ve bir gün eline
ustura ağzında sınanmamış
allı-pullu mektuplar geçerse
bil ki sevgilim
ben artık elleri üzerinde yürüyen
şaklabandan başka birşey değilim
I
koyu karanlık sulara karışıp gitsin korku
püfür püfür esmesin mayıs rüzgarları
çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından
«yıllar var ki böyle öfkelere dalmışlığım yoktu»
yıllar var ki böyle öfkelere dalmışlığım yoktu
inadına yapış yapış havada bir gülün kokusu
kan kırmızı oturmuşum yüreğimin ortalık yerine
nerdeyse iz basacak gözlerim avuçlarını aç
koyu karanlık sulara karışıp gitsin korku
bana çocuklar betimle sokaklarda büsbütün gülen
kitapların yakılmadığı bir ülke adı söyle kütfen
yıllar var ki böyle öfkelere dalmışlığım yoktu
nerdeyse iz basacak gözlerim avuçlarını aç
iki eli var insanın bayrak tutmak için biri
ötekini neye sayarsanız sayın bıçak mesela
kabına sığmaz uzlaşmaz bir eşkiya bıçak
çardak altı kavun beyaz peynir ekmek ve rakı
bir gün mutlaka evet ama nasıl ey ütopya
cehennem öfkeler yuttum gün yirmidört saat
cennete çevirmek için güzelim yurdumu
çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından
kan denizi uykulara kurşunlar çalıp
düze ineceğim şu belalı başımı alıp
eşkiya oğlu eşkiyayım duvar içre evet
koyu karanlık sulara karışıp gitsin korku
II
canım
sana bu mektubu
gözlerim dolu
yüreğim paramparça yazıyorum
eline geçmeyecek biliyorum
tepeden tırnağa kedere battığım şu saat
bilmek yetmiyor fakat
zulüm kanlı bir kene gibi başımda
korkunç bir işkence sonrası
uzun sakallarımla oturduğum
dört ayaklı masamda
ne karanfil kokulu bir hemşirenin cebine benzeyen zarfım
ne zarfın gül yüzüne kösnül bir öpücük gibi konduracak pulum
ne de sigara kâğıtlarının dar boyutlarında başıboş
bir hoş
koşturacak kalemim var
yokluk özrümü kabul etmiyor
satır satır karıştı kanıma bir kere kitap
ve ben metris direnişi içinden gözlerimi ısırarak
elimi kanlı etime basarak
yazıyorum bu mektubu
dur canım
hemen kaynayıp kabarmasın yüreğin
bu yazdıklarım
yazacaklarımın ne ilki
ne sonu
sarı saçlarını omzuna vurup
okuyamayacaksan mektubumu
derim ki sana
sardunya kokulu balkonun kapısını aç
dağlara bak
dağlar bir serin
dağlar bir derin
bir rahat
iyi dinlemeli dağları
kulak basıp dinler gibi tepinen karnını bir kadının
duyuyor musun çatırdıyor
nerde bir zincir varsa kolunda insanın
belki bu ses
parıldayan otuziki diş afrika karasında
bu ses belki
dehşetli güzel bir özlemle beklediğimiz haberi
melez avuçlarından üfüren
salvador’lu kardeşlerimin sesi
belki kimbilir fakat hayır neden olmasın
bu ses bizim dağlarımızın sesidir
bizim dağlarımız kendi esintisiyle savrulan genç kızlarımıza benzer
ve bizim kızlarımız
korkunç bir sabırla tutuşan bacaklarını gizler
gün gelir güneşli günlere yaslanarak
sıyırırlar eteklerini bellerine kadar
bir anda
birdenbire bacakları arasından
onbinlerce çocuk taşar kente
düşün
bir anda
bir-den-bire
ülkemizde çocuk taşkını
neyse canım
yaralıyım
kanım azaldı
benzim bir güz yaprağı gibi sarardı
oysa sana anlatacaklarım
anlatamadıklarım kadar çok
sözü uzatmaya gerek yok
dinle iki gözüm
yüreğinle kafanla dimdik dinle
yıl 1933
