1. Yunan trajedisinden modern felsefeye kadar, hazırlanıp gelişen bütün bir yargı öğretisidir. Trajik olan, eylemden çok yargıdır ve Yunan trajedisi öncelikle bir mahkeme kurar. Kant, gerçek bir yargı eleştirisi icat etmez, çünkü bu kitap, tersine, öznel bir düşsel mahkeme kurar. Yahudi-Hıristiyan, gelenekten koparak eleştiriyi sürdüren Spinoza’dır; ve bu eleştiriyi yeniden ele alıp ona bir ivme kazandıracak dört önemli öğrenci olmuştur, Nietzsche, Lawrence, Kafka, Artaud. Dördü de, tuhaf bir biçimde, kişisel olarak yargıdan çekmişlerdir. Suçlamanın, tartışmanın, kararın olabildiğince birbirine karıştığı bu noktaya gelmişlerdir. Nietzsche, büyük bir meydan okumayla karşı koyduğu tüm dayalı döşeli pansiyonlardan sanık olarak geçer; Lawrence, en küçük suluboya resmine bile bulaşan ahlaksızlık ve pornografi suçlaması içinde yaşar; Kafka, bitmeyen nişanlıklardan dolayı yargılandığı “otel mahkemesinden” kurtulmak için “bütün masumiyetiyle şeytansı” görünür. Ve yargıdan, en sert biçimi olan korkunç psikiyatrik bilirkişi raporuyla Van Gogh-Artaud’dan daha çok çekmiş olan var mıdır?
2. Nietzsche’nin ortaya koymayı başardığı şey, yargının koşuludur: “Tanrısallığa karşı bir borcu olduğunun bilinci”, bizzat sonsuz, öyleyse ödenemez haline gelmesi ölçüsünde borcun macerası. İnsan varoluşu bitimsiz bir borca tabi kılındığı ölçüde işi varoluşun ölümsüzlüğü, “yargı öğretisini” oluşturmak üzere hayatta kalması gerekir. Ya da Lawrence’ın söylediği gibi, Hıristiyanlık iktidardan vazgeçmemiştir, daha ziyade, yargılama İktidarı şeklinde yeni bir iktidar biçimi icat etmiştir: İnsanın yazgısının “ertelenmesiyle” yargının son bir merci halini alması eşzamanlıdır. Yargı öğretisi, Amerikan tiyatrosunda olduğu gibi, Vahiy’de ya da son yargıda da ortaya çıkar. Kafka, kendi hesabına, sonsuz borcu “görünüşte beraat” içinde, ertelenmiş yazgıyı da “sınırsız oyalama” içinde ortaya koyar ki, bunlar, yargıçları, deneyimimizin ve kavrayışımızın ötesinde tutarlar. Artaud, Tanrı yargısını çözüme kavuşturma işlemine karşı koymayı sonuna kadar sürdürecektir. Dördünde de, yargının mantığı, en karanlık düzenlemenin mucidi olan rahibin psikolojisiyle karışır: Yargılamak istiyorum, yargılamam gerek… Yargının kendisi ertelenmiş, yarına bırakılmış, sonsuzluğa itilmiş gibi davranılmayacaktır. Tersine, yargıyı mümkün kılan, erteleme, sonsuzluğa taşıma edimidir: Yargı, koşulunu, zamanın düzeni içinde varoluş ile sonsuzluk arasında varsayılan bir ilişkiden alır. Yargılama ve yargılana iktidarı, bu ilişki içinde ayakta kalana verilir. Bilgi yargısı bile, görüngülerin varoluşunu zaman ve mekân, zaman ve deneyim sonsuzluğu kuşatır. Ama bilgi yargısı, bu anlamda, varoluşun, zamanın bir düzenine göre sonsuzlukla ilişkiye sokulduğu ahlaksal ve teolojik bir ilk biçim içerir: Tanrıya bir borcu olan olarak varolan.
