Afşar Timuçin’le söyleşimizde bu kez ahlak üzerinde durduk. Görenekler ahlakı, özgürlük ahlakı, yarar değerleri, yüce değerler gibi kavramları da tartıştığımız sohbetimizde ahlaki değerlerin estetik değerlerle ilişkisi üzerine de konuştuk.
Bugün sizinle ahlak üzerine konuşalım istiyoruz. Öncelikle kavramdan başlayalım isterseniz. Ahlak nedir?
Ahlak davranışlarla ilgili bir bilgi alanıdır. Felsefenin bir bölümünü oluşturur. Yani felsefenin dallarından biri de ahlaktır. Biz genelde üç temel kavram üzerine düşünüyoruz: iyi, doğru ve güzel. İyi, doğrudan doğruya ahlakın konusudur. Nasıl davranmalıyız, nasıl toplum içinde bir tutum almalıyız ki iyi’yi gerçekleştirelim. İyi’yi gerçekleştirmek demek burada, değer olanı öne çıkarabilmek ve değer olmayana karşı durabilmektir. Dolayısıyla iyi’nin peşinde olmak demek, insanlığın esenliği için çaba gösteriyor olmak demek. Demek ki kötü dediğimiz şey, iyinin karşıtı, değer olmayan şeyin kendini gösterdiği durum demektir. Yani ahlak her zaman iyi-kötü karşıtlığı üzerinden kendini var eder.
Ahlak kavrayışında birey ahlakı, toplum ahlakı gibi daha genelleyici yaklaşımların yanında, iki temel eğilimin varlığından söz edebilir miyiz: mutluluk ahlakı ve ödev ahlakı?
Ahlakın özü zaten sorumlulukla ilgili olduğu için ödev ahlakı zorunlu bir yüzüdür. Yani benim insanlığa karşı ödevlerim yoksa, insanlığa karşı sorumlu değilsem zaten ahlak diye bir sorun olmayacaktır. O yüzden ahlakı toplumsal ve evrensel yüzüyle görmek doğru olur. Yani insana yararlı olma açısından ahlakın sorunlarını irdelemek gerekir. Bu çerçevede bireysel ahlak ve toplumsal ahlak diye ayırabiliyoruz elbette. Üstelik toplumsal ahlaka daha çok görenekler ahlakı diyebiliyoruz, bireysel ahlaka da özgürlük ahlakı diyebiliyoruz. Ama bu iki ahlakın birbirleriyle çok zaman çatışkılı olduğunu da görüyoruz. Çünkü toplum bize bir davranışlar toplamı kabul ettirmeye çalışıyor, biz de toplumun ahlakına karşı kendi özel ahlakımızı koyuyoruz. Bu tabii ki, toplumun ahlakı doğrudur, bireyin ahlakı yanlıştır gibi bir görüşe götürmesin bizi. Çok zaman bireyin ahlakı, yani özgürlük ahlakı, toplumun ahlakından daha sağlam olabiliyor. Çünkü toplum ahlakı son derece kalıplı bir ahlaktır ve her şeyden önce toplumun düzenini öngörür. O yüzden de ödev kavramını en öne çıkarır. Ama ahlakın alanında ödev kavramını o kadar çok öne çıkarırsak bireyin sınırlarını zorlamış olabiliriz. O yüzden ödev ahlakı yerine ‘hak ve ödev ahlakı’ diye bakmak gerekir çünkü felsefe tarihine baktığımız zaman bazı filozofların ya da bazı düşünürlerin haktan ayrı olarak ödevi düşündüklerini görüyoruz. Yani insanı bir ödevler varlığıdır diye belirliyorlar, buna karşı çıkmamız gerekiyor. Haklar ödevlerle, ödevler haklarla vardır. Demek ki ahlakın özünü ödevler de oluşturuyor olsa, onu dengeleyen hakları gözden ırak tutmamak gerekir.
Mutluluk ahlakı için ne diyorsunuz?
