Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Kasım 25, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeAfşar TİMUÇİNOrtaçağ karanlıklar dönemi değildir | Afşar Timuçin

Ortaçağ karanlıklar dönemi değildir | Afşar Timuçin

Bugün sizinle Ortaçağ felsefesini konuşalım istiyoruz. Ama öncelikle Ortaçağı belirleyen iktisadi, siyasi, toplumsal koşullardan söz edelim isterseniz…

Ortaçağ dediğimiz zaman, M.S. 5. yy’dan 17. yy’ a kadar süren dönemi anlıyoruz. Genellikle tarih öğretmenlerimiz ve felsefe öğretmenlerimiz bunu, biryapılı bir çağ gibi anlatırlar, yani başladığı gibi bitmiş… Oysa elbette öyle değil, çünkü toplumsal yaşamda biliyoruz ki sürekli dönüşümler var. Dönüşüm noktalarını da iyi belirlememiz gerekir ki düşünce dönüşümlerini doğru kavrayabilelim. Ortaçağ’ın ilk dönemi M.S. 5. yy’dan 11. yy’ a kadar sürüyor. Bu, feodal yaşam koşullarının yerleşmeye ve gelişmeye başladığı dönem. Yani 11.yy ile birlikte feodal yaşam hem doruğuna çıkmış oluyor hem de her doruğuna çıkan şey gibi yavaş yavaş çöküntüye girmiş oluyor. 11. yy’ da şu oldu: iyice kendine kapalı olan iktisat düzeni dağılmaya başladı ve küçük ticari alışveriş merkezleri oluşmaya başladı. Yani çok küçük kentlerden biraz daha büyük kentlere doğru dönüşüm oldu.

Hatta diyebiliriz ki 7-8 kent birleşti, sonra da aralarında daha büyük bir kent oluşturdular. Bu, ticaret yollarıyla ilgilidir. Eskiden ticaret yolları yoktu. Yani kişi toprağında ürettiği kadarını üretiyor, kalan zamanında diyelim ki kazak dokuyor, sonra o kazağı bulunduğu yerdeki pazara götürüp satıyor. Ama kentler arası ilişki 11. yy ile birlikte başlamıştır diyebiliriz. Bu yüzden 11. yy’ı feodal yaşam düzeninin doruk noktası olarak gördüğümüz gibi yavaş yavaş onun çöküntüye girdiğini de görüyoruz. Neyle çöküntüye giriyor, tabii ki sermaye düzeninin yavaş yavaş oluşmaya başlamasıyla. Yani bu küçük pazarların oluşması, sermaye düzeninin ilk oluşum koşullarını hazırlıyor. Öyleyse bu ilk dönemde, yalnızca feodal yaşam düzeninin kendini var etmesi söz konusudur ama 11. yy’dan 15. yy’a kadarki dönüşüm, feodal düzenden sermaye düzenine doğru geçişin koşullarıyla belirgindir. Asıl Ortaçağ dediğimiz bu dönemden sonra Geç Ortaçağ gelir ki, 15. ve 16. yy’ları içerir. Birinci dönemin adı Erken Ortaçağ, ikinci dönem Asıl Ortaçağ, üçüncü dönemse Geç Ortaçağ’dır. Geç Ortaçağ’da artık iyiden iyiye feodal yaşam düzeni sarsıntıya uğrar. Sermaye birikimleri oluşmaya başlar. Yavaş yavaş kentler arası ticaretten ülkeler arası ticarete geçilir. Hatta denizaşırı ticaretin de temelleri atılmış olur. Yani büyük limanların oluşması özellikle gemi ticaretinin gelişmesi bu son dönemde olmuştur diyebiliriz.

Peki feodal yaşam deyince neyi anlıyoruz?

