Etika’nın Üçüncü Kitabının Duyguların Tanımına ayrılmış bölümündeki 38 numaralı önerme tek ve biriciktir… “Zalimlik” veya “Vahşet” tanımlanır burada –hemen aktarayım şöyle: “Za-limlik ya da vahşet birinin bizim sevdiğimiz veya acıdığımız birine zarar vermeye yönelik hissettiği dürtüdür…” Ve Spinoza bu tanımın hemen ardından bir açıklama yapar: “Zalimliğin zıddı bağışlayıcılıktır ve zihnin pasif bir hali değil, sayesinde insanın öfkesini ve kinini sınır-layabildiği bir kudrettir…”
Bu tanım ve devamındaki açıklama Spinoza’da biriciktir, çünkü yepyeni ve henüz aşamamış olduğumuz bir “öznellik” problemini hissettirir. Bu önermenin biricikliğinin tahlil edildiğiyle hiçbir komanterde karşılaşmadım. Ben de yalnızca tuhaflığı not etmekle kalacağım şimdilik, ama sadece Spinoza felsefesinin yorumlanması açısından değil, hayata dair düşünmenin güç-leri açısından da böyle bir tuhaflığın gözler önüne serilmesinde bir yarar var.
Mesele şu: bilirsiniz, Spinoza çok sistematik bir düşünür –ve hatta tam da bu yüzden eleştiril-diği de olur. Gilles Deleuze’ü bile şaşırtan bir bölüm, “duyguların genel tanımı” adı altında Ethica’nın duyguları zaten tanımlamış gibi göründüğü III. kitabın sonunda yer alıyor. Ve duy-guların hemen hemen tümü o bölümde bir vücudun üzerindeki dış etkilerin idealarının nerede ve nasıl işlediklerine bağlı olarak tanımlanıyorlar. Mesela sevinç varolma kudretimdeki artıştır; keder ise azalış. Sevgi, “dış bir nedenin fikri eşliğinde varolma kudretimdeki artıştır (yani sevinç)”; nefret ise tersi vesaire. Yani Spinozist tanımlamalar zincirinde bütün duygular sanki hep bir özneyi varsayıyorlar gibi –bunun bir Ben, Ego olmasına da gerek yok, çünkü Spinoza için her şeyin bir vücutlar kombinasyonu olduğunu zaten biliyoruz.
Ama gelin görün ki Spinoza “zalimliğin” tanımında bambaşka bir öznellikten bahsediyor gi-bidir: bir tek bu duygu vücudun kendisine değil başka bir vücuda veya zihne atfedilendir. Biz kendimize “kötü” diyebilsek bile mesela “zalim” diyemeyiz ve Spinoza bu durumun farkında-dır. Başka bir deyişle zalimlik insanların hep başkalarına atfettikleri bir duygudur. Başka bir deyişle, Spinoza’nın dilinde aslında bir duygu olarak ele alınmaması gerekirdi. Ethica’da Spinoza’nın ele almayı reddettiği ve olağan hayatımızda “duygu” diye nitelendirdiğimiz pek çok ruh halimiz var. Ve bunlarda hiçbir sorun yoktur: mesela gülme bir duygu değil bedensel bir etkilenmenin ta kendisidir. Ona tekabül eden birtakım duygular sıralayabilirsiniz: sevinç, sevgi, mutluluk.