Mutluluk sözü bana çok uzak bir söz. Yani içeriği belirgin olmayan bir şey mutluluk. Mutluluk ahlakı, bireysellik ahlakını, daha doğrusu bireyci bir ahlakı düşündürüyor bana. Kaldı ki, insan yaşamına baktığımız zaman mutluluk dediğimiz şeyin bireysel kazanımlarla ilgili olmadığını, insanın insanlığa adanmışlığıyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Yani insanlar mutlu olmaya çalışırlar, kendilerine bir şeyler elde etmeye çalışırlar, “otomobilim olsun, evim olsun, evleneyim mutlu olurum” gibi… Ama o mutluluğa hiçbir zaman erişememişlerdir. Mutluluk bir amaç olarak konduğu zaman insanı yorar, ezer ve yozlaştırır. Mutluluk insanı bir amaca giderken duyduğumuz sevinçler, heyecanlar olabilir. Diyelim ki bir romancı romanını yazarken o bölümde ortaya koyduğu şeylerden hoşnutsa kendini mutlu duyacaktır. Ama ‘bir ev daha alayım, daha mutlu olacağım’ diyen bir insana şunu söylememiz gerekir: boşuna uğraşma, mutlu olamayacaksın çünkü ondan sonra bir ev daha almak isteyeceksin.
Siz bir değer sorunu olarak ahlakı, yarar değerleri ve yüce değerler kavramlarıyla açıklıyorsunuz. Bunlar üzerine konuşalım mı?
Tabii… Yarar değerleri dediğimiz, insanın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli koşullardır. Örneğin su bizim için değerlidir çünkü yaşamımız için vazgeçilmez bir öğedir, hava bizim için değerlidir, toprak bizim için değerlidir. Bunlar sadece maddi yaşamımızı sürdürebilmek için bize olanaklar sağlarlar. Asıl değer diye gördüğümüz ahlaki ve estetik değerlerdir. Bunlar bizi gerçek anlamda yüce değerlere bağlayan alanlardır. Yani insanın en ileri amaçlarıyla ilgili olan etkinlikleridir burada söz konusu olan. Demek ki yarar değerlerini biraz da kaba değerler olarak görmemiz doğru olur. Çünkü şöyle bir tehlike vardır: o değerleri abarttığımız zaman sana yararlı olmaktan çıkıp zararlı olmaya başlıyor. Diyelim ki günde bir buçuk litre su içmemiz gerekiyor ama su vücuda yararlıymış diye günde beş litre su içersek zehirlenmeye doğru gideriz. O yüzden yarar değerlerini yararlı oldukları ölçüde kullanmak gerekiyor. Ama yüce değerlere ulaşmanın hiç sonu yok diye düşünebiliriz.
Bugün insan yarar değerleri açısından bir doymazlık içinde diyebilir miyiz?
Evet. İnsan sürekli olarak gereksinimler yaratıyor. O gereksinimleri karşılayacak olanaklar yaratıyor, gereksinimleri karşılanıyor, bir doygunluğa ulaşacağını sandığımız anda yeni gereksinimler ortaya koyuyor. Bu öldürücü bir döngü… Çünkü isteyen bir varlık olarak görüyoruz insanı, isteyen ve doymayan bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. İstediği nedir? Küçük bireysel hazlarının karşılanmasıdır. Tabi o küçük hazlar dediğimiz şey birike birike büyük hazlar haline geliyor. Yani toplumun yaşam biçimini koşullayan hazlar haline geliyor. Ama insanlık burada birçok şey kazandığını sanırken birçok şeyini de kaybediyor. Mesela bütün dünyada kentler otomobillerle dolmuştur, kentler otomobil çöplüğüne dönüşmüştür. Burada insan mutluluğunu yarattığını sanıyor, oysa iki kilometrelik yola iki saatte gittiği zamanlar oluyor. Burada acaba kendi yarattığı gereksinimlerin altında mı kalıyor insan, yoksa yarattığı gereksinimleri kullanmış mı oluyor?
Böylece insan kaba hazların ve eşyanın tutsağı oluyor.
Evet. Eşyanın tutsağı oluyor, kaba hazların tutsağı oluyor, bilinç eksikliğinin tutsağı oluyor. Giderek midesinin tutsağı oluyor, cinselliğinin tutsağı oluyor, bayağı birtakım eğilimlerin tutsağı oluyor ve insan, bir tutsak olup çıkıyor.
Yüce değerler ve yarar değerlerde, değer kavrayışı toplumlara, çağlara göre değişiklik gösterir mi? Yani bu değerlerin toplumsal ve bireysel koşullarla ilişkisi, daha doğrusu belirleyenleri nelerdir?