Öncelikle bir atomlaşmışlığı anlıyoruz. Roma koskoca bir imparatorluktu, bir tarım imparatorluğuydu. Zaten o dönemin eski imparatorluklarını düşünürsek, imparatorluklar tarım imparatorluklarıdır deyim yerindeyse. Yani tarıma dayalı bir yaşam biçimi egemendir. Ele geçirilen topraklar da tarım için kullanılır zaten. Ortaçağ’la birlikte bu büyük toprak bütünlükleri dağılmaya ve atomlaşmaya başladı yani çok küçük birimler halinde toplumsallaşma oluşmaya başladı. Bu, senyörün sahip olduğu topraklar üzerinde bir devletin kuruluyor olması demektir. Senyör hem devlet başkanıdır hem de toprak sahibidir. Bu atomlaşmayla birlikte, senyörlüklerin kurulmasıyla birlikte yavaş yavaş serflik düzenine geçildi. Yani toprak sahibi ya da devletin başkanı olan adam elindeki toprakların çok az kısmını kendine bırakıyor ve büyük bir kısmını köylülere dağıtıyor. Köylülere dağıtırken köylüyü kiracı olarak, yarıcı olarak kullanıyor. Eskiçağ kölelik dönemiydi, Ortaçağ ise artık serflik dönemidir. Kölelikle serflik arasındaki ayrım, serfin köleye göre biraz daha özgür olmasıdır. Serf, kendisine verilmiş olan toprakların üzerinde çalışıyor. Gerçi toprak kendisinin değil ama elde ettiği ürünün bir kısmını kendine ayırabiliyor. Köle gibi hiçbir geliri olmayan kişi değil. Ama o kadar büyük vergi veriyor ki; kiliseye vergi veriyor, senyöre vergi veriyor, krala ya da imparatora vergi veriyor. Buğday veriyor diyelim; kendisine kalan 8-10 çuval buğdayla da kendisi yaşıyor. Ama bununla birlikte daha rahat, daha özgür bir yaşam sürüyor köleye göre. Ortaçağ’ın sonlarına doğru ise yavaş yavaş feodal yaşam düzeni dağılmaya başladı. Dağılmanın birçok nedenlerinden bir tanesi mirastır. Bu ne demek diyeceksin. Şimdi bir senyör öldüğünde toprakları diyelim ki beşe bölünüyor, o beşe bölünmüş topraklar artık verimsiz topraklardır. Yani onun üstünde artık egemen olabilecek belli tek bir güç yok. O yüzden o topraklar çok zaman işlenemez topraklar haline geliyor. Böyle olunca mirasçılar, artık senyörün çocukları ya da torunları, yol kesen adamlar haline geliyorlar. O yüzden Ortaçağ sonlarına doğru bir anlamda eşkıya düzeni ortaya çıkmıştır. Zaten Haçlı Seferleri’nin temel nedeni de kutsal topraklara gitmek değil serserileri toplayıp buraya göndermektir. Sonuncu Haçlı Seferi de çocuklardan yapılmıştır. Serseri çocukları toplayıp sonuncu Haçlı Seferi’ni yapar Papa.

Sermaye birikimi de bu dönemde oluşmaya başlıyor…

Evet. Yavaş yavaş dokuma sanayi oluşmaya başladıkça sermaye birikimi oluşmaya başlar. Tabii sanayide ilk kol dokumadır bildiğimiz gibi. Dokuma sanayi geliştikçe ticaret uluslararası boyut kazanmaya başlar. Yani diyelim ki, Hindistan’dan eskiden kumaş getiren gemiler artık pamuk getirirler. Buradan hammadde getirip kendileri işlerler ve Hindistan’a satarlar. Yani eskiden dünyaya egemen olan Hint kumaşı artık yerini İngiliz kumaşına bırakacaktır. Hani derler ya, ‘asılacaksan İngiliz ipiyle asıl’ diye, demek ki İngiliz dokuma sanayi Hindistan’daki dokuma sanayini yok etmiştir. Böyle böyle kentler büyümeye ve serfler için çekici olmaya başladılar. Topraktan kopma dönemi gelir. Bir serf toprakta çok güç koşullarda çalışacağına, efendisinden kaçıp genellikle kralların egemenliği altında yaşayan kentlere sığınırlar ve oradaki dokuma sanayinin işçileri olmaya başlarlar. Serflerin işçi olmaya başladığı bir dönem yaşanır. Ama bu kaçış tabii pek kolay olmaz, hatta Avrupa’nın pek çok yerinde özellikle Almanya’da yazılı olmayan ama geçerli bir yasa söz konusudur. Efendisinden bir yıl bir gün kaçmayı başaran serf artık özgür sayılır. Ama bir yıl kaçtı da bir gün kaçamadı mı, alıp yeniden götürürler. Bundan böyle artık feodal yaşamın sonunu gelmiş olur. Çünkü feodal dönemde gücünü iyiden iyiye yitirmiş olan krallar, yeniden yaşama egemen olmaya başlarlar. Ve kralların yaşama egemen olmasıyla birlikte feodal yaşam düzeni çöküntüye uğrar. Yükselmekte olan burjuva sınıfı, senyörlerin ellerinden kurtulmak için krallarla işbirliği yapar. Diyelim ki kuzey Avrupa’dan malı aldın, güney Avrupa’ya götürüyorsun. Her senyörün toprağından geçtikçe vergi ödeyeceksin. Demek ki 30 kuruşluk mal güneye indiğinde 300 kuruş oluyor. Bunun önüne geçmek için krallar ağırlığını koyarlar ve feodal gücün kırılmasını sağlarlar. Böylece sermaye düzenine geçilmiş olur ve Ortaçağ’ın sonuna gelinir. Özetlersek böyle.

