Rüyalar ve kâbuslar aynı maddeden yapılmıştır; ama bir kâbus var ki bize, görmemize izin verilen tek rüya olduğunu söylüyor. Bu kâbus: Hayattan tiksinen, eşyalara tapan bir gelişme modelidir. Politikacıların müjdesi, teknokratların iddiaları, çaresizlerin hayali: Üçüncü Dünya ülkeleri, Birinci Dünya ülkeleri gibi zenginleşecek ve uygarlaşacak ve de mutlu olacaklar; ancak uslu davranır, karşı koymaz ve çıt çıkarmadan kendisine söyleneni yaparlarsa. Tarih adındaki televizyon dizisinin son bölümüne göre gelecek, açlıktan ağzı kokanları hal ve
Endüstri artığı çöplerin sebep olduğu ekşi yağmur kuzey yarı küresindeki ormanları ve gölleri öldürürken, zehirli artıklar nehirleri ve denizleri zehirliyor. Güney yarı kürede ihracata dayalı tarım endüstrisi kendini gösteriyor, ormanları ve insanları yerle bir ediyor. Kuzeyde güneyde, doğuda batıda insanoğlu gözleri dönmüş bindiği dalı kesiyor. Üç beş ülke bütün insanlığın can damarını emiyor. İsraf toplumunun cürüm ve çılgınlığı: Bütün insanlığın, zenginlikleri elinde tutan yüzde altısı, dünyada üretilen enerji ile tabii yeraltı kaynaklarının üçte birini keyfine göre kullanıyor. İstatistiklere göre bir Amerikalı 50 Haitili’nin kullandığı enerjiyi kullanıyor. Kendi kendimize sormakta yarar var: Elli Haitili elli Amerikalı kadar enerji kullanmaya kalksa ne olur? Lüks eşyalar, otomobiller, televizyonlar, atom reaktörleri, elektrik santralleri böylesine çılgın bir tempoyla çoğalsa ne olur?
Hava sıcaklığının artmasıyla kıyamete aday dünyamız ikliminin hali ne olur? Erozyon yüzünden elimizde kalan azıcık toprağın hali ne olur? Ya su? Dünya nüfusunun üçte birinin içmek zorunda olduğu cıva ve kurşunla, endüstri artığı maddelerle zehirlenmiş olan su? Ne olur? Olacağı şu: Dünyadan başka gezegene taşınmak. Parolası israf olan “Amerikan tarzı yaşam”, ancak ve ancak bir azınlık tarafından yönetilen ülkelerde kök salabilir. Bu yaşama biçiminin üstünlük kazanması insanlığın intiharı demektir. Böyle bir şey olur mu? Hayır. Ama, böyle bir yaşama şekli arzu edilir mi? İyi organize edilmiş bir karınca yuvasında birkaç kraliçe ve çok sayıda işçi karınca vardır. Kraliçeler kanatlı olarak doğar ve sevişme yeteneğine sahiptirler. Uçamayan ya da sevişme gücünden yoksun olan işçilerin görevi kraliçeler için çalışmaktır. Bir de bu işçileri kontrol eden, kraliçeleri koruyan askerler vardır. Güney Amerika’da, istatistiklerde rastlanmayan bir gerçek var: İki işte birden çalışmak; pek çok insanın gerçeği bu.
Ancak bu şekilde açlıktan ölmekten kurtuluyorlar. Ama, parmak uçlarına kadar gelişmiş bir insanın karınca gibi çalışması doğru mu? Zenginlik serbestlik mi, yoksa misliyle serbestliğe karşı duyulan korkuyu beraberinde mi getiriyor? Japon şehirlerinde 20 yıldır haftada 47 saat çalışılıyor. Bu zaman içinde Avrupa’da iş günü kısaltıldı, ama üretimde kendini gösteren gelişmeye ters düşecek şekilde. Eskiden bin işçinin yaptığı işi şimdi fabrikalarda otomatik makinelerde on işçi yapıyor. Bunun adı vakit kaybetme serbestliği: Tüketici toplumun buna bile tahammülü yok. Tatil bile massa turizm (toptan tatil yapmak) adı altında endüstrileştirilmiş, yorucu bir uğraşı halini almış durumda. Vakit öldürmek: Karınca yuvası şehirlerden modern plajlara akın etmek demek. Antropologlara göre atalarımız haftada 20 saatten fazla çalışmıyorlardı. İsviçreli çağdaşlarımız 1988’de iş gününü haftada 40 saate indirmek konusunda referanduma gittiler, ama buna karşı oy kullandılar. Karıncalar birbirleriyle, başlarında boynuza benzer organlarla konuşup anlaşıyorlar. Onun gibi, televizyonlarımızın anteni günümüz dünyasını yöneten güçlerin merkezi ile irtibat halinde.