İktisadi değerlerin zamanla ilişkisi bilimsellikle ve teknolojik buluşlarla belirgindir. Yani 17. yüzyılın bilimi ve teknolojisi insana hangi olanakları sunuyorsa, 17. yüzyılın insanı onun içinde kalmak zorundaydı, onu ileriye doğru zorlamak istese de… Yüce değerlerse her zaman özü aynı kalan değerlerdir. Ama her çağda ayrı bir yönelimle ortaya konmuş değerlerdir. Yani insan Eski Yunan’da da, Roma’da da değerli bir varlıktı, Rönesans’ta da değerli bir varlıktı ama insanın burada değerli bir varlık olarak kavranma koşulları azçok farklı olmuştur her çağa göre. Ama bu farklılık hiçbir zaman yüce değerlerin özünde insanın bulunması gerçeğini ortadan kaldırmamıştır.
Peki, nasıl bir ahlakı temel almalı insan? İnsanı insan yapan ahlak değerleri neler?
Toplumsal ahlaktan kopmamız gerekir. Buna az önce de söylediğimiz gibi görenekler ahlakı diyoruz. Burada toplum bencil bir biçimde kendi ayakta kalma koşullarını düşünüyor, dolayısıyla gelişim olanaklarını görmezden geliyor hatta bilerek kapatıyor. Yani toplum ahlakını benimsemiş insanların kurulu düzenle birebir yakınlıkları olduğunu ve insanın geleceğiyle ilgili tasarımlar oluşturmakta eksik, yetersiz ya da isteksiz kaldığını görüyoruz. Asıl ahlak bireysel ahlaktır ki, bireysel ahlakın gerçekleşebilmesi için onun çok sağlam bir bilinç temelin oturtulması gerekir. Çünkü (buna aynı zamanda özgürlük ahlakı diyorsak), insanın özgür olabilmesi yetkin bilince ulaşabilmesiyle olasıdır. İnsan gününü kavrayamayan, geçmişini kavrayamayan, yarınını tasarlayamayan basit bir bilinçle özgürlük ahlakını oluşturamaz. Özgürlüğün temel koşulu bilincin gelişimidir. Yani bilinç gelişimini gerçekleştirmiş olan birey zaten özgürlük ahlakını kendiliğinden yürürlüğe koyacaktır. Her an bunun toplumsal ahlakla çatışma içinde olduğunu göreceğiz. Çünkü hiçbir zaman toplumun kendisine benimsetmek istediği, bir kısmı çok yararlı çok akıllıca ama bir kısmı saçma sapan kuralları benimsemeyecektir ve o kurallarla savaşa girecektir.
Özgürlük ahlakını yaşamında var eden kişinin, kurulu düzenle, onun yarar değerleriyle sürekli bir kavgayı sürdürmesi zorunlu bir koşul. Bu da size göre özgür bir bilinçle mümkün. Bu, aynı zamanda geleceğin yeni insanını bugünden kurmaktır diyebilir miyiz?
Elbette. Zaten yetkin bilince ulaşmış insan bugünde sınırlanmış insan değildir. Gündelik bilinçle yaşayan insan bugünde sınırlanmıştır. Ama yetkin bir bilinçle yaşayan insan, bugünden çok geçmişte, geçmişten de çok gelecekte yaşar. Böyle bir insan geçmişin değerlerini geleceği oluşturmakta bir çıkış noktası olarak alır. Zaten geçmişle ilişkisi o anlamdadır, geçmişin gerekli gereksiz olaylarını öğrenmek değildir onun amacı. Demek ki gelişmiş bir bilinç her zaman ileriye dönük bir bilinçtir ve geleceği tasarlayan bir bilinçtir. Özgürlük ahlakı, bizi sürekli olarak geleceğe açar ve insanın gelecekte daha mutlu olabilmesinin koşullarını tartışmaya götürür.
Ahlaki değerlerin estetik değerlerle ilişkisinden söz ettiniz. Bunu biraz daha açabilir miyiz?
