Edebiyat dünyasında kazanlar kaynarken bile hep sessizliğini koruyan ustalardan biridir İhsan Oktay Anar. Az röportaj verir. Üstelik sık da yazmaz; okurunu sabırsızlıkla bekletir… Kitapları bir solukta okunan ve insanı rüya ile gerçek, tarih ile iç dünyası arasında yolculuğa çıkaran Anar ile geçtiğimiz hafta içinde aldığı Erdal Öz Edebiyat Ödülü vesilesiyle bir araya geldik…
‘Uzun İhsan Efendi’ ile Karşıyaka Hergele Meydanı’ndan tanışırız; muhabbetimiz o günlerden… Çocukluk arkadaşları bizler, 1.98 boyu ile maruf Uzun İhsan’ın başarılı bir yazar, önemli bir adam olacağını bilemezlerdi kuşkusuz; ama çok okuyan, okuduğunu da anlayan bir çocuk olarak dikkat çekerdi. O, hep az konuşan çok düşünen bir insan oldu.
İhsan Oktay Anar, bugün geldiği noktada dikkat çeken, sevilen ve konuşulan önemli bir yazar, başarılı bir akademisyen. Bütün bu özelliklerini önemsemeyecek kadar da mütevazı, kendini anlatmayı sevmeyen bir adam.
Kısa İstanbul macerası ve sonrasında yuvaya dönüşümüzde, İstanbul’un onu neden korkuttuğunu anlayamamıştık. ‘Ben gelmem İstanbul’a’ demişti de başka bir şey dememişti… Şimdi daha iyi anlıyoruz. ‘Puslu Kıtalar Atlası’ndaki Rendekar’ın Rene Descartes olduğunu hayli geç anladığımız gibi… İzmir’e, Karşıyaka’ya olan aidiyetini anlamak için, onun ‘Hasköy Gemisi’ (1999) adlı öyküsünü okumamız gerekecekti. Öykünün kahramanı olan Hasköy Gemisi’nin adını sonradan değiştirdiler ama bugün hala Körfez’de hizmetimizde… 1950-60 yılları arasında Karşıyaka’da doğmuş büyümüş bütün çocukların ortak öyküsüdür bu öykü. Bir gemi üzerinden bir nesli anlatır. Üniversitede verdiği felsefe derslerinde, güzel uçurtma uçurmanın sırlarını neden anlattığını da yine bu öyküyü okuyanlar bilir. Eskiden derslerinde ‘Zagor Baltası’ yapmayı da anlatırmış…
Can Yayınları bu yıl, ‘Erdal Öz- Edebiyat Ödülü’ne İhsan Oktay Anar’ı layık görmüş. ‘Edebiyatımıza kazandırdığı birbirinden önemli romanları, bu romanlarda ortaya koyduğu özgün üslubu nedeniyle…’ diye de bir açıklama yapılmış. Ödül, gelecek cuma (26 Mart) günü Pera Müzesi’nde sahibine verilecek… Ödül jürisinin ‘yazarın Türkçe’ye ve Osmanlıca’ya olan hakimiyetini, romanlarının dilindeki ağır işçiliği’ de önemsediğini düşünüyorum. Bu arada jürinin çok değerli isimlerden oluştuğunu da belirtmekte yarar var. Kendisi ‘medyatik’ bir yazar değildir, tanımadığı gazeteci ile kolay röportaj yapmaz. Kalemiyle, duruşuyla, edebiyat dünyasında büyük saygı görür; ama bunu da umursar mı bilinmez!
Bir hafta önce babasını yitirmiş olmanın acısını yaşayan İhsan Oktay Anar ile Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yaptığı Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin bahçesinde gezerek söyleştik… Üniversite hocalığı pek kolay bir iş değil. Edebiyat Fakültesi’nde Antik Felsefe ve Antik Yunanca dersleri veriyor. Bir yandan da edebiyatla uğraşıyor ama ‘yeterince yazmadığı’ için eleştiriliyor.
Son ödüle sevinmiş. Başka ödüller de almıştı, hepsinde aynı sevinci yaşamadığını biliyorum. Geçmişteki ödüllerinden söz açılınca, Fransa’dan gelen bir ödül ile Oğuz Atay ödülünü saydı. ‘Bu ödüle gerçekten çok sevindim. Erdal Öz adına verilen bir ödülün sahibi olmak ne güzel. 50 kuşağının en iyi yazarlarından biridir, gençliğimizde okuduk. Erdal Bey kitapçı raflarındaydı o zamanlar, şimdi zihnimizde gönlümüzde’ diye özetledi yeni ödüle bakışını…
ELİF ŞAFAK’TA FARK VAR
Üniversitede ders vermen, sadece ekmek parası ile açıklanabilir mi?