Ortaçağ düşüncesi hatta Ortaçağ deyince yıllardır bir ‘karanlık’ imgelemi belirir: Ortaçağ karanlığı… Siz bu imgelem hakkında ne düşünüyorsunuz, Ortaçağ gerçekten karanlık mı?

Ortaçağ’dan sonra birkaç yüzyıl insanlar, Ortaçağ’ı kuşkuyla karşıladılar. Ancak 19. yüzyıldan sonra tarih fikri gelişince, Ortaçağ’a başka türlü bakma koşulları oluştu. Yani “Ortaçağ geridir, karanlıktır, hiçbir şey yoktur”un tam tersi görüşler oluşmaya başladı. Mesela bu konudaki görüşlerden biri Fransız yazarı Chateaubriand’ın görüşüdür. Chateaubriand, o dönemde manevi yaşamın çok önemli boyutlarda olduğunu bildirir ama tabii o dinsel açıdan bakmıştır. Genel olarak baktığımız zaman ancak 19. yy’dan sonra Ortaçağ’ın önemi kavranmıştır. Ortaçağ’ın karanlık gibi düşünülmesi din baskısının yoğunluğundan… Tabiî ki Hıristiyanlık ilk zamanlar büyük bocalamalar geçirdi. Ama 3. yy’dan sonra, özellikle 5. yy’dan sonra iyiden iyiye kurumlaşmaya başladı. Özellikle Aziz Paulus’un çalışmalarıyla iyiden iyiye bir din halini almaya başladı ve kilise büyük bir ağırlık kazandı. Feodal yaşam düzeni de zaten kültür yaşamının gelişmesi için çok elverişli değildi. Çünkü atomlaşmış bir yaşam; insanlar tamamen toprağa bağlanmışlar ve burada eski çağın ticaret kentlerinde oluşan o büyük kültür hareketlerinin olması mümkün değil. Dolayısıyla Ortaçağ kültür açısından tam tamına problemli bir dönem olarak kalmıştır. Hatta o dönemde çok belirgin bir formül vardır: “felsefe dinin hizmetçisidir”. Demek ki felsefe tamamen araştırma gücünü yitirmiş ve dinsel bir anlam kazanmıştır. Ama şunu unutmamak gerekir ki, Ortaçağ hiçbir zaman düşünce açısından da tam tamına durgun bir dönem olmadı. Başka açılardan da durgun bir dönem olmadı. Örneğin, iktisadi açılardan: Eskiçağ’ın tarım anlayışı, Ortaçağ’ın tarım anlayışından çok çok geridir. Almaşık ekim biçiminin bulunması Ortaçağ’da olmuştur. Büyük ormanların kesilip yerlerine çok büyük tarım alanlarının açılması Ortaçağ’da olmuştur. Meyvacılık Ortaçağ’da gelişmiştir. Ortaçağ çok önemli bir dönemdir. Kaldı ki Ortaçağ’da biz Rönesans diye 15. – 16. yy’ları belirliyoruz ama ilk Rönesans, Karolenjler Rönesansı’dır ve 9. yy’ da başlamıştır. 12.-13. yy’da olan Skolastik Rönesansı’dır. Skolastik Rönesansı,  skolastik düşünce, özellikle bizim tarih ve felsefe öğretmenlerimizin mahkum ettikleri şeydir. Skolastik gerçek anlamda bir düşünce gelişimini ortaya koyar aslında. 