3. Ama o zaman yargıdan ayrılan nedir? Hem zemin hem de ufuk olacak bir “önyargılayıcıya” (préjudicatif) başvurmak yeterli midir? Ve bu, Deccal (Antéchrist) olarak anlaşılan yargılayıcı karşıtıyla (anté judicatif) aynı şey midir: Bir zeminden çok bir çökme, bir toprak kayması, bir ufuk kaybı? Varolanlar, zamanın seyrinden başka Nietzsche’nin büyüklüğü, alacaklı-verecekli bağıntısının tüm değiş tokuşlarına göre ilk olduğunu hiç tereddütsüz göstermiş olmaktır. İşe söz vermekle başlanır ve borç bir tanrıya değil, taraflar arasından geçen, bir durum değişikliğine yol açan ve taraflarda bir şey, duygu arasında olup biter ve azap, bir tanrı yargısı değildir, çünkü ne tanrı ne de yargı vardır. Önce Mauss’un sonra Lévi-Strauss’un hâlâ tereddüt ettiği yerde, Nietzsche tereddüt etmiyordu; bir bölgede dolaşan sonlu bloklara uygun olarak, bedenlerin birbirini işaretlediği, borcun doğrudan doğruya bedene yazıldığı, her yargıya karşı koyan bir adalet vardır. Hukuk, ebedi şeylerin hareketsizliğine sahip değildir, kan alması ya da vermesi gereken ailelerin arasında durmadan yer değiştirir. Bedenleri çizen ve renklendiren korkunç işaretlerdir, çizgiler ve pigmentler, herkesin ne borcu olduğunu ve kendisine ne kadar borçlu olunduğunu çıplak etin üzerinde gösterir: Yankısını Anaksimandros’un felsefesinde ve Aiskylos’un trajedisinde bulduğumuz bütün bir zulüm sistemi. Yargı öğretisinde, tersine, borçlar, biz farkına bile varmadan özerk bir deftere yazılır, öyle ki sonsuz bir hesabı hiç kapatamayız. Kitabın, ebedi olanı referans gösteren bir Mülkiyetin ölü göstergelerini çoktan toplamış olması ölçüsünde, kendi yerimiz yurdumuzdan yoksun bırakılır, kovuluruz. Yargının kitabi öğretisi, ancak görünüşte hafiftir, çünkü bizi sonu olmayan bir köleliğe mahkûm eder ve her kurtulma sürecini geçersiz kılar. Artaud, zulüm sitemine soylu ilerlemeler sağlayacaktır, adaletin yargıya karşıt olması gibi, kitap yazısına karşıt olan ve göstergenin gerçek bir tersine dönüşüne yol açan kan ve yaşam yazısı. Dava’daki büyük kitabın karşısına Ceza Kolonisi’ndeki makineyi koyduğunda, Kafka’daki durum da aynı değil midir: taahhüt, suçlama, savunma ve kararın birbirine karıştığı bir adaletin belirtisiymişçesine eski bir düzenin belirtisi olan, bedenlerdeki yazı. Zulüm sistemi, varolan bedenin onu etkileyen kuvvetlerle olan sonlu ilişkilerini dile getirir, oysa sonsuz borç öğretisi, ölümsüz ruhun yargılarla olan ilişkilerini belirler. Her yerde, yargı öğretisinin karşısında zulüm sistemi vardır.