Hayır, ekmek parası edebiyatı geride kaldı, gerçekten çok zevk aldığım için yapıyorum bu işi. Öğrencilerle beraber olmak güzel, onlara ders anlatmak için hazırlanmak, araştırmak güzel. Sonra felsefe çok güzel…
Peki, öğrencilerle aran nasıl? Seviyor musun onları?
Yüzde beşini çok seviyorum, çok beğeniyorum. Yüzde 20’sini beğeniyorum. Kalanları da beni sevmiyor…
1995’te ‘Puslu Kıtalar Atlası’ yayımlandığında, senin için ‘yeni bir soluk’ denmişti… Ardından iki kitabın peş peşe geldi: ‘Kitab-ül Hiyel’ (1996) ve ‘Efrasiyab’ın Hikayeleri’ (1997). Sonra ‘Yazmaz oldu bu adam’ dedik. 2005’te ise ‘Amat’la sarsıldık, geçen yıl da ‘Suskunlar’ı bir solukta okuduk.
Kendini hala yeni bir soluk gibi hissediyor musun?
Türk edebiyatı tık nefes bir edebiyat değil, edebiyatımızda genç ve yetenekli yazarlar, şairler var. Yeni soluklar var yani (gülüyor)… Benim için durdu diye düşünülmesi normal, ama çok uzun araştırmalardan sonra yazabiliyorum romanlarımı. Örneğin denizcilik tarihi üzerine tam üç yıl ne var ne yoksa okuduktan sonra yazabildim ‘Amat’ı… Bu arada edebiyat fakültelerinde ‘Puslu Kıtalar Atlası’nın ders kitabı olarak okutulmasını da atlama lütfen. Ders kitabı olarak yeni bir soluk sayılabilirim…
Peki, günümüz edebiyatından en beğendiğin yazar kim?
Tabii ki Elif Şafak. Başkaları da var, ama sadece Elif Şafak’ta fark var… Bu nedenle o ne yazsa hemen okumaya çalışıyorum, diğerlerine uzun uzun vaktim olmuyor. Yeni yazarlardan öğrencilerimin bana anlattıkları ya da yazdıkları ile haberdar oluyorum…
KADINLARI ANLARSAN SEVERSİN
Elif Şafak’ın ‘Siyah Süt’ü için kısa bir süre önce ‘Erkeklerin kolay anlayabileceği bir kitap değil’ demiştin…
Bu fikrim değişmedi. ‘Siyah Süt’, kadınların anlayabileceği, kolay empati kurabileceği bir kitaptır. Kadınların anladığı edebi eserleri, erkekler her zaman anlayamaz. Erkeklerin böyle bir farkı yok.
Kadınları gerçekten anlamak mümkün mü sence?
Kadınları anlarsan seversin, anlamaya çalışmak, çaba göstermek lazım… Anlayamadıkları için seven, benim bulmaca meraklısı gibi baktığım arkadaşlarım da var. Bulmaca çözüyorlar, çözerken seviyorlar kadınları. Kadınları tanımadan sevenler oluyor. Bunlar, bulmaca çözme uğruna aşık oluyorlar.
Peki, çözebiliyorlar mı sence bulmacayı?
Bilemem, kendilerine sormak gerek. Ben çözebileni de gördüm ama çözemeyenler çoğunlukta…
Pek çok dile çevrilen ‘Puslu Kıtalar Atlası’nda Uzun İhsan Efendi, ‘Dünya bir düştür, ah evet dünya! Dünya bir masaldır’ diyordu… İhsan Oktay Anar’ın dünyası da bir düş mü?
Evet, aynen öyle… Dünya bir rüyadır, roman yazmak zaten bir kurmacadır; hayali olan rüya görür…
Gerçekten böyle mi bakıyorsun?
Zaman zaman böyle bakarım, tersi de olur, ama masallarımı anlattığım gerçek. Zaman zaman bir demir kadar sert, zaman zaman da sünger gibi yumuşaktır dünya. Ama sadece benim için değil, bütün insanlar için böyledir. Ben o masalı anlatmaya çalışıyorum.
