Ve işte Spinoza’dan bir düşünce sekansı:
Ethica III. Kitap, Önerme 58 diyor ki, “Tutku olan Sevinç ve Arzu’nun ötesinde, başka türlü Sevinç ve Arzu duyguları da var –bunlar yalnızca faal olduğumuzda bizimle ilgililer.”
Hemen ardından 59. Önerme: “Faal olduğu açıdan Zihne ilişkin bütün o duygular arasında Sevinçlerden ve Arzulardan başkası hiç yoktur; yani bunlardan hiçbiri Kederli değildir…”
Yani sevinçlerimizin nedeni çoğunlukla biz değiliz –dinlediğimiz bir müzik, okuduğumuz bir kitap, seyrettiğimiz bir film, ilk bakışta aşık olduğumuz biri, doğumumuzdan sonra annemiz, zora düştüğümüzde babamız, dostlarımız vesaire. Bunlar pasif sevinçlerdir, çünkü nedenleri
ortadan kalktığında onlar da ortadan kalkarlar. Ama faal olduğumuz sevinçler ve arzular da mümkün: ama onları bizzat “üretmek” zorundayız –çünkü faal olmak üretmek demektir: o halde –bestelediğimiz müzik, yaptığımız bir film, yazdığımız bir kitap, aşık olmayı becerdi-ğimiz bir an, bu anların hepsi aktif arzulara tekabül eden aktif sevinçlerdir.
Ve bu aktif sevinçler (Fortitudo: ruh güçlülüğü) Spinoza tarafından ikiye ayrılıyor: Ruh Sağ-lamlığı (Animositas) ve Ruh Cömertliği (Generositas)… Bunlardan ilki tutkularla değil de akılla varlığımızı sürdürmeye çabalama arzumuz. İkincisi ise bir “cömertlik”, yani sadece
aklımızla insanlarla iletişime girmemiz, onlarla yardımlaşmamız ve ortaklaşmamız –yani toplum… İlkinde bir Ayıklık (Sobrietas), bir Oranlılık (Temperentia), tehlike anında Uyanıklık (Praesentia in periculis animi) var… Bunlar Ruh Güçlülüğüne aitler… Alçakgönüllülük (Modestia) ve Cömertlik (Clementia) ise Ruhun Cömertliğine aitler… Bununla insanlarla birarada olmak için nedenlerimiz oluyor.
Spinoza’nın terminolojisi ilk bakışta size dehşet verici gelebilir. Ancak politik ve etik uzantı-larını tahlil ettiğinizde her şey bambaşka bir havada görünecektir. Mesela Cömertlik Ruh Cö-mertliğinin parçası olabildiği gibi pekala bir budalalığın, ikiyüzlülüğün vesaire dışavurumu da olabilirdi. Spinoza açısından kesin olan şey, bu tür ikiyüzlülülüklerin ve budalalıkların ötesin-de, kendi varlığımızı sürdürme çabamızın (conatus) bir eseri olan bir cömertliğin mümkün olduğudur. Kendinden vazgeçmeden başkasıyla varolma. Oysa Spinozist tarzda yaşamayan bizler ya başkasıyla varolurken kendimizden vazgeçeriz, ya da birlikte varolacağımız başkası-nın kendinden vazgeçmesini talep ederiz. Bu da mutlak bir mutsuzluk ve pasifliktir. Böylece sevgi gibi sevinçli bir duygu bile bir şantaja dönüşür.
Aşk için gösterilen şiddet hemen dikkatimizi çekiyor: gazeteler epeyce yazar bunları. Ancak aşk uğruna kaybedilen sevgi miktarı insan aptallığının (Spinoza buna Ruh Köleliği diyordu) şahikasını oluşturuyor. Aşka yapılan en büyük hakaret karşıdakini belli şartlar dahilinde sev-mektir –yani aşka koşullar dayatmak. Düşmanlığa (savaş, dava vesaire) kurallar dayatmak gerekir, çünkü o Kederli bir haldir ve ona dayatılacak her kural meselenin çözümüne yardımcı olur; oysa aşka kurallar dayatmak insan budalalığının ta kendisidir ki buna aslında hayvanlar bile düşmez.
“Tutku olan sevinç ve arzu” bizim normal halimizdir: onlarla geneleve gideriz, porno seyrederiz ve aslında aşık filan olmayız hiçbirinde. Çoğu zaman sevgililerimizle bile ilişkimiz bu düzeyde kalıyordur. Bu hallerde sevgi sanki birilerine bahşettiğimiz bir yücegönüllülük gibi görünür. Bu yüzden karşılığını bekleriz… Ya da, daha kötüsü, bir anda sevmişizdir işte –karşıdaki bu yüzden borçludur hemen… İşte o korkunç Ödipal durum: çocuk doğuyor, babasını öldürmeye aday, o halde Babanın Kanunu hemen dayatılmalı. İnsanın soracağı geliyor: acaba cinsellik duyguların bedensel bir manzumesi mi, yoksa onların köreltilmesi olarak mı işliyor?
Aktif arzular ise nasıl işler? Onların da sevinci amaçladığı açık: ama hangi sevinçler? Herhalde Spinoza’nın tanımladığı kadarıyla “aktif sevinçler”, yani nedeninin biz olduğumuz sevinçler. Psikanaliz çok uğraştı, yakınlara rastgeldi ama bunları asla tanımadı. Anlayabiliyoruz ki aşk cevap vermektir, sevmek değil. Sevmeyi içerir ama esas mesele o değildir. Sevgi genel bir duygudur çünkü –karşılığında beni sevemeyeceğini bilsem de zeytinyağlı dolmayı severim. Günbatımını severim, yağmurlu havada ıslanmayı severim vesaire… Ama bu sevgiler bile çoğu zaman “kültürel” olarak dolayımlanmıştır: zeytinyağlı dolmayı seviyorum ama aslında bilmeden sevdiğim o zeytinyağlı dolmayı yapan “usta” değil midir? Ya da o güzelim günba-tımının resmedildiğini hiç mi görmedim? Turner “manzaraları” hayalimde yoksa hiçbir şekilde günbatımından “aktif” bir sevinç almam (bu sevinç bir “hüzün” bile olsa). Olsa olsa günba-tımının bendeki etkilerini pasif olarak yaşarım. Oysa bir Turner tablosunda günbatımını “ye-niden kurmak” zorundayım. “Bir ana evet diyebilmek” Goethe’nin eseridir, olağan gündelik hayatın değil.
Spinoza gösteriyor: neyse ki bazı sevinçler “aktif” ama bazı “acılar” ve “kederler” de öyle. Bu ikinciler ise çok tuhaf şeyler, çünkü acı çeken bir varlığın “aktif” olabileceğini asla düşünemi-yoruz. Oysa Spinoza diyor ki, “kısmi” acılar da var ve bunlar bizi uyarabiliyorlar: hüzünden keyif almamız, üzüntülü bir müziği dinleyebilmemiz işte bu durumdan ibaret… Bir yerden kaybettiğimizi başka bir yerden fazlasıyla alıyoruz… Aktif bir hüzün, keder veya kırgınlık. Acılardan öğrendiğimiz oluyor pekala ve bu olmadan çoğu zaman hiçbir şey öğrenemiyoruz.
Şimdiye dek bahsettiğim her şeyi sanat eseri adını verebileceğimiz bir şeyin etrafında örmüş bulunuyorum. Nazizm meselesinden dolayı kıllansam da Heidegger’in sanat eserinin “yeri tutan” bir “şey” olduğu fikrini ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum. Bilmem sizler ne dersiniz.