4. Yargı, çok farklı olsa bile gelişimini kolaylaştırmış olabilecek bir zeminde ortaya çıkarmamıştır; kopma, çatallanma gerekmiştir. Borcun tanrılara yapılması gerekmiştir. Borcun artık, elimizde bulundurduğumuz güçlere göre değil, bu güçleri bize vermiş sayılan tanrılara göre yapılması gerekmiştir. Çok sayıda dolambaçlı yol gerekmiştir, zira tanrılar önceleri, yargılayamayan edilgin tanıklar ya da dertli davacılardı (Aiskylos’un Eumenides’inde olduğu gibi). Sofokles’in tiyatrosunda da görüldüğü gibi, iyi yada kötü şeyler için, tanrılar ve insanların birlikte yargılama etkinliğine erişmeleri yavaş yavaş olmuştur. Bir yargı öğretisinin öğeleri tanrıların insanlara kısmetler verdiğini ve insanların kısmetlerine göre şu ya da bu biçim için, şu yada bu organik son için iyi olduklarını varsayar. Kısmetim beni hangi biçime vermişti, aynı zamanda kısmetim benim o olduğumu iddia ettiğim biçime denk midir? İşte yargının temeli: Kısmetleri ayrılmış varoluş, kısmetler halinde dağıtılmış duygular, üstün biçimlere mal edilmiştir (üstün değerler adına yaşamı “yargılama” iddiasını kınamak, Nietzsche’nin ya da Lawrence’nin değişmez izleğidir). İnsanlar, kendi kısmetlerine değer biçtikleri ölçüde yargılar ve bir biçim, onların, oldukları şey iddialarını onayladıkları ya da azmettikleri ölçüde yargılanırlar. Aynı zamanda hem yargılama hem de yargılarlar ve yargılamakla yargılanmak aynı zevktir. Yargı, insan kendi kısmeti konusunda yanıldığında, hezeyana, derinliğe kadar giden yanlış yargı biçiminde ve biçim bir başka kısmet dayattığında Tanrı yargısı biçiminde dünyaya akın eder. Ajax iyi bir örnek olacaktır. Yargı öğretisi, başlarda, tanrının biçimsel yargısına olduğu kadar insanın yanlış yargısına da ihtiyaç duyar. Son bir çatallanma Hristiyanlıkla birlikte meydana gelir: artık kısmet yoktur, zira yegane kısmetimizi oluşturan yargılarımızdır ve artık biçim yoktur. Zira sonsuz biçimi oluşturan tanrının yargısıdır. En aşırı uçta, kendini kısmetlendirmek ve kendini cezalandırmak, yeni yargının ya da modern trajedinin karakteri haline gelir. Artık yargında başka bir şey yoktur ve her yargı bir yargıya dayanır. Oedipus, belki de bu yeni durumun Yunan dünyasındaki habercisidir. Ve Don Juan gibi bir izlekte modern olan bir şey varsa, o da, komik olan eylemden çok yeni biçimiyle yine yargıdır. Yargı öğretisinin ikinci hareketi, bütün genelliği içinde şöyle ifade edilebilir: artık biçimler ya da sonlarla tanrıların verecekleri değiliz, bütün varlığımız içinde tek bir tanrının sonsuz vereceklisiyiz. Yargı öğreticisi, duygular sistemini devirip onun yerini almıştır. Ve bu karakterler, bilgi ya da deneyim yargısında ağabeyle bulunur.
5. Yargı dünyası bir düşteymişçesine yerleşir. Kısmetleri Hezekiel’in tekerliğini döndüren ve biçimleri tane tan çeken düştür. Yargılar, düşte, kendilerine bilgi ve deneyimin gerekliliklerine tabi tutacak bir ortamın direnişiyle karşılaşmadan boşluğa atılır gibi atılırlar. Bu nedenle, yargı sorunu, öncelikle insanın düş görüp görmediğini bilmesi sorunudur. Bu nedenle Apollon, hem yargı tanrısı hem de düş tanrısıdır. Yargılayan, sınırlar koyan ve bizi organik biçim içine hapseden Apollondur, yaşamı, adına yargılandığı bu biçimlere hapseden düştür. Düş duvarları yükseltir, ölümle beslenir ve gölgeler yaratır, her şeyin ve dünyanın gölgeleri, kendi gölgelerimiz ama yargının kıyılarından ayrıldığımızda, daha yüksek bir dalganınkiymişçesine, bir “sarhoşluk” uğruna vazgeçtiğimiz de düştür. Sarhoşluk, içki, uyuşturucu, esrime durumlarında, hem düşün hem de yargının panzehirini ararız. Yargıdan adalete her saptığımızda, düşsüz bir uykuya dalarız. Ve dört yazar, düşün içinde hâlâ fazlasıyla hareketsiz ve fazlasıyla yönlendirilmiş, fazlasıyla yönetilmiş bir durumu ele verir. Psikanaliz, gerçeküstücülük ya da düşle o kadar çok ilgilenen guruplar, gerçeklik içinde de yargılayan ve cezalandıran mahkemeler kurmakta hızlıdır: Düş görenler de sık rastlanan can sıkıcı mani. Artaud, gerçeküstücülük konusunda ki çekinceleri için, düşüncenin bir düş çekirdeğine çarpmadığını, daha ziyade düşlerin, onlardan kaçan bir düşünce