmayanların kalplerini mühürler, ancak Pavlus’taki gibi şeytanın değil direk Allah’ın işidir bu.)
Hasidimlerin kültürel direnişlerinin bir başka özelliği ise Yunan ilminden daha değişik bir yol kullanarak başarıya ulaşmaları idi. Esrime yoluyla sadece bilgiye değil kıyametin sırlarına da eriyorlar ve Yunanlılardan daha üstün ilim sahibi olmuş oluyorlardı. Ancak ‘zamanın ruhu’ olan Helenizmin gücünden etkilenmeleri kendine özgü bir biçim almış oldu. Hasidimlerin içinden iki önemli grup çıkacaktır. Esseniler ve Ferisiler.
Aslında Yahudi dininin evrensel bir din ahline gelme potansiyeli fazlasıyla vardı ve eğer Antiokhus’un saldırısı olmasaydı bu süreç daha önce yaşanabilirdi. M.Ö. II. Yüzyıl’da geniş bir Yahudi Diasporası oluşmuş ve bu diasporanın dini yayma çabaları sayesinde Yahudilik evrensel bir din haline gelişi hazırlandı. Antiokhus’un saldırısı Yahudilerin içine kapanmalarına neden oldu ve süreci yavaşlattı. Ancak yukarda bazılarına değindiğimiz yeni teolojik açılımların da gelişmesini sağlamış oldu.
Yahudi Mezhepleri ve Esseniler
Hristiyanlığa ait günümüze kalmış ilk metinler MS. 2. ve 3. Yüzyıla aitler.. Başlangıçta sözlü bir gelenek olarak gelişen anlayışın yazıya dökülmüş ilk metinlerinin hangileri olduklarını ve ne zaman yazıldıklarını tespit etmek de oldukça güç. Ancak kabaca MS. 70-90 yılları diyebiliriz. İlk yazılı metinlerin “Pavlus’a ait mektuplar” olma ihtimali oldukça yüksektir. Yeni Ahit’in ilk dört kitabı Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın yazılış tarihleri belki de son kitap olan Yuhanna’nın Vahiy’inden daha yakın bir tarih olabilir.
Hıristiyanlığın gelişimine dair en güzel açıklamaları da yine bizzat Yeni Ahit’te bulabiliriz. ‘Havarilerin İşleri’ kitabı kilisenin kuruluş sürecini açıklar. Ancak Yeni Ahit gelişim sürecinin sadece belli evrelerini verdiği ve tek yanlı açıklamalar içerdiği için süreçler arasında bağlantı kurmamızı engelleyen birçok öğe vardır. Bu yüzden dönemin Yahudi Mezhepleri’ne bir göz atmamız gerekiyor.
Antiochus’un saldırısı ile Roma Orduları’nın Kudüs Tapınağı’nı yıkması arasındaki dönemde oluşan dört temel akım sayabiliyoruz:
* Ferisiler: Sadukilerle birlikte iki büyük gruptan biri. Ferisiler gelenekçi Yahudilerdi.. Eski Ahit’e sıkı sıkıya ve aynı zamanda biçimsel olarak da bağlılardı. Kıyamete, yeniden doğuşa, meleklerin ve cinlerin varlığına inanıyorlardı. Yeni Ahit metinlerinde İsa ve Havarileri’nin çatıştığı mezhep olarak adları sık sık geçer. Hıristiyanlığın en önemli ismi Pavlus da bu gruptan gelmeydi.
* Sadukiler: Ferisilerin gelenekçi bağlılıklarına tepki olarak gelişmiş, biçimsel kabulleri reddeden ancak buna karşın toplumsal huzursuzluk yaratabilecek her şeyi de reddeden bir akım. Kıyamete ve yeniden doğuşa inanmaz, doğaüstü melek, cin gibi varlıkları kabul etmezlerdi. Bu özelliğiyle egemen Yahudi sınıflarına uyuyordu.
* Zelotlar: Bunlar en radikal ve Yahudi Milliyetçisi ‘mesihçi’ gruptu. İsyanlarda öne çıkmışlar ve çok sayıda Roma yanlısını öldürmüşlerdi. Ferisiler gibi gelenekçiydiler. İsa’nın havarileri arasındaki Partizan Simon bu gruptan gelmeydi.
* Esseniler: Bu grup hakkındaki bilgimiz oldukça azdır. ‘Kumran Metinleri’nin Essenilere ait olduğu düşünülerek bu grubun yapısı hakkında yeni bilgiler oluşturulmuş olmasına karşın son yıllarda bu metinlerin aslında Zelotlara ait olabileceği iddiaları da güç kazanmaktadır. Eğer bu doğruysa Essenilere ilişkin bilgilerimiz yeniden muğlaklaşacak demektir. Essenilere ilişkin Romalı tarihçilerin verdiği birkaç bilgiden yola çıkarak bunların başlangıçta Ferisilerle aynı kökene sahip olduklarını ancak gizli ve küçük bir tarikat olarak kaldıklarını söyleyebiliriz.