Ama zulüm bambaşkadır. Biz onu illa ki bir başkasına atfederiz. Ve bu başkası bizim için zalim olursa bunun nedeni bize zulüm etmesi değildir. Öyle olsaydı ona zalim demezdik, dolaysız düşmanlığı yüzünden ondan zaten nefret ediyor olurduk ve nefret ile zalimlik arasındaki nüansa gerek kalmazdı. Spinoza meseleyi çok büyük bir incelikle yakalıyor gibidir:
“zalimlik” bize karşı değil, “sevdiğimiz veya acıdığımız” birine karşı yönelen bir “kötülük” isteğidir. Bir kral bendelerini eziyorsa ona zalim denir. Ben de onun bendesiysem bu daha sert duygulara yol açacak şekilde “katlanır” benim için –ve ben ondan dosdoğru nefret ederim… Ama bir sevdiğime, acıdığım bir kişiye karşı gösterildiğini düşündüğüm şiddet de bende doğ-rudan nefret uyandırır. O halde “zalimlik” gibi bir kavrama gerek kalmazdı. İşte Spinoza’nın muhteşem inceliği bu noktada belirir: zalimliği bir eğilime yorarız, bir eyleme değil. Bir eylem olsaydı onu gerçekleştirenden basitçe nefret ederdik, olur biterdi. Duygulardan bahsederken Spinoza’nın dil ve tanımlama kalıbının zalimlik konusunda
neden değiştiğini zannederim hissetmeye başlıyorsunuz. Sevgi, nefret, korku, aşağılama, al-çakgönüllülük –Spinoza’nın tanımladığı bütün duygular (affectus) eğer felsefeyi kötüye kul-lanarak Kartezyen bir Ego varsayarsanız, işte o kabın içine dahil edilebilirlerdi. Bir tek “za-limlik” illa ki “ötekine” aittir… Her şeyden önce bir “dürtü” olarak tanımlanır… Peki bizde başkalarının dürtüleri konusunda ne gibi bir fikir olabilir ki? O halde bu bir “atıftır”… Ötekine yüklediğim bir suçlamadır.
Zalimden nefret ediyorumdur, bu açık. Çünkü sevdiğim birisine kötülük etmeye hep itiliyor olduğunu varsayarım. Varsaydığım onun bir iç dürtüsü gibi kabul edildiğinden ortak dilin içine onu bir nevi “gammazlarım”. O zalimdir, vahşidir… Bu Spinoza’nın çok iyi incelediği bir “özne atfetme” sürecidir. Zülum diye algıladığımız bir eylemle karşılaştığımızda o eylemi gerçekleştirene hemen “zalim” deriz. Bu geçişin pek masum olmadığını Spinoza hissediyordu.
Şimdi esas konumuza geçebiliriz –her ne kadar bu noktaya kadar Spinoza’ya başvurma biçi-mim herkeste bir kafakarışıklığı yaratabilir olsa da. Spinozist bir perspektiften bakılınca sinema sadece ve sadece zalim ile tersini, yani kendine, nefretine ve kinine mukayyet olanı gös-terebilir. Zulmü göstermek çok kolay: her yerde epeyce var ve sinemanın tarihinde en az diğer sanatların toplamında temsil edildiğinden daha fazla bulunuyor. Oysa zalimliğin (Spinoza’nın inceleme biçimine göre aynı tanımla tanımlanması gereken) zıddı olan gücü, kinine ve öfkesine hakim olma çabasını göstermek çok zordur. Hemen anlıyoruz ki bu noktadan itibaren Deleuze’ün bahsettiği gibi, “eylem-imajlardan” vazgeçip “zaman-imajlara” geçmek gereke-cektir. Unutmayalım ki zalimlik hep başkasına atfedebileceğimiz bir kederdir. Atfedildiği için o kişide aslında bir zevk olabilir (bu bir sadomazo olayı gibi görünüyor). Birisi bize “zalim” olduğumuzu söylerse biz bunu asla üstümüze alınmayız. Ama karşılığında ona “zalim” deme-yiz. Oysa Spinoza hissetmiştir ki, “birinin bizden nefret ettiğini hissedersek ve kendimizde bu nefretin nedenini bulamazsak, karşılığında ondan zorunlu olarak nefret etmişizdir zaten”, do-layısıyla nefretin işleyişi ile “zalimlik” atfının işleyişi arasında psikolojik,mantıki, sosyolojik ciddi farklar bulunuyor. Hep başkaları zalimdir, biz asla olamayız. Hiçbir ceberrut hükümdar zalimliği kabul etmez –öfkelendiğini, nefret ettiğini söyler ama “zalimlik” kabul edilebilir bir etiket değildir. (Spinoza ve aşktan bahsederken bu vahşet nereden çıktı diyeceksiniz ama, inanın birbirlerinden çok uzakta değiller)…
Bütün sorun aslında Spinoza’nın sadece tek bir duyguyu, zalimliği veya vahşeti “bize dair” değil, “ötekine dair” tanımlamış olmasından çıkıyor. Ve bence Spinoza’nın labirentlerinde kaybolmak üzereyiz (ya da, diyelim, labirent onun ardılı Leibniz’in uzmanlık alanıdır, Spinoza okurken sürçerseniz kendinizi mutlak bir kaosta bulabilirsiniz).