çekirdeğine sıçradıklarını ileri sürer. Aratud’ya göre peyot rituelleri, Lawrence göre Meksika ormanı şarkıları, düş değil sarhoşluk ya da uyku durumlarıdır. Bu düşsüz uyku, uyuduğumuz uykulardan değildir. Geceyi kat eder ve gündüz değil, Şimşek olan ürkütücü bir aydınlıkla gecede yaşar: “gece düşünde, gelip düşü yutmak için sürünen gri köpekler görüyorum”. Uyumadığımız bu düşsüz uyku, Uykusuzluktur, zira bir tek uykusuzluk geceye tam tamına uygundur ve onu işgal edip doldurabilir. Öyle ki düşün bir uyku düşün ya da uyanık bir düş olarak değil uykusuzluk düşü olarak yakalarız. Yeni düş uykusuzluğun bekçisi haline gelmiştir. Kafka’da olduğu gibi, bu artık uykuda gerçekleşen bir düş değil, uykusuzluğun yanında gerçekleşen bir düştür: “giyinmiş bedenime (kıra) yolluyorum… Ben bu sırada, kahverengi bir örtü altında yatağımda yatıyorum…” Uykusuzluk çeken kişi hareketsiz kalabilir, oysa düş gerçek hareketi üstüne almıştır. Aslında uyumadığımız bu düşsüz uyku yine de düşün kendi gittiği yere kadar götüren bu uykusuzluk, Dionysosçu sarhoşluk hali, uyuyamamanın yargıdan kurtulma yolu işte budur.
6. Zulmün fiziksel sistemi, üçüncü bir yönden, bedenler düzeyinde, yargının teolojik öğretisine karşıttır. Öyle ki yargı ona göre hareket ettiği gerçek bir bedenler düzenlemesi içerir: Organlar, yargıçlarla yargılananlardır ve tanrı yargısı, tam olarak sonsuza dek düzenleme iktidarıdır. Yargının duyu organıyla ilişkisi bundan kaynaklanır. Kalan her şey fiziksel sistemin bedenidir; bir “organizma” olmaması ve onunla yargıladığımız ve yargılandığımız bu organlar düzenlemesinden yoksun olması ölçüsünde, yargıdan gizlenir. Yaşamsal ve yaşayan bir bedenimiz olduğu yerde tanrı bize bir organizma yaratmıştı, kadın bize bir organizma yaratmıştır. Artaud, Tanrının yerine o olmadan yargısının uygulanmayacağı düzenlenmiş bedeni geçirmek için bizden çaldığı bu “organsız bedeni” sunar. Organsız beden, yalnızca kutuplar, bölgeler, eşikler ve gradyanlar içeren, duygusal, yoğun, anarşist bir bedendir. İçinden geçen organik olmayan güçlü bir yaşamsallıktır. Lawrence, güneş ve ay kutuplarıyla, düzlemleri, kesikleri ve damar örgüleriyle böyle bir beden tablosu yapar. Üstelik Lawrence, kişilerine bir çifte belirleme tahsis ettiğinde, belirlemelerinden birin organik bir kişisel his, diğerinin, bu yaşamsal bedenden geçen başka türlü güçlü inorganik bir duygu olduğu düşünülebilir. “Müzik kulağa ne kadar hoş geliyorsa, onun, tam bir mutluluk içinde, o kadar mükemmel icra ediyordu; ve aynı zamanda içindeki çılgın tahrik o kadar artıyordu.” Lawrence, emekliye ayrılan şişman koreador ya da yağlı derili, ya da zayıf Meksikalı general gibi organik olarak kusurlu veya aza çekici olan, ama organlara meydan okuyup düzenlemeyi bozan yoğun yaşamsallığı da bir o kadar içlerinden geçtiği bedenleri sergilemeyi sürdürecektir. Organik olmayan yaşamsallık ayın bir kadının bedenini ele geçirmesi gibi, bedenin, eline geçtiği ya da ele geçirdiği algılanmaz kuvvetler ya da güçlerle olan ilişkisidir: anarşist Heliogabalos, Artaud’nun yapıtında kuvvetler ve güçlerin; mineral, bitkisel, hayvansal oluşlar olarak bu çatışmasının lehinde tanıklık etmeyi sürdürecektir. Organsız bir beden edinmek, organsız bedenini bulmak yargıdan kurtulma yoludur. Nietzsche’nin tasarısı da zaten buydu: oluş halindeki, yoğunluk halindeki bedeni, etkileme ve etkilenme gücü, Güç İstenci olarak tanımlamak. Ve Kafka, ilk anda bu akıma katılmıyor gibi görünse de, yapıtında iki dünya ya da iki beden birlikte varolur. Biri diğerini etkiler ya da biri diğerinin yerine geçer: düzenlemesiyle, parçalarıyla, (şubelerin bitişikliği), ayrımlarıyla, mübaşirler, avukatlar, yargıçlar…), hiyerarşileriyle (yargıçlar memurlar sınıfı…) bir yargı bedeni; ama aynı zamanda, kendine iade edilmiş bu anarşist beden üzerinde, belirsiz bölgeler oluşturan onları son hızla kat edip orada güçlere meydan okuyan yoğunluklardan başka bir şey korumdan, parçaların savuşturulduğu, ayrımların yitirildiği hiyerarşilerin karıştırıldığı bir adalet bedeni (“ adalet senden bir şey istemez, geldiğinde seni alır ve gittiğinde seni bırakır…”).