Hıristiyanlık ve Kumran Metinleri
Kumran Metinleri’ni yazanların İlk Hıristiyanlar olabileceği yada ilk Hıristiyanların bu mezhebin içinden çıkmış olduğu düşüncesini destekleyen birçok bulgu vardır. Her ikisinde de bir Mesih beklentisinin olması Kumran Tarikatı’nın kurucusu olan ‘Adalet Öğretmeni’ne yüklenen bazı özellikler, kitaplarda kullanılan ortak dil ve yorumlama yöntemleri Hıristiyanlıktaki Kutsal Ruh Figürü’nün karşılığı olan bir ‘Işık Prensi’ ile Vaftiz ve Efkaristiya -ekmeğin bölünmesi- Törenleri’nin benzerliği gibi birçok öğe araştırmacıları bu yoruma götürmüştür. Hatta İsa’nın Kumran Tarikatı’nın bir üyesi olduğu ve bu grubun daha sonra kendisini feshederek Hıristiyanlara katıldığı iddia edilmiştir.
Kumran Metinleri Yeni Ahit’te kullanılan bazı deyimleri anlamamızı sağlamıştır. Ancak yine de birebir benzerlik söz konusu değildir. Kumranlılar katı bir manastır yaşamı sürerken Hıristiyanlar halkın içinde yaşıyorlar ve bir misyoner cemaati oluşturuyorlardı. Her ikisi de Mesihçi ve Kıyametçiydi. Ancak Kumran Grubu iki Mesih bekliyordu. Biri onları kutsayacak Kahin Mesih, diğeri savaşın başına geçip zafer kazanacak Kral Mesih…
Ruhbandan olmayanlar aynı Hıristiyanlardaki gibi maddi kaynakları bulmakla sorumluydu. Yönetici gruba “rabbim” deniyordu ki Yeni Ahit’te sözcüğün anlamı Kumran Metinleri’yle açıklık kazanmıştır. Ruhban’dan olan 12 kişi ve 3 rahip ise iç halkayı oluşturuyordu. En yüksek makam ‘müfettişlik’ yada ‘çobanlık’tı.
Gruba yeni katılanların cemaatle bütünleşmeleri için ‘Erginleyici Vaftizi’ ve yılda bir kez yapılan ‘suyla arınma ritüeli’ vardı. Aynı Hıristiyanlarda olduğu gibi ‘ekmeğin bölünmesi’ ve Mesih’in birlikte yenilen ‘şölen sofrası’ vardı. Cemaat üyeleri evlenemezdi; çünkü kutsal savaşın neferleriydiler. Hıristiyanların ilk iki yüzyıllık sürecinde Apokalipsçi ve Batıni gelenekler korunmuştu.
Bir çok ortak özellik olmasına karşın Kumran Metinleri’nde İran etkileri Hıristiyanlığın sonraki metinlerine göre daha belirgindir. Bu özellikler daha sonra Gnostiklerde belirgin şekilde korunmuştur
Mesih ve Yeniden Dirilme Sorunu
’Mesih inancı’nın zaten Yahudi geleneklerinde olduğunu ve son dönem Yahudi Mezhepleri’nin bir kıyamet ve onun habercisi olacak bir Mesih beklediğini biliyoruz. İsrail Halkı’nın kurtuluşu anlamına gelecek olan bu Mesih’ten, daha ‘Peygamber İşaya Dönemi’nde bahsedilmekteydi. Ancak orada bahsedilen Mesih bir kraldı ve Davut’un soyundan gelerek İsrail’i kurtaracaktı. İsrail Halkı için yaşanacak felakette bu kurtarıcı gelecek ve yeniden Tanrı’nın krallığını kuracaktı.
İncil anlatımlarında İsa bir tür otacı, hekim yada büyücü gibi çizilir. Çok sayıda mucize gerçekleştirir. Halk onun bekledikleri kurtarıcı olduğunu düşünmeye başladığında ise beklenen ‘Kral Mesih’ olmadığını söyleyerek kaçar. 5000 kişiyi Taberiye Gölü’nün kıyısında balık ekmekle doyurmasından sonra halk İsa’yı bekledikleri kral olarak alıp götürmek ister. Bunun üzerine halkı dağıtır ve kendisine sadık kalanlarla dağa çekilir. (Yuhanna 6:15) Ancak daha sonra Kudüs’e ‘beklenen Mesih’ edasıyla girer. (Yuhanna 12: 12-19) Halkın “İsrail’in kralına övgüler olsun!” diye bağırmasını engellemeyi düşünmez; tersine “Yeşaya ve Zekeriya Peygamberlerin Kral Mesihi” olarak kabul edilmeyi ister gibi davranır.