10 mayıs berlin
berlin’de faşizm kol geziyor
berlin sokaklarından yüzbinlerce kitap
opera alanına akıyor
kitaplar yakılıyor
kitaplar be
kitaplar
kitaplar hiroşima’lı çocuklar
gibi yakılmazdan önce
sermayenin gamalı uşağı goebels
berlin üniversitesi önünde
kırkbin kişiye söylev verdi :
«alman düşmanlarının kitaplarını yakan ateş
yüreklerinizde vatan sevgisini tutuştursun…»
ve faşizm
dumanında boğulacağını bile bile
aç bir kurt gibi indi kitapların üstüne
1933 yılında
berlin opera alanı’nda
kitaplar yakılacaktı
inatçı yağıyordu yağmur
koyu mavi gök delirmiş
yığıyordu öfkesini bulut bulut
ve hitler ve flick ve krupp
yani açlık yani savaş yani faşizm
oysa benim
ne berlin üniversitesi kapısından girmişliğim
ne opera alanını sarsarak gezmişliğim
ne de bir hücre evinde kahrolarak
goebels’i dinlemişliğim var radyodan
gene de mümkün değil acısını duymamak
buruşup kalıyor ağzımda bak
sana söylemek istediğim en güzel söz
bir düşün
kırkbin insan
kirkbin çift el
ayak
göz
bu söylevi ağzı açık dinledi
karşı yapının beşinci katında
genç bir soprano inledi
berlin berlin olalı
böyle kanlı bir gün görmedi
o günden bugüne
senin yaşın benim yaşım
artı çocuk yaşı zaman geçti
geçmedi fakat faşizmin korkusu
çöreklenmiş toprağıma etime
kanımı emiyor sürgit
kanımda boğulacak
itoğlu it
çardak altı kavun beyaz peynir ekmek ve rakı
bir gün mutlaka.. evet ama nasıl ey ütopya
çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından
şili şuramda yanılgı ve tarifsiz bir acı
merhaba allende onurlu ölüm merhaba
su paredon CIA ve richard nixon
hayır sizin duvarınız evet su paredon (1)
kastilya hançeri merhaba merhaba ispanya
uzak asya vietnam merhaba merhaba ho amca
kara öfkem mapusum mandela merhaba
size de merhaba plaza de mayo anaları
şu güzelim dünyamızda savaş ve kıyım
şu güzelim dünyamızda sömürü ve zulüm
şu güzelim dünyamızda işkence ve bin türlü cinayet
yani emperyalizm yani yedi boğumlu akrep
yani şu güzelim dünyamızda gökyüzü kadar mavi
gökyüzü kadar sonsuz bir özgürlük açana dek
davacısıyım bütün kayıp çığlıkların
III
ince uzun kaşlarına devirip kuşkuyu «iyi ama
nedir bu satır aralarında kanayan yıldız» diye sorma
neyse yüzünde gülücük
gökte yıldız o
bilmez miyim
fakat neyleyim
kanlanıp kararınca mektubum
kalmadı başka bir yolum
ve duyunca kitapların geceyi yırtarak gelen
o tarihsel çığlığını
milyonların adına öfkemi kuşandım
koğuş duvarını ikiye ayırdım
çıktım dışarı
-hıncımı anlatabilsem sana
bir çocuk gibi kahırlanmak istiyorum
bayramlık giysisi olmayan bir çocuk gibi
anlıyor musun
geçti bizden
biliyorum çocuk olamayız artık
kar aklığını tanımadan saçımız
tenimiz buruşmadan
ite kaka yaşlandık
kahırlanmak istiyorum oysa
bir çocuk gibi-
dışarda birbiri üzerine yığılı yatıyordu kitaplar
koridor boyu uzanıp kıvrılarak akıyordu kan
tek bir acı dalgası vurmuyordu gözlerine
sanki ellerimizden sökülüp götürülmemiş
başları kesilmemiş karınları deşilmemiş de
sanki okunuyormuş gibi güneşli ellerimizde
ayaydınlık ve mutluydu yüzleri
elbet mutlu olacaklar
ışıyacaklar elbet
gün yirmidört saat metris’te
kolay mı madrit’i yaşamak yeniden