İhsan Oktay Anar’ın bir konuda yazacaksa o konuda ne varsa okuyan, bırak okumayı o konuda ne varsa yalayıp yutan çok meraklı bir adam olduğunu biliyoruz. Nasıl beslendiğini bir de senden dinleyelim...
Sen de zaman zaman söylersin. Hipokrat ‘ne yiyorsak oyuz’ demiş ya… Ben de ne okuyorsak, neyden zevk alıyorsak oyuz diyorum. Bana okuduklarım hiçbir şeyin ötekinden daha önemli ya da daha az önemli olmadığını gösterdi. Din de önemlidir, kadınlar da, siyaset de, tarih de… Hiçbiri diğerinden daha önemli ya da önemsiz değildir.
Seni okuyanların tarihe merak sardıkları görülüyor.
Tarih okumak gerçekten çok keyiflidir, böyle bir duygu yaratabiliyorsak iyi…
RESSAM OLABİLİRDİM
Senin için yazılanları okur musun?
Bu konuda biraz ihmalciyim galiba. Benim için yazılan her şeyi okuduğum söylenemez. Evet, biraz ihmal ediyorum bu işleri. Vakit de yok zaten…
Önceki soruyu sormanın nedeni, bir eleştirmenin senin hakkında ‘Birinin bu kadar ayrıntılı yazabilmesi için gözüyle görmüş olması gerek’ dediğini okumuştum. Üç-dört yüz yıl öncesini göremediğine göre nasıl yazıyorsun diye sormak gerek şimdi…
Çok basit… Ben bunları düşünmekten çok zevk alıyorum, önce düşünüyorum, zevk alarak yazıyorum. Sonra yeniden düşünüyorum, yine zevk alıyorum ve keyifle yazıyorum.
Ama yeterince yazmadığın, az yazdığın konusunda eleştiriler de var.
Elimden geldiği kadar yazıyorum, edebiyat nicelikle ilgili değil, nitelikle ilgilidir. Belki az yazıyorum, her yıl yeni bir roman çıkmıyor, ama iyi ürünler vermek istediğimi de unutma…
‘Puslu Kıtalar Atlası’ndan bu yana neler değişti Uzun İhsan Efendi’de…
Hayata karşı biraz daha hoşgörülü, olayları daha yumuşak algılayabilen bir insan oldum. Zaman böyle bir şey… Köşelerimizi yontuyor, bizi daha hoşgörülü hale getiriyor. Değişmeyen abartı… Abartıyı eskiden sevmezdim, şimdi de sevmiyorum…
Geçmişte kitaplarının çizimlerini de yapıyordun, artık vazgeçtin galiba…
Köreldi ya da körelttim diyelim. Eskiden kartondan maketler yapardım ve çok eğlenirdim. Kitaplarımdaki çizimler de eğlenceliydi. Ama şimdi zaman bulamıyorum. Aslında lise yıllarımda edebiyattan da hoşlanırdım, resimden de. Üniversiteye girdiğim 1980 yılında İzmir’deki Güzel Sanatlar Fakültesi açılmış olsaydı, ben, edebiyat-felsefe yerine resim bölümüne giderdim ve ressam olurdum herhalde. Yaşamımızı belirleyenler kısmen koşullardan kaynaklanıyor.
İstanbul’a gidip resim okuyabilirdin…
O zamanlar da İstanbul’da yaşamayı düşünmezdim.
Şimdi de düşünmüyorsun galiba…
İzmir kolay vazgeçilebilir bir şehir değil. İstanbul denince aklıma, önce gasp, hırsızlık, uyuşturucu geliyor. Ancak Boğaz da, Topkapı Sarayı da İstanbul’da, bunu da biliyorum ama yaşamayı düşünmedim, düşünmüyorum…
3600 SAAT KEMAN DERSİ ALDIM, ÖĞRENEMEDİM
Daha önce şöyle demişsin bir söyleşinde: ‘Yarın belki bütün elyazmaları, notları bırakarak kütüphanemi terk ederek ortalama bir kemancı olmaya çalışırım. Fakat kemana da bağlı kalamam. Yani bir insanın kendini yazar, öğrenci, genel müdür kimliği içine sıkıştırmasını, bununla kıvanç duymasını anlayamıyorum. Ne kötü diyorum ne de olumluyorum; fakat anlayamıyorum. Dünya o kadar büyük ve seçenekleri o kadar fazla ki keman çalmak bize zevk veriyorsa niye yazar olarak kalalım?’ Sonra da müthiş müzik bilgileriyle bezediğin romanın ‘Suskunlar’ı yazdın. Ders aldığını biliyordum, bu arada sen de iyi bir kemancı oldun herhalde?