7. Bundan, zulüm sistemi için dördüncü bir karakter doğar: kavga her yerde kavga, yargının yerini alan kavgadır. Ve kavga kuşkusuz yargıya karşı, onun mahkeme ve kişilerine karşı ortaya çıkar. Ama daha derine inildiğinde, kavga olan, kendi kısımları arasında, boyunduruğu altına alan ya da boyunduruk altına alına kuvvetler arasında bu kuvvet ilişkilerini ifade eden kudretler arasında, bizzat kavgayı verendir. Böylelikle, Kafka’nın bütün yapıtları “Bir Kavganın Tasviri” başlığını alabilirdi: Şatoya karşı, yargıya karşı, babaya karşı, nişanlılara karşı verilen kavga. Tüm davranışlar, geldiği her zaman görünmeyen bir darbenin ya da kimliği her zaman saptanmayan bir düşmanın savunmaları, hatta saldırıları, sıyrılmaları, savuşturmaları, öncelemeleridir: Bedenin duruşlarının önemi bundan kaynaklanır. Ama bu dış kavgalar, bu karşı-kavgalar, doğrulanmalarını kavga verenin içindeki kuvvetlerin oluşumunu belirleyen arasında-kavgalarda bulur. Diğerine karşı verdiği kavgayı, kendi içindeki kavgadan ayırmak gerekir. Karşı-kavga bir kuvveti yıkmaya ya da püskürtmeye çalışır (“geleceğin şeytansı güçlerine” karşı mücadele etmek), ama arasında-kavga, tersine, bir kuvveti, kendine ait kılmak ele geçirmeye çalışır. Arasında-kavga, bir kuvvetin başka kuvvetleri ele geçirerek ve yeni bir bütünün içinde, bir oluş içinde onlara katılarak zenginleştirici süreçtir. Denilebilir ki aşk mektupları, nişanlıya karşı verilen, kaygı verici etobur kuvvetleri püskürtmenin söz konusu olduğu bir kavgadır, ama aynı zamanda, nişanlının kuvvetleriyle, avı olmaktan ödü patladığı nişanlısı daha iyi atlatmak için yardım aldığı hayvansal kuvvetleri kadın onu yiyip yutmadan önce onun kadının kanını emmek için kullandığı vampirimsi kuvvetlerin de arasındaki kavga, ancak bir kavgayla elde edilebilecek olan oluşların bir hayvan-oluşu bir vampir-oluşu, hatta belki bir kadın-oluşu meydana getiren tüm bu kuvvet ortaklıklarıdır.