Bildiğimiz gibi ikisi ayrı alanlar… Ahlak bir kuralkoyucu alandır, felsefeye bağlıdır, felsefenin yöntemleriyle düşünür. Çağdaş anlamda estetikse felsefeden büyük ölçüde kopmuştur, kendisi bilim olmanın koşullarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır ve çağdaş estetiği laboratuar estetiği diye anlıyoruz. Fakat her ikisi de insanı değer açısından ele alırlar. Estetik güzel çerçevesinde ele alır ama bir estetikçi istese de istemese de bu güzel’de, bir iyi’ye doğru yol olduğunu görecektir. Ahlakçı iyiyi başlı başına bir değer olarak ortaya koyduğunda, onun güzele doğru kaymakta olduğunu görecektir. Ahlakla estetiği tabii ki birbirine karıştırmayız ama iyi kavramıyla güzel kavramı yaşamın koşulları içinde neredeyse birbiriyle örgülenircesine bütünleşmeye doğru gidiyorlar. İyi bir bilinç estetikten kopmuş ve ahlaka yönelmiş ya da ahlaktan kopmuş ve estetiğe yönelmiş bir bilinç olamaz. Demek ki yüce değerler dediğimiz değerler bu iki alanda gerçekleşirken iki alanı yoğun bir biçimde birbirine yaklaştırır.
‘Ahlaki davranışlarımız ussal mı duygusal mı etkilerin belirleyiciliğindedir’ sorusu, felsefe tarihinde kimi dönemler tartışma konusu oldu. Ahlaki ve estetik değerlerin birbiriyle ilişkisine bu açıdan da bakabiliriz sanırım.
Estetik değerlerle ahlak değerleri arasındaki ilişki zaten düşünsellikle duygusallığın bütünleştiği çerçevede kendini ortaya kokuyor. Ahlakın alanına girdiğimizde de insanı yalnızca düşünsel bir varlık olarak ele alamayız. Düşünsel-duygusal bir varlık olarak ele alırız. Estetiğin alanına girdiğimizde de bu geçerlidir. Yani insanı bir değer varlığı olarak ele alan bu iki alan zaten insanı bir duygu ve düşünce bütünü olarak değerlendiriyor, bilimden ve felsefeden farklı olarak… Sanatın ve ahlakın alanına girdiğimiz zaman, bilimin ve felsefenin yaptığı gibi duyguları dışlamak gibi bir şansımız yoktur. Burada insanın ussallığının duygusallıkla, duygusallığının ussallıkla bütünleştiğini net olarak görmemiz gerekir.
Sizden yarar değerleriyle yaşayan ve yüce değerlerle yaşayan iki ayrı insanı karşılaştırmanızı istesek nasıl bir tablo çizersiniz?
Yarar değerleriyle içli dışlı olan insan bir kere kendisi için maddi çıkarlar sağlamaya çalışan insandır. Yani bu adam zengin olmak ister, en pahalı otomobile sahip olmak ister, yolda giderken ‘bak falanca bey geçiyor’ desinler ister. Yani maddesel olarak elde edilebilecek her şeyi elde etmiş olmak ister. Yüce değerlere yönelen insan şunu çok iyi bilir ki, yarar değerleriyle içli dışlı olduğu sürece yüce değerlere ulaşma şansı olmayacaktır. O yüzden yarar değerlerinin en azından gereksiz birikimlerinden vazgeçmediğimiz sürece yüce değerlere ulaşma şansımız yoktur. Gerçek ahlaklı insanların ve gerçek anlamda sanat yapan insanların dünya malını görmeyen insanlar olduklarını, zenginliklerle alışverişi olmayan insanlar olduklarını görüyoruz. Yaşam koşullarının gereği iyi paralar kazanıyor olsalar da… Diyelim Picasso gibi… Picasso para kazanmak için ressam olmadı ama ressamlığı ona para kazanma olanağını getirmiştir ki her ressamın ulaştığı bir sonuç değildir bu. Picasso’nun da parayı yarar değerlerine sahip olan insanlar gibi kullandığını hiç sanmıyorum.
Yüce değerlere sahip insanı toplumsal ilişkiler açısından acı ve yalnızlık bekliyor. Çünkü o sürekli kurulu düzenle çatışacaktır, kurulu düzenin hor gördüğü, aşağıladığı hatta zararlı saydığı bir insan olacaktır. Ama kendiyle ilişkileri içinde tam tamına bir dingin insan varlığının örneğini oluşturacaktır. Yani hiçbir zaman ölümden korkmayan, yaşamın güçlüklerinden korkmayan, doğanın ona göstereceği her koşulu ağırbaşlılıkla kabul eden bir insan tipi oluşturacaktır.
Söyleşi: Volkan ALICI