Nerdeeeee… Maalesef çok kötü çalıyorum. Tam 3600 saat keman dersi aldım, insan dersi almaya 38 yaşında başlayınca demek ki öğrenilmiyor, ama kitap da yazıldı bu arada…
BU DÜNYAYA EĞLENMEYE GELDİK
Mercan Dede senin kitabından almış adını… Daha önce tanışıyor muydunuz? Halen muhabbetiniz var mı?
Paralel evrenlerin varlığına inanır mısın? Benim kalemimden çıkanlar Mercan Dede’ye gidiyordu… Daha kitap yazılırken… Birbirimizi hiç tanımıyorduk ama öyle oluyordu. Şaşırtıcı değildi bana göre. Kuantum fiziğinde bu var. Daha sonra tanıştık, şimdi aralıklı olarak görüşüyoruz.
Bugün dünyaya nasıl bakıyor İhsan Oktay Anar?
Biraz garip gelebilir ama bu dünyaya eğlenmeye geldik diye düşünüyorum… Ama tamamen stressiz bir yaşamı da düşünemiyorum. Elbette stres peşinde koşarken Bağdat’ta yaşamamız gerekmiyor. Stres zaman zaman lazım, ama bence dünyaya eğlenmeye geldiğimizi de unutmayalım…
YENİ KİTABA 2 YIL VAR…
Bir gelecek planı var mı?
Bir an önce yazın gelmesini ve güneşleneceğim günleri özlüyorum. Güneşlenmeyi planlıyorum.
Aslında tezgahta yeni kitap var mı, yok mu, onu merak ediyorum?
Bir kitap var, üzerinde çalışıyorum; 1,5-2 yıl daha sürer bitirmem. Adını söylemem. Sürpriz… Sadece yine tarihle boğuşacağımızı söyleyebilirim. Şu ara silah tarihi üzerine bol bol okuyorum. İnsanları geldikleri noktayla değil, aldıkları mesafeyle değerlendirmek gerekir…
Son sorum… Başka bir şey olmak ister miydin?
Can atmıyorum…
RÜYAMA EPİKUROS GİRSİN İSTERİM
‘Sokrates Öncesi Felsefede Varlık Sorunu’ başlıklı tezle yüksek lisans; ‘Antik Yunan Felsefesinde Zaman Kavramı’ başlıklı tezle doktora yaptın. Felsefe tarihinin yanı sıra Yunanca dersleri de veriyorsun. Rüyana antik çağdan kimse giriyor mu?
Hayır, girmiyor maalesef…
Kimin girmesini isterdin? Nasıl olsa antik Yunanca konuşuyorsun, anlaşabilirsin onlarla…
Aristoteles girsin isterdim. Sempatik ve şizoid olduğu için. Bir mide-bağırsak hastalığından öldüğü için kafasına her şeyi takan bir insan olduğunu düşünüyorum. Konuşmak isterdim. Platon’la karşılaşmak istemem doğrusu. Onun yazdığı ‘ideal devlet’te de yaşamak istemem. Ama rüyama en çok girmesini istediğim kişi Epikuros…
Neden?
Çünkü adam Hedonizmin babası… Keyifli bir yaşam sürmeyi, kafaya fazla bir şey takmadan kaliteli bir yaşamı savunuyor. İyi yemek, iyi içki, güzel kadınlar… Epikuros’la rüyamda da olsa karşılaşmak isterdim. Sefa pezevenkliği yani…
BİR ŞEHİR EFSANESİNİN ASLI
Askerliğin sırasında bir mayının üzerinde 6 saat boyunca kıpırdamadan kaldığını anlatan dostların var. Doğru mu bu? (Anar’la ilgili olarak anlatılan bir şehir efsanesidir: Bir mayına basmış ve 6-7 saat patlamaması için hareketsiz kalmış…)
Çok kritik bir yerde askerlik yaptım. Orada klasik müzik dinlerdim. Müziğin duygularıma tercüman olacağını düşünürdüm. Tam da öyle günlerin birinde elimizde detektörle mayın aramaya çıkmıştık. Detektör sinyal verince durdum. Kazmaya başladım, yani üzerine basmam söz konusu değil. Kayalar da mayın da yeşil renkliydi, sonra aradık aradık mayını bulamadık… Hikaye budur, abartmamak gerek…
NEDİM ATİLLA