8. Artaud’da kavga tanrıya, hırsıza, sahteciye karşıdır, ama girişim ancak, kavga veren, taşın içinde, hayvanın içinde, kadının içinde gerçekleşen ilkeler ya da güçler kavgasını da verdiği için mümkündür, öyle ki kavga veren ancak oluş halindeyken (taş, hayvan ya da kadın haline gelmek) diğer kavganın ona sağladığı tüm müttefiklerle birlikte düşmanına “karşı” atılabilir. Benzer bir izlek, Lawrence’da sürekli ortaya çıkar: erkek ile kadın çoğu zaman birbirine iki düşmanmış gibi davranır, ama karı-koca kavgası için iyi olan bu yön onların kavgalarının en vatsa yönüdür; daha derinlemesine, erkek ile kadın, mücadele etmesi gereken, sırasıyla biri diğerini ele geçirebilen ya da kendilerini, kendi de bir kuvvet bir akış olan dürüstlüğe vererek ayrılabilen iki akıştır. Lawrence, yoğun bir şekilde Nietszche ile buluşur: İyi olan her şey bir kavgadan doğar ve ortak efendileri, kavganın düşünürü Heraklitos’tur. Ne Artaud, ne Lawrence, ne de Nietsche, Doğuya ve onun kavga etmeme ülküsüne katlanabilir; daha önemli yerleri, Yunanistan, Etrüsk ülkesi, Meksika, şeylerin, kuvvetlerini oluşturan kavga sırasında geldiği ve olduğu her yerdir. Ama bizim kavgadan vazgeçmemizin istendiği her yerde, bize önerilen bir “istençliği”, rüyanın tanrısallaşması, bir ölüm kültüdür, en yumuşak şekliyle, kişi olarak Buda’nın ölümü (Aziz Pavlus’un onu getirdiği halden bağımsız olarak) İsa’nın ölümü bile olsa.
9. Ama kavga bir “hiçlik” istenci” de değildir. Kavga kesinlikle savaş değildir. Savaş yalnızca karşı-kavgadır, bir yok etme istenci, yok etmeyi “doğru” bir şey haline getiren Tanrı yargısıdır. Tanrı yargısı savaştan yanadır, kesinlikle kavgadan yana değildir. Başka kuvvetler ele geçirdiğinde bile, savaşın kuvveti işe onları bozup en alçak duruma indirgemekle başlar. Savaşta, güç istenci yalnızca, istencin, gücü azami bir iktidar ya da egemenlik olarak istediği anlamına gelir. Nietzsche ile Lawrence, bunu güç istencinin en alt derecesi, onun hastalığı olarak göreceklerdir. Artaud, önce Amerika ile SSCB’nin savaş ilişkisini anımsatır; Lawrence, eski Romalılardan modern faşistlere kadar, ölümün emperyalizmini betimler. Bunun amacı, kavganın buradan geçmediğini daha iyi göstermektir. Kavga, tersine, kuvveti kuvvetle tamamlayan ve ele geçirdiği kuvveti zenginleştiren bu organik olmayan, güçlü yaşamsallıktır. Bebek bu yaşamsallığı temsil eder, her organik yaşamdan farklı olarak dik kafalı, inatçı, boyun eğmez yaşama-istenci: Küçük bir çocukla organik bir kişisel ilişkimiz zaten olur, ama taşları çatlatan enerjisini küçüklüğünde toplayan bebekle olmaz (Lawrence’ın bebek-kaplumbağası). Bebekle ilişkimiz yalnızca duygusal, atletik, kişisiz, yaşamsaldır. Şu kesindir ki, güç istenci, bir bebekte, savaş insanında olduğundan çok daha kesin bir şekilde ortaya çıkar. Zira bebek kavgadır, ve küçük, kuvvetlerin indirgenemez yeri, kuvvetleri en çok açığa vuran deneyimdir. Dört yazar da, bu “minyatürleşme”, “minörleşme” süreçlerine kapılmıştır: oyunu ya da oyuncu-çocuğu düşünen Nietszche; Lawrence ya da “küçük Pan”; Momo Artaud, “çocuktan bir ben, küçük çocuk bilinci”; Kafka, “kendini küçücükleştiren utanç içindeki büyük.”