Ekran bize, Kristof Kolomb’un yerlilere incik-boncuk verişi gibi, mal edinme arzusu, tüketim hırsı, rekabet heyecanı ve başarıya ulaşmak arzusu veriyor. İyi de satıyor. Ama reklamlar bize, Dünya Sağlık Teşkilatı’nca verilen bilgilere göre, dünyada üretilen sinir yatıştırıcı ilaçların yarısının ABD’de kullanıldığını söylemiyor. Son 20 yıl içinde ABD’de haftada işe ayrılan saatlerin sayısı artmış bulunuyor. Yine bu 20 yıl içinde stres hastalarının sayısı da iki katına çıkmış bulunuyor. Caaguazù’da (Paraguay) bana “Bir çiftçinin değeri inekten az, tavuktan çok” dediler. Brezilya’nın kuzeydoğusunda da: Ekenin toprağı yok, ekmeyenin var. Köylerimiz boşalıyor. Güney Amerika şehirleri cehennem çukuruna dönüyor. Mexico City yılda yarım milyon insan ve otuz kilometre kare temposuyla büyüyor: Şu anda nüfusu Norveç nüfusunun beş katı. Bu yüzyılın sonuna doğru Meksika şehri ile Brezilya’da Sao Paulo dünyanın en büyük iki şehri olacaklar. Gürültülü, duman bulutlarına gömülmüş Güney Amerika şehirlerinde bisiklet yolları, zehirli egzoz gazlarına karşı filtre yok.
Temiz hava ve sessizlik öylesine azaldı ki, zenginlerin en zengini bile bunları artık satın alacak durumda değil. Meksika şehrinin üzerine kirli bulutlar çökmüş. Çocuklar, kanları kurşunla zehirlenmiş olarak doğuyor. Yarım yüzyıl öncesine kadar dünyanın en temiz havasına sahip olan bu şehre birkaç kere ölü kuş yağdı. Havadaki karbon monoksit miktarı, insanın katlanabileceği en yüksek miktarın üç katı. Beş milyon otomobil: Sao Paulo, kalp sektesi bekleyen hasta şehir olarak tarif ediliyor. Egzoz gazlarından göz gözü görmüyor. Hava kalitesi: Kötü. Bu kalite, 1986’nın 323 günü kirli ya da çok kirli idi. 1989’da yağmursuz ve rüzgarsız geçen günler boyunca Santiago de Çile, Meksika şehri ve Sao Paulo ile birlikte hava kirliliği için yarıştılar. Şili’nin genç ve demokratik hükümeti, her gün havaya fırlatılan 800 ton kirletici gazı önlemek için en asgari tedbirleri almaya karar verdi. Otomobil ve fabrika sahipleri ayağa kalktılar: Bu, ticaret yapma ve mülkiyet hakkına saldırmak demekti.
Başkalarının özgürlüğüne saygısı olmayan para kazanma hakkı Pinochet’nin diktatörlük yıllarında sınırsızdı ve çevre kirlenmesine büyük katkıda bulunmuştu. Kirletme hakkı, yabancı yatırımcıları kamçılayıcı en temel faktörlerden biri ve en azından, işçilere açlıktan ölmeyecek kadar ücret ödeme hakkı gibi önemli. Tüketici toplum insanları tüketiyor, tüketime zorluyor ve bu arada televizyon, okumuşuna da cahiline de suç işleme kursu veriyor. Gerçek hayatta televizyon taklit ediliyor, sokaklardaki şiddet ve zorbalık televizyonun bir uzantısı. Sokak çocukları suç işleme talimi yapıyorlar ve sokak bu talim için en uygun yer. Bu çocukların insanlık hakları onları hırsızlık yapmaya zorlayacak ve ölüme sürükleyecek dereceye indirilmiş. Kendi kaderlerine terkedilmiş kaplan yavruları ava çıkıyor. Herhangi bir köşe başında adam soyup, adam vurup kaçıyorlar. Açlığa, soğuk ve yalnızlığa karşı en etkili ilaç olan solüsyonu ciğerlerine çekerek ve başka uyuşturucu ilaçlar kullanarak ya da bir kurşunla genç yaşta ölüp gidiyorlar. Güney Amerika’nın büyük şehirlerinde dolaşmak yürek isteyen bir iş. Evde kalmak da öyle. Şehir eşittir hapisane: Açlığa mahkum olmayan korkuya mahkum. Elinde az da olsa biraz parası malı olan devamlı saldırıya uğramak korkusu içinde yaşıyor. Parası çok olan kalelerde yaşıyor. Büyük apartman binaları ve villa kompleksleri, elektronik çağın feodal kaleleri. Pazar ekonomisi çağında fazlalık çocuklar ya açlık ya da kurşunla temizleniyor. Açlıkla tokluk sınırında yaşayan işçi ailelerinden gelen bu sokak çocuklarının topluma yararı yok, olamaz da.