kolay mı bin küsur insanın
tutuklu elleriyle çıplak
et diş tırnak
no pasaran diye haykırması (2)
bin küsur insan
kaynayan kemik tutuşan et
ve birer çift gözden ibaret
onsekizer kişiydiler koğuşlarında
aralarında aşılmaz duvarlar vardı
aşılmaz duvarları sesleriyle aştılar
haykırdılar durmamacasına haykırdılar
külrengi raflarda göbeklerini açmış
harıl harıl direnişi yazıyordu kitaplar
silahlı ve kalabalıktılar
duvarlar onlar adına yükseliyordu
zincirler kilitler sürgüler
tank tüfek ve ölüm
ve bomba ve korku ve zulüm
ve yeryüzünde ve gökyüzünde
bütün öldürüm silahları onlarındı
bizim kenetlenmiş kollarımız
ve kavgasını vediğimiz kitaplarımız vardı
erkekler uzun sakallıydı (3)
kızların al yanaklarında uzatacak sakalları yoktu
yoktu ama
herbiri uzun soluk taşıyordu güvercin göğüsleri içinde
üfürdükçe dağ
soludukça orman
yangınlı tepeler üzerinde rüzgarlı bulutlar uçarken
dönüyordu tarihin tekerleği fırlayacak gibi milinden
onlar etekleri ve saçları içinde tutsaklığı reddettiler
ve cephe gerisinden önümüze
feodal kafalarımızı kırarak geçtiler
metris’in bir ucunda kızlar
bir uzunda biz mapus
aramızda c blok var
c blok’un arka yüzünde
arka yüzünün bir gözünde
i n s a n s ı l a r yaşar
günde beş vakit secdeye varırlar
yoldaşlarının kanında abdest alıp
ve itirafnamelerini hatmederler
korkunun rahlesine diz kırıp
biz görüşe giderken kızlar
kollarıyla pencereden
yüklü birer dal gibi sarkar
el ederler el ederiz
birini sana benzetirim
severim çünkü hepsini
seni sevdiğim kadar
IV
bir yerlerde bir şarkı söyleniyordur
gitar telinde aşk tınısı
gümüş bir ay oturmuş gitar teline
cırcır böcekleri ve yaldızlı kumlar
kumda esrik kumda yalın ayak
dil diş dudak öpüşüyorlarken tam da
dünyadan ve yurdumdan uzak
yurduma ve dünyaya yakın
kan tadı gibi bir şey ağzımda
omuzların üstünde üç maymun
neden
maymun göz maymun dil maymun kulak
bunca önemli mi kirli havayı soluyor olmak
ne demekse yemek içmek çiftleşmek uyumak
korka korka kapkara umutsuz
ne demekse
sanıldığı kadar uzun değil tüfeklerin namlusu
kurşunların menziline düşmeyen
gece dürbünlerinin kâr etmediği
ölümlerin ve işkencenin kâr etmediği
bir yeri var alnımın
hiçbir nalçalı çizme çiğneyemez umudumu
sanıldığı kadar kolay bir iş değil bu
çekin şiirlerden arabesk gözyaşlarınızı
küçük burjuva kaçkınlarınızı alıp gidin romanlardan
nerde benim sanatım hani o başkaldıran
liselim üniversitelim öğretmenim nerde
nerde benim grevim grev gözcüm nerde
bu işyerinde grev var ne güzel yakışırdı
işyeri duvarlarına dayanışma pankartları
neden cesedimin yüzü kaçırılıyor annemden
annemin çığlığını kimseler duymuyor neden
dörtbir yanım galile galileo
nerdesin ey cordano bruno
el uzatımı kedi köpek ölüsü
bir de insan
çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından
delirmek gibi birşey susun lütfen
kaç lekesiz duvara yapıştı diktatör fotoğraf
bilen var mı kaç göz kaç duvarda kurudu
portreci ressam defol natürmort sen de
sen de daktilo tuşlarında şak-şak’çı aydın
demiri döven ateşi eleyen el
nerdesin ey
iki eli var insanın bayrak tutmak için biri
ötekini neye sayarsanız sayın bıçak mesela