10. Bir güç, kuvvetlerin bir özel tepkisidir, öyle ki egemen olan egemen olunanlardan ve egemen olunanlar da egemen olanlardan geçerek dönüşür: Başkalaşım merkezi. Bu, Lawrence’ın simge adını verdiği şeydir, titreşip yayılan, hiçbir anlama gelmeyen, ama her biri diğeriyle ilişkiye girerek yeni anlamlar kazanan, olabildiğince çok kuvveti tüm yönlerde yakalayıncaya kadar bizi fır döndüren yoğun bir bileşik. Karar ne bir yargı, ne de bir yargının organik sonucudur. Bizi kavgaya sürükleyen bir kuvvetler girdabından yaşamsal olarak fışkırır. Kavgayı, ortadan kaldırmadan ve bitirmeden çözüme kavuşturur. Simgenin gecesine tam tamına uygun şimşektir. Sözünü ettiğimiz dört yazara simgeciler denebilir. Zerdüşt, her şeyden önce önce simgeler kitabı, kavga veren bir kitaptır. Ve Nietsche’nin aforizmasında, Kafka’nın meselinde ortaya çıkan, kuvvetleri çoğaltıp zenginleştirmeye, bundan, her birinin diğerlerini etkilediği bir azamilik elde etmeye benzer bir eğilimdir. Artaud, tiyatro ile veba arasında, iki kuvvetten her birinin diğerini artırdığı ve ona yeni bir ivme kazandırdığı bir simge yaratır. Atı, apokaliptik hayvanı örnek alalım: Lawrence’ta gülen at, Kafka’da kafasını pencereden uzatıp bana bakan at, Artaud’da “güneş olan” at ya da Nietsche’de Ai diyen eşek, işte kuvvetleri toplayıp güç bileşkeleri meydana getirerek onca simgeyi oluşturan figürler.
11. Kavga, bir tanrı yargısı değil, tanrıyı ve yargıyı çözüme kavuşturma yoludur. Hiç kimse yargıyla gelişmez, insanlar hiçbir yargı içermeyen kavgayla gelişir. Beş karakter, bize varoluşla yargıyı içermeyen kavgayla gelişir. Beş karakter, bize varoluşla yargıyı karşıtlaştırıyormuş gibi göründü: sonsuz azap karşısında zulüm, düş karşısında uyku ve sarhoşluk, düzenleme karşısında yaşamsallık, bir egemen olma-istemi karşısında güç istenci, savaş karşısında kavga. Bizi rahatsız eden, yargıyı yadsıyarak, o andan itibaren her şey eşdeğermişçesine, varolanlar arasında, varoluş tarzları arasında tüm farklılık yaratma yollarından kendimizi yoksun bırakıyormuş izlenimine kapılmamızdı. Ama ne bir varolanda neyin yeni olduğunu kavrayabilecek ne de bir varoluş tarzının yaratımını sezebilecek şekilde, önceden varolan ölçütler (üstün değerler) ve her daim (sonsuz zaman boyunca) önceden varolan ölçütler varsayan daha ziyade yargı değil midir? Böyle bir tarz, kendisine karşı belli bir zalimlik göstererek, kavga yoluyla, uykunun uykusuzluğu içinde yaşamsal olarak yaratılır: bunların hiçbiri yargının sonucu değildir. Yargı, her yeni varoluş tarzının gelişini engeller. Zira varoluş tarzı, kendi kuvvetleriyle yaratılır ve yeni birleşimi varoldurduğu ölçüde kendi de değer kazanır. İşin sırrı belki de budur: Yargılamak değil, varoldurmak. Yargılamak bu kadar nahoşsa, bunun nedeni her şeyin eşdeğer olması değil, tam tersine, değerli olan her şeyin, ancak yargıya meydan okuyarak değerli olabilmesi ve ayırt edilebilmesidir. Sanatta, hangi uzman yargısı, gelecek yapıtı konu alabilir? Yapmamız gereken, diğer varolanları yargılamak değil, bize uyup uymadıklarını, yani bize kuvvetler mi taşıdıklarını yoksa bizi savaşın kesinliklerine mi gönderdiklerini sezmektir. Spinoza’nın söylemiş olduğu gibi, bu bir yargı sorunu değil, sevgi ve nefret sorunudur; “ruhum ve bedenim tek bir şeydir… Ruhumun sevdiğini, ben de severim, ruhumun nefret ettiğinden ben de nefret ederim… En acı nefretten en tutkulu sevgiye kadar, sayılmayacak kadar çok ruhun tüm yüce duygudaşlıkları.” Bu, öznelcilik değildir, çünkü sorunu başka türlü değil de, kuvvetler açısından ortaya koymak, her öznelliği zaten aşar.
Kritik ve Klinik, içinde; çev: İnci Uysal, Norgunk Yayıncılık.