New York Times’a göre Ocak-Ekim 1990 arası başkent Guatemala’da kırktan fazla çocuk kurşunlanarak öldürüldü. Dilenen, çalan, çöplükten topladıkları artıklarla karınlarını doyurmaya çalışan çocukların dilleri kesilmiş, gözleri oyulmuş, kulakları koparılmış cesetleri çöp tepeleri arasında yatıyordu. Uluslararası Af Örgütü’ne göre 1989’da Brezilya’nın Rio de Janerio, Sao Paulo ve Recife şehirlerinde 457 çocuk öldürüldü. Ülkenin kapitalizmden uzak geri kalmış bölgelerinde ölüm mangaları ve polis tarafından işlenen bu cinayetlere rastlanmıyor. Ekonomiyle birlikte sosyal adaletsizlik ve hayata duyulan saygısızlık da büyüdü. Ölüm cezası bulunmayan ülkelerde her Allahın günü bu usûl uygulanıyor ve kamuoyunu etkileyenler bu cinayetleri savunuyorlar. 1990’da bir mühendis Buenos Aires sokaklarında otomobilinden teybini çalıp kaçmaya çalışan iki genç hırsızı öldürdü. Arjantin’in en nüfuzlu gazetecisi Bernardo Neustadt televizyonda “Ben de olsam öyle yapardım” dedi. Brezilya tarihinde tek başına en çok oy alarak Rio de Janeiro’dan milletvekili seçilen Afanasio Jasadji bu başarısını radyo için hazırladığı programlara borçluydu. Bu programlarda boğazı yırtılırcasına ölüm mangalarını, işkenceyi ve suç işleyenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini savunuyordu. Barbar kapitalizm uygarlığında mülkiyet hakkı hayat hakkından daha ağır basıyor. İnsanlar eşyalardan daha değersiz. Bunu anlamak için kanunlara bir göz atmak yeter: Kıtanın üç güney ülkesinde askerî diktatörlerce uygulanan devlet terörizmini beraat ettiren, cürmü ve işkenceyi affeden kanunlar, mülkiyet hakkına karşı işlenmiş olan suçları affetmediler.
Şubat 1989, Caracas. Kamu hizmeti veren taşıt araçlarının bilet fiyatlarına aşırı zam geliyor, ekmek fiyatı üç katına çıkıyor ve halk galeyana geliyor: Sokaklarda üç yüz, beş yüz, kimbilir kaç yüz ölü. Şubat 1991, Lima. Peru kıyılarında başlayan kolera salgını liman şehri Chimbote ile Lima’nın gecekondu mahallelerinde bir iki gün içinde gerisinde yüzlerce ölü bırakıyor. Hastanelerde serum yok, tuz yok. Hükümetin kemerleri sıkma politikası sağlık hizmetlerini kötürüm ediyor, yoksulluk sınırında yaşayan ve asgari ücretten de düşük ücret alan Peruluların sayısını kısa sürede iki katına çıkarıyor. Asgari ücret ayda 45 dolar tutarındadır! Günümüzün savaşları, elektronik savaşlar video ekranında verilmektedir. Kurbanları duymuyor, görmüyorsun. Laboratuvar ekonomisi açları ve kuruyup çatlayan toprağı görmüyor. Uzaktan kumandalı silahlarla vicdanlar titremeden öldürülüyor. Üçüncü Dünya ülkelerine zorla gelişme yardımı ve planları kabul ettiren uluslararası teknokrasi de dışarıdan ve uzaktan öldürüyor. Ülkelerimiz anahtarlarını, varlarını yoklarını, serbest pazar adı verilen uluslararası tekellere teslim ediyorlar. Uluslararası teknokrasi, serbest pazar ekonomisinin zenginliğin muskası olduğunu söylüyor. Ama bu vaazı veren zengin ülkeler bu ekonomiyi kendileri neden uygulamıyorlar? Zayıfların gerildiği çarmıh bu serbest pazar, güçlülerin en başarılı ihracat malı. Yoksul ülkelerde kullanılmak üzere imal ediliyor.