Bu çelişkiyi anlayabilmemiz için Helenistik Sentez’in daha çok içine girmemiz gerekiyor. Helen dünyasında Yahudilerdeki gibi bir Mesih beklentisi yoktu. Ancak şimdiye kadar anlattığımız Mistik Helen Tanrıları hep ölüp yeniden dirilmişlerdi. İsa’ya bu özelliğin verilmesi ‘zamanın ruhu’nun yeni din sentezcilerinin üzerine çökmesi gibidir. Yahudilerin beklediği Mesih ile Helen dünyasının ölüp tekrar dirilen tanrıları bir senteze sokularak Helen dünyasının kabul edebileceği bir form üretildi. Bu İsa’nın hem tanrı hem insan olmasının da açıklanmasını sağlar.
Bu yeni formülasyon yine de tek başına güçlü değildir. Bu senteze can veren Pavlus olmuştur. İsa’nın çarmıhta ölüp yeniden dirilmesini ‘Helen Mistisizmindeki Erginlenmeler’in içeriğine benzer biçimde yeniden yorumlamıştır. Erginlenen sadece bir insan, yani İsa değildir. Erginlenme Tanrıları’nın öykülerine uygun bir kadim derinlik taşınır bu ölüme. Pavlus bunu “Böylece tek bir suçun bütün insanların mahkûmiyetine yol açması gibi bir doğruluk eylemi de bütün insanlara yaşam veren aklanmayı sağladı!” (Romalılar, 5:18 ) diye açıklar. Bu açıklama tamamen Helen Mistisizmi’ne uygundur. Erginlenme Ayini’ne katılan kişiler tanrıları gibi sembolik olarak ölüp yeniden dirilmekteydi. Pavlus, İsa’nın ölüp dirilmesini de aynı biçimde açıklar. Böylece İsa’ya inanmak sayesinde aynı Helen Mistisizmi’nde olduğu gibi tanrıyla birleşme gerçekleşmektedir.
Pavlus ölüm ve yaşam kavramlarına verdiği içerikle bizi Platonculuğa geri götürür. Buna göre Erginlenmemiş yada bilince varmamış bir insan aslında yaşamıyor demekti; ölüydü… Gerçekten yaşayabilmesi için Erginlenmesi – yani inanması- ve tanrıya bağlanıp onla bütünleşmesi gerekiyordu. Bütün mistik dinlerde bu yeni yada gerçek yaşama ancak Erginlenme ile ulaşılıyordu. Pavlus ‘Mistisizm’in bu belirgin öğesini öğretisine taşır. Yaşama ve ölüme yeni anlamlar yükler. “Bir zamanlar ‘Yasa’nın bilincinde değilken diriydim! Ama buyruğun bilincine vardığımda günah dirildi, bense öldüm! Buyruk da bana yaşam getireceğine ölüm getirdi!” (Romalılar, 7:9-10) yada “Eğer Mesih içinizdeyse bedeniniz günah yüzünden ölü olmakla birlikte aklanmış olduğunuz için ruhunuz diridir!” (Romalılar, 8:10)
Görüldüğü gibi Pavlus’a göre ‘yaşam’ ancak İsa’ya inanmakla mümkündür. Pavlus inanmadığı dönemler kendisini ölü sayar. Bu anlayışın geleneksel Yahudi çevrelere anlamsız geleceği açıktır. Ancak Grek dünyası için son derece kolay anlaşılır bir şeydir. Aslında Pavlus, Grek dünyasına yazdığı mektuplarda ‘Yahudi Kıyameti’nden pek fazla bahsetmez. Grek dünyasına daha yakın gelecek sözcükler ve İlk Hıristiyanlığa yabancı bazı kavramlar kullanır. Yukarda örneklediğimize benzer şekilde ‘nefsani insan’ ve ‘ruhani insan’ gibi bir ayrıma yönelir. Yada ‘şeytanın krallığı’ ile ‘tanrının krallığı’ gibi Geç Dönem Hıristiyanlığın kesinlikle kabul edemeyeceği ‘Dualist’ ifadeler kullanır.
Kısacası Pavlus, Mesihçiliği ölüm ve diriliş temasına yerleştirerek yeni bir sentez gerçekleştirmiştir. Bu sentez ile İsa’nın önce Kral Mesih olmayı reddetmesi, sonra kabul etmesi daha anlaşılır hale getirilmiştir. Bu çelişkili durumu anlayabilmemiz ancak Helen Mistisizmi yardımıyla mümkündür.