12. yy’dan sonra hatta 11. yy’dan sonra piskoposluk ve manastır okulları açmaya başladılar. Burada özellikle halk çocukları ders görüyorlardı ve bunlar ruhban sınıfına dahil oluyorlardı. Özellikle skolastik dönemde hızlı ve çok sayıda okulun açılması, dini de olsa yoğun bir eğitim gelişimini getirdi. Zaten 13. yy’da bugün adını bildiğimiz büyük üniversitelerin doğuşu skolastiğin ürünü olmuştur. Yani Paris Üniversitesi, Cambridge , Salamanka Üniversitesi skolastikten doğdu. Bütün bu üniversiteler kısa zamanda çok önemli düşünce üreten merkezler haline geldiler. Hatta bunlar, önemli merkezler haline geldikleri zaman Papa, “asla Aristotelesi okutmayacaksınız, o pagandır ve bizim dinimize uymaz” diye bütün üniversitelere genelge gönderdiğinde rektörlerden bir tanesi bile Papa’ya cevap vermemiştir. Yani ‘dur, özür dileriz, vazgeçeriz’  gibi bir tutum kesinlikle almamışlardır. Bilim ahlakının kurulmaya başladığı dönemdir. Şöyle bir yanılgı var: Rönesans tümüyle kiliseye karşı olan aydınların gerçekleştirdiği bir harekettir diye… Tam değil… Sadece kilisenin dışından değil kilisenin içinden de gelişmiştir Rönesans. 13. yy’da Roger Bacon yeni düşünceleri olduğu için 12 yıl kadar hapis yatmıştır, ruhban sınıfından ve papaz olduğu halde. O dönemde mesela Büyük Albertus bilim sınıflaması yapmıştır. Modern bilim sınıflamasının ilk biçimini Büyük Albertus’la görüyoruz. Dolayısıyla Ortaçağ da bütün çağlar gibi kendi engellerini kendi içinde yaratırken kendi verimini de kendi içinde yaratmıştır. Yani Ortaçağ’ı hiçbir zaman karanlıklar dönemi gibi algılamamak gerekir. Ama bizde çok kabataslak bakıldığı için ‘skolastik bir rezalettir, skolastik dinsel anlamda kendini yineleyen bir düşüncedir’ falan denir. Hatta bir özel okula konuşmaya çağırmışlardı beni. Burada felsefe salonu yapmışlar çocuklara, bir de bizim ilkokulda yaptığımız tarih şeridi gibi bir felsefe şeridi yapmışlar. Bir tarafını simsiyah boyamışlardı. Nedir bu dedim, burası Ortaçağ dedi öğretmenler… Ben de bir şey demedim, ne diyeyim. İnsanlığın bir dönemini oyup çıkarıyorsun, olur mu?.. En büyük verimini oradan sağlamıştır Yeniçağ. Yani Yeniçağ’ın bütün aydınları Ortaçağın sıkıntılı döneminden eskiçağın verimli kaynaklarına indiler. Neyle indiler, zaman tünelinden geçmediklerine göre? Kilise ortamında, daha doğrusu manastırlarda bulunan eski eserleri okuyarak yaptılar. Yani hiçbir zaman Ortaçağ bütün önceki yapıtları yok etmiş, mahvetmiş bir dönem değildir. Tersine Ortaçağ, Eskiçağ’ı korumuştur da diyebiliriz. Özellikle manastır kütüphaneleri.