kabına sığmaz uzlaşmaz bir eşkiya bıçak
kolların ucuna beyaz bir bayrak gibi çekilse de
yatırsa da kendi gövdesini musalla taşına
secdeye kapanıp kalksa da kendi ruhu için duaya
yasak bir bildiri gibi taşınacak ceplerde elbet
o en mükemmel ürün
ve o en mükemmel alet
ırmaktırlar belki sağnak yağmurları bekleyen
denizdirler belki ufkunda kasırgalar gizleyen
dağdırlar belki
kalkıp yürüyecek devdirler belki
belki bu yüzden topal karıncanın yürümesi duyuluyordu dışarda
içerde
kızılca kıyamet kopuyordu
kendi ellerimizle kitaplarımızı vermezdik
buyurun alın
yırtın
yakın
diyemezdik
V
gün olmuş memedin yaşı yirmiyi bulmuş
ağrı’dan kars’tan bitlis’ten van’dan
ak-lı kara-lı denizden doğu’dan batı’dan
gelmiş gelmiş de metris’e gardiyan durmuş
ayışığı ve dumanlı düşleri
arasından çekilip alındığı gündü
elektrikli elektriksiz copu gördü
bir ağaç köküne benzeyen elleri
neyin kavgasıdır bu pek aklı almadı
delikanlılık da olsa serde
kanlı-bıçaklı sevdalara da düşse
savunmasız birine eli hiç kalkmadı
kızarsa
dertlenirse
severse bir de
toy bıyıklarını çiğner
bir de ateşini karartmadan
ucuz tütün içerdi
herşey erkekçe olsun isterdi
isterdi fakat
metris’te emir
demir’i daha bir keser
metris’te askerlik ölümden beter
günde iki tayın ekmeğe
bir kap nohuta bulgura
vatan millet sakarya
gardiyan memet
silahı matarası
kaputu postalı
gönlünde kırık sevdası
«çanakkale içinde aynalı çarşı
ana ben gidiyom düşmana karşı»
memede benzemiyor sevgilim
memedin yüzü yurduma dönük
yayla bakışları dumanlı ve sönük
memet köyde
memet kentte
işyerinde hapisanede
her yerde
el uzatımı
içimizden biri
dostumuz
kardeşimiz
sokak aralarında memet
ışıklı bulvarda memet
kavşaklarda memet
memet
toprağın yüreği nerde göğsünü parçalayacak
gibi atıyorsa
atacaksa
orada nöbete yatar
memedin elinde amerikan yapısı tüfek
dağlarımızda ne arar
memet
memeeet
süngünde ne var
memet
süngünde ne
çocuktur elinde sanki tahtadan tüfek
takılı ucuna çakıyla yontulmuş erik dakı
kentlerde tutmayla biter mi onsekiz aylık nöbet
evlerin sokakların ötesi kırlar tepeler
ayak izleri kan damlası sargı parçası
kar lapa cızırdayarak söner bir izmarit
ete bastırmış gibi
ağacın kovuğu kurdun yatağı didik didik
uykular tetik kaçılır kovalanır cana daralır
kopup gelmiş sanki çocukluktan saklambaç
o çukur senin bu ağaç benim patikaya dikkat
zehir gibi kusar karaşafaklarına kar
senin de kurşunlara göre bir yüzün var
dağ büyük ağaç sık orman bir uğultulu kucak
düşte tarhana çorbası düşte sımsıcak yatak
ey güzel gün ey büyük sabır ey korkunç hasret
durdurabilir mi kar fırtınasını sıcacık bir düş
kıyasıya üşümüş buzdan bir yontu gibi baksana
tavşan kanı ılıcık akıp gitmiş uykusundan
çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından
vurulmuş da gencecik yana yatmış gibi bir dağ
elin tetiğe bulaştığı yere kırağı düşmüş
kim duyar gürültüsünü ey güzel gün ey büyük hasret
kavgadır biter biter bir yerde elbet
çocuktur elinde sanki tahtadan tüfek
takılı ucuna çakıyla yontulmuş erik dalı
yatırmış gövdesini tam onsekiz ay rehin
öder borcunu gün sayarak parmak hesabı
alırlar sonra pusatını elinden cıscıbıl kalır
tezkeresi ve belleğinde bir ömürlük masal
bir çalım uzatır bıyığını saçını sakalını
kahvâne meclisinde adamdan sayılır
erik dalı sanır kan çoğalır
kan geceye taşar
yıkılır birer birer
etten
ve kemikten yükselen barikatlar
sayfalar savrulur sayfalar uçuşur
sayfalar kana bulaşır
sesler gelir bilmem kaç mapus yılı öteden
vıcır vıcır bir kırlangıç şafağı içinden
duvar uzar
duvar yükselir
kahrolası duvar
bu gelen sesler sorgulama sesidir
bu gelen sesler insan olan insanı delirtir
ince belli yağız bir attır öfke
toynakları altında gök mavi bir ova yayılır
sarınır terine yemyeşil bir rüzgâr yelesini ayırır
dolu dizgin sürersin kendini sorgu odasına
sorgu odalarından
sarı saçlarını savurarak
sen de geçtin bir zaman
korkma
ve anımsa
ağzında haykıracak çığlığı olanın
bir serçe gibi koparılamaz başı
VI
kapının karşısında büyücek bir masa duruyor
masanın üzerinde biri diğerine yabancı iki el
bir kıyım silahına yapışmış gibi terli ve soğuk
iki maroken koltuk
boş bir araba lastiği
ve falaka
ve önünde kör duvarın
patlamış kara kumral tabanları
tırnakları dökük ayakların
tavanda bir uzun askı demiri
askı demirinden kayışlar sarkıyor
inip kalkıyor
kalkıp iniyor
kayışlarda kadın ve erkek kolları
irili ufaklı kum torbaları
çocuk yenleri gibi ıslak gözbağları
ve manyetoya bağlı kırmızı uçlu teller
sopalı sopasız işkenceciler
ve diğerleri
gece saat iki
birinci işkenceci gençten yakışıklı
saçlarını ikiye ayırmış ortadan
bacaklarında paçası dar plili bir pantolon
henüz toy eklemlerini birbirinden ayırmakta
parçalamadan bağırsaklarını bir insanı kazığa oturtmakta
ve kaldırıp penceren atmakta
takılıp kalmasa aklına yatakta savruluşu sevgilisinin
korkunç bir merakla bekleyecek sonunu işkencenin
ikincisi aksayan bacağıyla allahına yan bakar
bir bit gibi kırsam
kadınsı omuzları üzerinde yükselen armut kafasını
kilosu kadar insan
ve kitap
kanı akar
üçüncünün en büyük merakı
akıma tutulan cinsel organların
yaralı bir güvercin gibi çırpınması
sabaha kadar bulamazsa eğer bir insan
ya kendinde deneyecek kırmızı uçlu teli
ya bir tutuklu kaldıracak uykudan
bir yanından bakılsa
öbür yanı görünür dördüncünün
ama her kitabı kırk düğümlü ipte
kırk kez sallandırmaktan yana
fikrimce çok iyi biliyor
kime doğru uçmakta
«yayından fırlayan ok»
beşincinin yanıbaşında sürükleyecek bir gölgesi bile yok
nasıl büyükse cüceler ülkesinde gulliver
öyle büyüktü odanın ortasında çakılı duran
gözleri bağlı üç kitap
biri bilim
biri felsefe
biri sanat
içlerinden biri bir yaprağını devirse üzerine cücelerin
bir daha dönmemek üzere gömülürlerdi dibine tarihin
besbelli bekliyorlardı büyük bir sabırla çalmasını o saatin
insan emeğine kan
insan emeğine sömürü
bir sülük gibi yapışınca
başladı kitap kıyımı
isa’yı babasız
isa’yı allem kallem
doğurmanın sırrını bulmazdan önce meryem
yani isa
babasını inkâr
gelmezden çok önce
kötü yola sürüklediği gerekçesiyle gençleri
öldürüldü aristofanes
havaning adlı cüce
başlatmak için uygarlığı kendisiyle
ne varsa silip süpürdü çin’den
ne kaldı geriye fırat kıyılarında
havari’nin yaktırdığı kitaplardan
biraz kül biraz duman..