Hiçbir zengin ülke bu malı kullanmış değil. Serbest pazarın arz ve talep arasındaki şüpheli evliliği yoksulları cezalandırıyor ve bir spekülasyon-ekonomisi doğuruyor. Prodüktivitenin önüne geçiliyor, alınteri itibardan düşürülüyor, tüketime tapılıyor. Borsa binalarındaki tabelalara ya da televizyon ekranlarına bakılarak sanki bir insandan söz ediliyormuş gibi: “Dolardan ne haber?” diye konuşuluyor. Trajedi, komedi biçiminde kendini tekrarlıyor. Kristof Kolomb’dan bu yana Güney Amerika, başkalarının kapitalist gelişmelerini kendi trajedisi olarak yaşadı. Şimdi bu trajedi, komedi olarak tekrarlanıyor. Gelişme karikatürü: Çocuk pozu takınan cüce. Teknokrasi insan değil, rakam görüyor; ama işine gelen rakamları görüyor. Yüzyılımızın sonuna doğru son 25 yılın birkaç modernleşme başarısı kutlanacak. Mesela, uyuşturucu madde ticaretinden elde edilen paralarla gerçekleştirilen Bolivya mucizesi: Kalay devri bitti ve kalayla birlikte maden işçileri sendikalarının ve Bolivya’nın en mücadeleci diğer sendikalarının da sonu geldi: Suyu olmayan Llallagua köyünün artık Calvarie dağı tepesinde çanak anteni var. Ya da Şili mucizesi. Şili’de resmî istatistikler ekmek bolluğundan bahsediyor, ama aynı zamanda açların çoğaldığını da itiraf ediyorlar. 1970’de Şili halkının yüzde 20’si fakirdi, şimdi ise yüzde 45’i. İnsanlık değeri gelir-gider hesaplarıyla takdir ediliyor ve fakirleri gözden çıkarmak gelişme adına sosyal giderleri kısmak demek.
1990 başında Stern, gelişme uğruna Almanya’nın uğradığı zararların bir bilançosunu çıkardı. Dergi otomobil kazalarının, trafik tıkanmasının, hava-su ve yiyecek maddeleri kirliliğinin sebep olduğu can ve mal kaybınının hesabını çıkararak bu zararın, Alman milli ekonomisi toplam prodüktivitesinin dörtte biri tutarında olduğu sonucuna vardı. Bir de, modernleşme uğruna Güney Amerika’nın uğradığı felakatlerin sebep olduğu zarar hesaplansa, ortaya çıkacak rakam görülmeye değer. Bizim gibi serbest pazar ekonomisi masalına inanmış ve paranın, başıboş bırakılan bir kaplan gibi sirküle edilmesine izin vermiş ülkelerin uğradığı zarar acaba ne kadardır? Sûni ihtiyaçlar yaratarak bizi gerçek ihtiyaçlarımızı unutmaya zorlayan bir sistem yüzünden uğradığımız ve uğrayacak olduğumuz zarar? Bu nereye kadar ölçülebilir? İnsan ruhuna açılan yaralar ölçülebilir mi? Durmadan artan şiddet olayları, kokuşan günlük hayatımız? Batı zafer çığlıkları atıyor. Doğu blokunun çöküşünden sonra mazeret hazır: Doğu’da durum çok daha kötüydü. Acaba öyle mi? Burada her şeyden önce sorulması gereken soru, sanıyorum, Doğu’nun yapı bakımından temelde değişik olup olmadığıdır. Batı’da adalet, özgürlük adına Prodüktivite tanrıçasına kurban edildi. Doğu’da ise özgürlük, adalet adına Prodüktivite tanrıçasına kurban edildi. Güney’de ise bizim hâlâ, bu tanrıça uğruna can vermeye değer mi sorusunu soracak vaktimiz var.