Ortaçağ felsefesini Ortaçağ felsefesi yapan temel özellikleri de göz önüne alarak, bu çağın filozoflarının, yüzyıllara yayılan gelişim çizgisi döneminde ortaya attığı, üzerinde çalıştığı en önemli sorular nelerdir?

Başlangıçta Platonculuğun yeni biçimi olan Plotinosçuluğu yine uyguladılar, yani Hıristiyan dogmalarıyla onu süslediler ve genel anlamda bakarsak Platonculuğa fazla bir şey katmadılar. Ortaçağ’da ilk önemli filozof Aziz Augustinus. Aziz Augustinus tam tamına Platoncu ya da Plotinosçu bir kavrayışla bir varlık sınıflaması yaptı, bir varlıkbilim tablosu oluşturdu. Tabii en yukarıya koyduğu tanrı son derece belirleyici bir tanrıydı. Hatta diyordu ki Aziz Augustinus; ‘insanın hiçbir istemi yoktur, insan yalnızca tanrının buyurduğunu gerçekleştirir. Saçımızdan bir kıl düşse, bunu tanrıdan bilmeliyiz.’ Yani insanın hiçbir istemli eylemi olamaz ona göre. Dolayısıyla çok katı bir Hıristiyancı bakış açısı getirdi. Zamanla toplum dönüştükçe ve sermayeciliğin ilk ışıkları ortaya çıkmaya başlayınca skolastikle birlikte Aziz Anselmus çıktı ortaya. Aziz Anselmus da Aziz Augustinus gibiydi gerçekte. Ama bir şey ekliyordu, diyordu ki, ‘inanç doğrudur fakat usla aydınlatılmadığı zaman kavranılamaz.’ Bakın nerden nereye geçiyordu… Platoncu gönül yöneliminden ussallığa doğru bir geçiş yapıyordu. Yani usun felsefede egemen olmaya başlaması Aziz Anselmus’la oldu. 13. yy’da Aziz Tommaso tam tamına Aristotelesçi bir anlayışa yerleşti ve artık Rönesansın ışıklarının yanmaya başladığı dönemde, insanı Aziz Augustinus’un belirlediği gibi katı bir belirlenim içinde değil azçok tanrının verdiği sınırlar içinde bir özgürlük varlığı olarak tanımladı. Yani tanrı sadece koşullayıcı bir biçimde etkin olmuyor, bizim yaşamımızda. Belli bir ölçüde bize özgürlük veriyor ve biz o özgürlüklerle seçimlerimizi yapıyoruz. Bilgi anlayışının dönüşümünü görüyoruz burada. Platon’da bildiğiniz gibi tanrısala içten yöneliriz. Yani sadece benimle tanrı arasında bir yol vardır. Kendiliğinden bir yükselişle tanrıya ulaşırım ben. Dış dünya diye bir şey burada söz konusu değildir. O yüzden Demokritos, Platoncu anlayışla gözlerini oydurmuştu diye yazar kitaplar, çünkü dış dünyayı görmesi gerekmiyor ki, o içten yöneliyor. Tabii bu bir safsata mıdır değil midir ayrı mesele. Ama yavaş yavaş dış dünyanın önemsendiği bir yere doğru gittik. Aziz Tommaso diyordu ki, biz tanrıyı yarattıklarıyla kavrayabiliriz ancak. Yani öyle içten yükselişle olmaz. Bu biraz da kilisenin kökleşmesi adınadır. Çünkü siz tanrıyla tek başınıza kaldığınız zaman ortada bir kuruma gereksinim yok. Yani papaza dahi ihtiyaç yok… Dolayısıyla Aziz Tommaso’yla birlikte yeni dünyanın bakış biçimi belirmeye başlamıştır. Zaten felsefeyi bir yana bırakıp sanatlara baktığınızda sanatlardaki gelişimde de artık Rönesans’a doğru hızlı bir gidişin olduğunu görüyoruz. Örneğin, tiyatronun kilisenin avlularından çıkıp sivilleşmesi buna bir örnektir. Ya da kilisede ayinler sırasında yapılan karşılıklı dualardan yavaş yavaş müziğin doğması… Bütün bu dönüşümlerin altında hızlı sermayeleşmeyi görmek bence doğru olur. Çünkü sermayeleşmekle birlikte kentler büyüdü, artık egemen sınıf değişti. Soylular egemenliklerini yitirdiler, egemenliklerini korumaya çalıştıkça yitirdiler. Örneğin o dönemde ortada bol para dönüyor, bugünkü gibi bankalar yok, bir takım adamlar banker sıfatıyla insanlara borç paralar veriyorlar. Senyörler de borç para alıyorlar, belki durumu kurtarırız diye, daha çok batıyorlar. Çünkü o parayı nasıl kullanacağını bilmiyor. Oysa sermayeci büyük bir hızla işini geliştiriyor. Kısacası, Ortaçağ’ın üç ayrı döneminde üç ayrı yaşam biçiminin olduğunu, üç ayrı düşünce biçiminin olduğunu görüyoruz. Ama bu üç ayrı biçim derken bunları kategorik ayırmayalım, çünkü zamanda geçişler çok yumuşak, hepimizin bildiği gibi.

İslam felsefesini Ortaçağ felsefesiyle birlikte düşünebilir miyiz, yani İslam felsefesini Ortaçağ felsefesinin bir başka yüzü olarak algılayabilir miyiz?

Hayır, İslam felsefesi Ortaçağ’dan etkilenmedi. Ortaçağ Avrupası İslam felsefesinden azçok etkilendi. Ama İslam felsefesinin asıl etkilendiği kaynak, Yunan felsefesidir. Bütün İslam filozoflarına bakalım (tabi ben konunun uzmanı değilim, bu konuda çok konuşmam doğru olmaz), yüzde şu kadar Platon, yüzde şu kadar Aristotales, yüzde şu kadar da İslam dogmaları birleşip bir filozofun düşünce dünyasını kurar. Yani hiçbir zaman bu felsefeler kendi özgün düşünce biçimlerini oluşturamadılar. Yunan ve İslam dogmaları iç içe geçmiştir.