yüreğimde cehennem yangını
homeros konfiçyüs
augustus şair dedem ovidius
boccacio dante montaigne
remarque böll einstein
marx engels lenin
gökçe nazım hasan hüseyin
ve daha binlerce güzelliğim
yakıldı
yırtıldı
yasaklandı
ve kapatıldı ardına demir kapının
silahlar yasaklanmadı hiç
öldürmek öldürülmek yasaklanmadı
sorgu odaları cezaevleri darağaçları
yasaklanmadı sömürgeleştirmek
zincirle doğmak zincirle büyümek
bir gün olsun gülemedim demek yasaklanmadı
yasaklanmadı legal yarı-legal illegal açlık
tekelcinin dünyası savaş yasaklanmadı
yasaklandı fakat kitaplar
insan emeğine kan
insan emeğine sömürü
bir sülük gibi yapışınca
başladı kitap kıyımı
en önce ucuz bir roman kapağı içinde
ne yapmalı duruyordu
iliç belki bu duruma
geniş alnını kaşıyarak gülüyordu
günsel sen güzelim kadın (4)
nasıl da hırslısın çakmak çakmak
iki elinle bastırsan patlayacak
binbir umutla büyüyen karnın
sen bile dayanamadın
ellerimizden sökülüp koparılmana
oblomov hımbıl adam (5)
hırkanı atıp kalktın ayağa
bir yıldız gibi kayardın gavroche (6)
geceleri paris sokaklarında
paris’in sokakları senden sorulurdu
paris’in sokaklarında barikatlar kurulurdu
anımsa paris’te halk ayağa kalkmıştı
fakat ellerinde bir tüfekleri kalmıştı
avına kanatlanan bir şahin gibi sen
tepeden tırnağa isyan tepeden tırnağa yürek
atıldın düşmandan koparmak için birkaç tüfek
vurulup düştün sokakları düştü paris’in
küfret gene küfret gavroche küçüğüm
argo dilini sevsinler senin
bin erkek altından
kızoğlankız kalkan
oynak kalçalı tereza (7)
şafak ucunda gecenin
hedefini şaşmaz tükrüğünü
bir mermi gibi yapıştır
ablak yüzüne işkencecinin
akhilleus peleus’un oğlu
savunuyor diye troya’yı
dur öldürme hektor’u
hektor bir yiğit adam
sen de inat etme Paris
kimi seviyorsa helena
sunsun ona şarabı elinden
hermes haber ulaştır zeus’a
poseidon apollon athene ares
ey tanrılar durdurun savaşı
akhalılar troyalılar gelin
tunç kargınızla kalkanınızla
bükülmez bileklerinizle gelin
gelin hep birlikte gömelim işkenceyi
ülkesinde hodes’in
julius fuçik
ibrahim
çilemiz bitmemiş
bitmemiş
kardeşim
VII
sevgilim çilemiz bitmemiş delirecek şu duvar
küçük küçük adımlıyordun yasak bir afiş gecesini
konuşmasını öğreniyordu insandan önce duvar
vurup duruyordu caddeye serseri bir ayaz
çılgın gibi bütün ağaçlar nisan sonu muydu?
aklımı-fikrimi çelmiştin bir gelincik açmıştı içimde
toyluk işte bayram yerine gider gibi gelmiştin
anımsa kırmızı boyun atkımı dolamıştım boynuna
kınından fırlamış bir bıçak gibi aykırı güzeldin
bir gelincik açmıştı içimde aklımı-fikrimi çelmiştin
bir gelincik kanatılmıştı sonra kan kırmızı
ayaklarım bir durak erkene almıştı geleceğin yolu
ne bilsin
pusu son buluşmamıza ihanetle kurulmuştu
ayrılık bozkır gecelerine kalkan tren gibi bir çığlık
göğsüne göğsümün şeklini basıyordum
öpüşüyorduk
pusu patlıyordu üstümüze ihanetle kurulan
sen karanlığa koşuyordun
ay buluta
kasıklarımda kan kuruyordu ay buluta koşuyordu
çıkmadı aklımdan saçlarını rüzgâra yatırışın
kapanıp kalmışım beşiktaş’ta bir balıkçı tezgâhına
ellerimin altında ıslak bir kedi miyavlaması
bir tekme buldu ağzımı dişlerimi tükürdüm
ihaneti alıp koydular karşıma seni sordular
ihaneti ülkemi seni ve ölümü düşündüm
yağmurun tıpırtısı gibi kesildi ayak seslerin
ay buluta girdi dedim içimden ay buluta girdi
kaç yaşındaydım yirmi hayır yüz belki bin
rüzgâr gibi öfkeydim asıldım askı demirine
pencereden sarkıttılar inkâr deldim adımı
şakağımda tabanca alıp götürdüler bir ıssıza
ay buluta girdi dedim içimden inkâr geldim adını
münferit filanmış işkence ne büyük yalan
obur köpekler gibi bacaklarımın arasında ceryan
«bana bir aşk masalından şarkılar söyle»
insan ne garip şeyler düşünüyor işkencede
bir kitabın denizlerine inerdik olur olmaz
iskandil düşürerek varırdık hedefe kürek kürek
zorlu birer kartaldık kanat veren gök fırtınalara
biliyorum o tren bir daha uğramaz o gara
bir sır gibi saklanacak son buluşması dudaklarımızın
çığlığıma çığlıklar bulaşıyor yan odadan
çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından
bir el gelip yapışıyor göğüslerine kızın
sunmak için cehennem ağzına elektrik telinin
ayak parmakları el parmakları yani aşk tarağı
sorgucu sorar sorular sorar gün uzar gece uzar
çocuk çığlıkları gelir bir sokak öteden
anne olamayacağı düşer kızın aklına
aşk yuvası yıldırım düşmüş bir kovuk
bir gün mutlaka evet ama nasıl ey ütopya
oyuncak tren yürütür bir evde bir dolu çocuk
gözler trende gözler ray dönemeçlerinde vuut vuut
hayır bu vapurdu tren uzun geceler gibi bir çığlık
biliyorum o tren uğramaz bir daha o gara
bu kollar bir daha dolanamaz boynuna biliyorum
radyatör demirine bağlı bileğimdeki kelepçenin bir halkası
bir halkası güzel günlere
yok bunun ortası
içimde harman sarıları vızır vızır oğul arıları
içimde bataklık kuşları leş kargaları
içimde tank paletleriyle ilerliyor ihanet
en amansız stalingrad savunması beynimde
bir ucu öldürülmek işkencenin belki kalır belki kalmaz adın
öteki ucu ihanet adın yapışıp kalır belleğine halkın
ayaklarımın dibinde çırpınıyor ağzımdan boşalan kan
çekin şu kilimi yaprak hışırtısı altından
en savunmasız en masum anılarımı yokluyor
belleğime bir sıçan gibi sokulan el
inadına geliyor aklıma unutmak istediklerim
ihanetin menziline girmeyen bir yeri var fakat direncimin
bir kilim gibi katlayıp yaktım geçtiğim bütün yolları
kimliğim ve allahım yoktu sanki hiç yaşamamıştım
kimliğim ve allahım yoktu sanki hiç yaşamamıştım
ekmek yasak su yasak düşlerimde serin bir ırmak
kalkar yanıbaşımdan bir kere kalkmaya görsün halk
güneşli günleri alıp eline göz gez arpacık
bir kere kalkmayagörsün… susuyorsa darılma
uyanmamak üzere dalıp gitmek bir uykuya
uyuma ulan uyuma ulan ‘lan ‘lan
anneni var ya anneni… hani baban…
annem benim
seni de soruyorlar kardeşim seni de sevgilim
sözcüklerle soyuyorlar sizi tarifsiz iğrenç
kurşun döküyorlar beynimin ortalık yerine
çardak altı kavun beyaz peynir ekmek ve rakı
bir gün mutlaka… sesli konuş ey ütopya
vakitsiz ötüyordur şimdi kumrular
kırlangıçlar vıcır vıcır kırlangıçlar saçak altı
hercai menekşeler gecede kaç renk gözlerimde kaç
delirecek şu duvarlar mümkünü yok
VIII
güneşten topraktan senden ve kitaptan uzak
hangi sözcüğü kaldırsam altında bir kundak
sinsi bir bıçak kolluyor en masum düşlerimi
oturmak istiyor yanağımın çukuruna örümcek
belki bu yüzden yangın gibi birşey ağzımda
herşey benim dışımda herşey benden uzak
ey ütopik hamak ne kadar sıcaksın ve ne kadar rahat
peki ya neden güzel günler derken ben
birdenbire tüfekleşiyor elimde kalem
kıyıları koyları yumuşak başlı dağları
sevmiyor muyum eskisinden çok
her dalından yaşam ağacının
koparmayı istemiyor muyum güzel bir an
bir sana bir bana kardeş kardeş dünyamızı
düşlemiyor muyum ranzama sırtüstü uzanıp
düşlüyorum istiyorum seviyorum fakat
düşlemekle istemekle değişmiyor bu hayat
değişmiyor canım
türkçemizin en güzel en sert ve en yumuşak
sözcüğü direnmek’i
öğrenmeden büyük karflerle
yaşayarak
şimdi sen uykunun en derininde
kavganın en serininde olabilirsin
bir kurşunun önünde kurşundan hızlı kaçabilirsin
aldı alacaktır canını yaktı yakacaktır saçını
ve belki herkes kapatmıştır sana kapısını
ve belki senin hiçbir kapıyı çalamıyor elin
fakat şundan emin ol ki sevgilim
ayaydınlık bir kitap gibi
sayfalarını savura aça
metris içinden istanbul’a sarkan çığlığımıza bakıyor
güzelim bir dünya
Nevzat ÇELİK