Peki, yine Spinozacı bir soru: zalimlik hep “ötekine” ait olduğuna göre acaba gerçekten ondaki bir kedere tekabül ediyor mu? Spinoza tariflerinde bütün duygular, başkalarının arzularına yönelik olarak hayal edildiklerinde “gerçek” değil, “hayali”dirler. Sevmek demek birinin key-finin nedenini kendim diye algılamamak demektir. Spinoza her şeyi tek bir plana yaymıştır: “birinin beni sevdiğini düşünüyorsam ve ona bunun için hiçbir neden sunmadığıma inanıyor-sam, karşılığında zorunlu olarak onu severim” dediğinde Spinoza bu inançlar kalabalığının asla “gerçek” bir duygulanma nedeni olmadığını ısrarla hatırlatmayı da ihmal etmiyor. Spinoza için “onun sevgisi” benim vücudumda uyanan, benzerimin imajındaki bir değişimin benim kendime dair imajındaki değişime yakınlığından dolayı türeyen bir hazdır. Dolayısıyla, bendeki sevincin nedenini en az iki yerde bulabilirim: kendimde veya başka bir yerde… Kendimde bulamadığımda karşımdakinde bulmuş olurum ve böylece sevginin Spinozacı tanımı doğrulanır: beni seviyor, oysa beni sevmesi için hiçbir şey yapmış değilim, dolayısıyla sevdiğim odur… Bu basit bir nedensellik ilişkisi değildir: başka bir deyişle önce vaziyeti hissedip ondan sonra sözkonusu duyguyu yaşamam. Hissetme ve duygu aynı şeydir.
Kırılma noktası gerçekten de bir niyet olarak kavranan “zalimlik” ile ilgili olarak ortaya çıkıyor. Birinin bana zulüm ettiğini söyleyebilirim; ama bu aslında kendime acıdığımdan başka bir manaya gelmez.
Bu duyguyu ön plana çıkarmamın nedeni epeyce günlük hayat parçası olmasından ve politik açılımları bulunmasından dolayı aslında kısmi bir yalan söyledim. Çünkü Spinoza’nın “hep başkalarına atfedilen duygular” konusunda birçok başka örneği var: mesela “cüret” birinin eşitlerinin asla kalkışmayacağı tehlikeli bir işi göğüslemeye yönelik arzusudur. “Ödleklik” ise, tam tersine, birinin hemcinslerinin cüret edecekleri bir tehlike karşısında yüzgeri eden kişi için denir. Dolayısıyla arzudan kaynaklanan bir duygu değildir.
Bir de hadi bakalım, Spinozist tanımıyla şöyle bir duyguya ad takın: öyle biri ki kötü bir du-rumdan kaçma arzusunun önüne korktuğu o kötü durum karşısındaki onmazlığı çıkıyor –başka bir deyişle başına gelecekler karşısında “dili tutuluyor”… Gördüğümüz gibi Spinoza kaosu burada da işlemektedir.
“Ödlek”, “Zalim”, “Beceriksiz” –bütün bu duyguları genellikle hep “başkalarına” atfediyoruz. Bir konuda “beceriksizlik” ettiğimizi söyleriz ama bu o anla, o konuyla ve ileri süreceğimiz faydacı argümanla ilişkilidir. Buna karşın temel kötü duyguları rahatlıkla üstlenebiliriz: “öfke-lenmişizdir”, “nefret ederiz”, “korkarız”, “umut ediyoruzdur” vesaire. Spinoza’daki bu anlatım değişikliği –ki özneyle yüklemin yer değiştirmesi kadar kesindir– belki bizi bir kaosa atıyor, ama duyguların dilini anlamak yine de gerekir.