Siz bir yazınızda Ortaçağ insanı için “sıkı sıkıya topluma bağımlı birey tipi… kendi başına karar veremeyen, kendi başına herhangi bir durumu değiştirmeyi göze alamayan bir insan tipi” demiştiniz. Bunu açabilir misiniz?

Bunun adı serf. Serf bir toprak kiracısı ama gerçekten sıkı sıkıya toprağına bağlı. Bir kere toprağından ayrılması mümkün değil. “Başka bir yere çalışmaya gidiyorum, allahaısmarladık senyörüm” diye gitmesi mümkün değil. Ortaçağ’dan önce de Roma’da da topraktan ayrılmak yasaktı. Hatta bir ara Eskiçağın sonlarında Roma’da kolonlara (o zaman serflik yoktu kolonlar vardı) şöyle bir hak tanıdılar, kolonlar bir yerden bir yere gidebilirler diye… Kolonlar onu yanlış anladılar ya da bildikleri gibi yorumlayıp başka topraklara göçmeye kalktılar, sonra o yasa değiştirildi. Oysa yasa ne demek istiyordu: küçük ölçüde yolculuk etme hakları vardır. Yani serfler hiçbir zaman kendi topraklarını bırakıp başka topraklara gitme konusunda hak sahibi olmadılar. Bir kere sıkı sıkı senyöre bağlıydılar. Çünkü senyör parayı basıyor. Kralın orduları dökülüyor, zavallı piyadeler… senyörün orduları çok güçlü süvarilerden oluşuyor. Ayrıca her senyörün kendi mahkemesi var, yani her senyör bir devlet başkanı. Dolayısıyla bu devletin içinde serfin kendi toprağında üretim yapmaktan başka bir hakkı yok. Bir yandan senyöre bağlı, bir yandan krala bağlı. Çünkü krallar o dönemde bütün güçlerini yitirmişler ama yine de varlar, gene de belli bir vergi vermek zorunda. Ayrıca kilise o kadar egemen ki onun yaşamına, kiliseyi ürettikleriyle beslemek de zorunda. Yani üç açıdan kesin bir biçimde bağlanmış bir serfle karşı karşıyayız.

Uzunca bir süredir yaşadığımız dönem için “Yeni Ortaçağ” tanımlaması yapılıyor. Siz ne diyorsunuz buna?

Hiçbir dönem yeniden yaşanmamıştır bildiğimiz gibi. Tarih tekerrürden ibaret değildir tabii ki. Ama gerçekten bazı benzerlikler var. Örneğin insanın sıkı sıkıya topluma bağlı olduğu bir dönemde yaşıyoruz. İnsanın sıkı sıkıya üretime bağlı olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Sıkı sıkıya üretime bağlı olduğu için de kültür planında gelişmeye vakti olmadığı bir dönemi yaşıyoruz. Yani sabah adam evden çıkıyor, çocukları okula yolluyor, kadın da birlikte çıkıyor, akşam eve gelince çocukları topluyorlar. İşte yemek yeniyor, pembe dizi seyrediliyor, yatılıyor. Ertesi gün tekrar kalkılıyor. Çark dönüyor öylece ve öyle bir yere de hapsedilmiş ki adam, cumartesi-pazar da otomobilini okşuyor. Şimdi bu durumda üretici bir zihnin var olması mümkün değil. Şimdi Eskiçağ’ın filozoflarını alalım, hepsi soylu insanlardılar, Yeniçağ’ın filozoflarını alalım, onlar da büyük ölçüde kendilerini şu ya da bu şekilde özgür kılmış insanlardılar. İşte Descartes bir soylunun çocuğuydu, Leibniz’in bir takım olanakları vardı vs. Bir tek Spinoza dökülüyordu, kötü durumdaydı, o da bu kötü koşullarda yaşamayı göze almıştı özgürlüğü adına. Bugün bilim adamı dediğimiz kişi sıkı sıkıya devlete bağlı ve sıkı sıkıya gündelik yaşama bağlı. Sabah işe gidiyor, kravatlı takım elbiseli, akşam eve geliyor. Eski bir filozofla karşılaştırın, böyle bir filozof olur mu? Demek ki bir anlamda sıkışık bir toplumsal yaşam sürdürüyoruz ve bu yaşam kültür açısından verimli değil. Bu yaşamın kültür açısından verimli olmayışı da zaten bilimde de felsefede de sanatta da pek güzel kendini gösteriyor.

Söyleşi: Volkan ALICI

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments