Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cumartesi, Kasım 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeMarksizmFiziki Şiddet Üzerindeki Devlet Tekeli ve Bunun İhlali | Şiddet ve Medeniyet...

Fiziki Şiddet Üzerindeki Devlet Tekeli ve Bunun İhlali | Şiddet ve Medeniyet – Norbert Elias

Medeniyet hiçbir zaman tamamlanmış değildir ve sürekli olarak tehlike altındadır. Tehlike altındadır, çünkü medeni davranış standartlarının korunması, görece istikrarlı bir bireysel özdisiplin düzeyi gibi belirli koşulları gerektirmektedir. Bu koşullar da karşılık olarak, mal ve hizmetlerin tedariki, alışılmış bir yaşam standardının korunması ve özellikle de toplumsal edilginleştirme -yani, çatışmaların devlet aracılığıyla şiddete dayalı olmaksızın giderilmesi- gibi özel toplumsal yapılarla ilişkilidirler. Ancak toplumun içeriden edilginleştirilmesi, daima toplumsal yaşamın normal olayları arasında yer alan ve edilginleştirici kurumların çözmeye çalıştığı toplumsal ve kişisel çatışmaların tehdidi altında bulunmaktadır.

Gizli ön kabullere bağlı olarak, toplumsal yaşamdaki bu fiziki şiddet sorunu -edilginleştirme ile şiddet arasındaki gerilim sorunu- çoğu kez gözlemlenebilir bağlamlara gereken özeni göstermeyen bir biçimde incelenmiştir. Şu iki yaklaşımı alın.

Sorunu yanlış biçimde ortaya koymanın bir yolu, toplumsal çatışmaları ve bunların sonucunda ortaya çıkan psikolojik çatışmaları, insanların doğuştan getirdikleri saldırganlığa bağlama yönünde halen oldukça yaygın olan eğilimdir. İnsanların diğerlerine saldırmayı amaçlayan, yapı bakımından cinsel dürtü gibi diğer doğal dürtülere benzeyen saldırgan bir dürtü sahibi oldukları fikri temelsizdir. İnsanlar, tehlike altında olduklarını hissettiklerinde, bütün fiziki aygıtlarını farklı bir kaynağa otomatik olarak yöneltme konusunda doğal bir potansiyele sahiptirler. Beden, kızgınlık olayına, tıpkı kavga ya da dövüşte olduğu gibi kasların daha yoğun hareketine yol açan otomatik bir düzenleme ile tepki göstermektedir. Bir dürtü modeline denk düşen insanî itkiler, gerçek durumdan görece bağımsız bir biçimde, fizyolojik olarak veya çoğu kez söylendiği üzere, “içeriden” serbest bırakılmaktadırlar. Bedenin ekonomisini, kavga etme -ya da- kaçma haline geçirmek, çok büyük bir ölçüde, ister mevcut ister hatırlanılmış olsun, özgül bir durum tarafından koşullandırılmaktadır.

Saldırganlık potansiyeli, belli bir tür doğal veya toplumsal durumlar, hepsinden önce de çatışma tarafından harekete geçirilebilmektedir. Cinsel dürtü modeli esasında bireylere bir saldırganlık dürtüsü atfeden Lorenz ve diğerleriyle bilinçli bir karşıtlık içinde, çatışmaları ayaklandıranın saldırganlık olmadığı, saldırganlığı ayaklandıranın çatışma olduğu söylenebilir. Düşünce alışkanlıklarımız, insanlar hakkında açıklamak istediğimiz her şeyin ayrışık bireyler esasında açıklanabileceği beklentisini yaratmaktadır. İnsanların, nasıl gruplar halinde, yani toplumsal yapılar aracılığıyla birbirlerine bağlandıklarına ilişkin düşüncemizi ve dolayısıyla açıklamaları uygun bir yere oturtmak açıkça güç bir şeydir. Çatışmalar toplumsal yapıların bir boyutudur. Yine çatışmalar, insani-olmayan doğa ile birlikte, yani hayvanlar, gezegenler, ay ve güneş ile birlikte varolan insan yaşamının da bir boyutudurlar. İnsanlar, doğa gereği, diğer insanlarla, doğa ile ve bütün bunların içinde yer alan çatışmalarla birlikte var olan bu hayata göre ayarlanmışlardır.

Bu yaklaşımın önerdiği değişik bakış açısı, ikinci ve daha manidar bir yönde açıklık kazanmaktadır. Fiziki şiddet sorunu incelendiğinde, çoğu kez, insanların diğerlerine, sözgelimi erkek veya kadın teröristler haline getirmeye yetecek ölçüde saldırmalarının veya onları öldürmelerinin nasıl mümkün olduğu sorulmaktadır. Soruyu farklı bir biçimde ortaya koymak daha kesin ve dolayısıyla daha verimli olacaktır. Şöyle: Birçok insanın, daha güçlü olanlar tarafından kendilerine saldırılacağı veya öldürülecekleri korkusundan yoksun bir biçimde -genel olarak çağdaş Avrupa, Amerika, Çin ve Rusya gibi devlet-düzenlenimli büyük toplumlarda olduğu kadar barış içinde- yaşayabilmeleri nasıl mümkün olmaktadır? İnsanlığın gelişiminde, daha önce hiçbir zaman, milyonlarca insanın zamanımızın büyük devletlerinde ve kentlerinde olduğu gibi bu denli barış içinde -yani, fiziki şiddetin önemli ölçüde yok edildiği bir durumda- yaşamadıkları çoğu kez unutulmaktadır. Bu nokta, insanlığın gelişimindeki eski dönemlerinin ne denli şiddetle dolu olduğu ve yine bu dönemlerde fiziki saldırı riskinin ne denli yüksek bulunduğu fark edildiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır.

Bir kimsenin çatışma ile yüz yüze gelmesi, bir başkasına kızması veya nefret etmesi durumundaki ilk davranış, insanların birbirlerini yaralamak veya öldürmek için saldırmaları olmaktadır. Sorun, bütün bunlar olmaksızın -yani öfke, nefret, düşmanlık, husumet olmaksızın- nasıl birarada yaşayabileceğimizdir. Esas olan saldırıların, hatta cinayetlerin bir arkaplanının olmasıdır. Bu sorun normal olarak şiddet eylemlerinin nasıl açıklandığı sorularak incelenmiştir. Bunun yerine devlet düzenlenimli bir toplumda normal olarak nasıl barış içinde yaşayabildiğimizin açıklanmasını talep etmeliyiz. O zaman insanların bütünüyle neden barışçıl bir toplumsal hayatın, çağdaş medeniyetin standartlarına itaat edemediklerini anlamak ve açıklamak mümkün olacaktır.

Çok geniş toplumsal gruplarda göreli olarak nasıl barış içinde yaşadığımız sorusunu cevaplandırmak güç değildir. Özel bir toplumsal örgütlenim türü bunu mümkün kılmıştır. Sorunun bir boyutu ilkin Max Weber tarafından gözlemlenmiştir. Weber, devletlerin, yöneticilerin fiziksel şiddet üzerine bir tekel koyma iddiasıyla karakterize edildiğine işaret etmiştir. Bu, yöneticilerinin fiziksel şiddet kullanmaya yetkili, hatta zorunluysa diğer bütün yurttaşları şiddet kullanmaktan alıkoyan bir uzmanlar grubuna sahip olduğu bir örgüt içinde yaşadığımız anlamına gelir. Şiddet tekeli insan türünün sosyoteknik bir buluşudur. Bunlar genel olarak birçok kuşağın akışı içerisinde planlanmaksızın gelişen sadece doğal alanda değil, aynı zamanda toplumsal alanda da insan türünün sosyoteknik yeniliklerinin örnekleridir. Fiziksel şiddet tekeli bu türden bir yeniliktir. Yüzyıllardır bugünkü devlet modeline varıncaya kadar (ki bu model kesinlikle nihai aşama değildir) çok tedrici olarak biçimlenmiştir.

Bu tür fiziksel şiddet tekelleri halihazırda normal olarak hükümetler tarafından işletilip denetlenmekte ve yürütücü organlar olarak asker ve polis tarafından temsil edilmektedir. Diğer insani yenilikler gibi yüksek derecede benzerlik gösterirler: Tıpkı ateşin kontrol edilmesinin yemek pişirmede medenileşmiş bir ilerlemeyi sağlaması kadar barbarların kulübeleri ve evleri yakıp yıkması gibi; tıpkı atomik enerjinin verimli bir enerji kaynağı ve korkutucu silah oluşu gibi, fiziksel şiddet üzerindeki tekelin toplumsal yeniliği de eşit derecede çift anlamlıdır. Tehlikeli bir araçtır. Eski çağ firavunlarından günümüz diktatörlerine, şiddet tekelinin var olmasının gücü, belirli küçük grupların yararına kullanılmaktadır. Ancak devlet tekelinin sahipleri için gördüğü bu işlev onun yegâne işlevi değildir. Gücün devlet tekeli de bir devlet içinde yaşayan insanlar için büyük ölçüde önemli bir işleve sahiptir. Bizim edilginleştirilmemiz -geniş insan yığınlarının göreli olarak birlikte ve barışçıl yaşaması- büyük ölçüde, devletin malî tekeliyle yakından ilintili olan bu kurum esasına dayanır.

Önemli olan, şiddet tekelinin bu iki işlevi arasındaki dengedir: Denetleyicileri için işlevi ile devlet-düzenlenimli toplumun üyeleri için işlevi ve böylelikle içsel düzenliliğin derecesi. Daha önceki dönemlerde iktidar öyle eşitsiz bir şekilde dağıtılmıştır ki şiddet tekelinin denetleyicileri, bu gücün yönelttiklerinden çok kendileri için işlev görmesine mutlak öncelik verebilmekteydiler. XIV. Louis’nin “Ben Devletim” dediği kaydedilmektedir. Gerçekte o kendisini devletin sahibi olarak hissetmekteydi. Çünkü o zamanlar birkaç devlette iktidar dengesi bütün devlet-düzenlenimli toplum için güç tekelinin işlevi yararına değişmişti.

Bireysel pasifleştirme, -bir çatışmada muhalifimize saldırma ve bir kavgayı başlatma düşüncesinin ne kadar kızgın olursak olalım normal olarak aklımıza gelmemesi olgusu- kişiliğimizin bütün yapısının büyük oranda medenileştirici dönüşümünü göstermektedir. Hangi topluma ait olduklarına bakılmaksızın bebekler kendilerini, kendiliğinden el ve ayakla korurlar. Gelişmiş devlet düzenlenimli toplumlarda yetişkinler üzerinde son derece derinden etkileyici olan şiddet eylemlerine karşı yasaklar şiddete yönelik devlet tekelinin büyüyen etkililiğiyle yakından ilintilidir.

Zamanın akışı içerisinde bireylerin kişilik yapıları buna uyacaklar, fiziksel şiddetin kullanılışına bir gönülsüzlük, hatta derin bir nefret veya hoşnutsuzluk geliştireceklerdir. 19. yüzyıla kadar gelen bir zaman dilimi içerisinde birçok konumdaki erkekler için kadınların dövülmesi kabul edilebilirdi. Bugün kadınların herhangi bir durumda erkekler tarafından -ne de güçlü bir erkeğin diğerini- ve hatta çocukların bile dövülmesini yasaklayan ilke önceki yüzyıllarda olduğundan çok daha derin bir şekilde bireylerin duygularında keskinleşmektedir. Yalnızca bu genel olarak kendi kendine hareket eden ve şiddete yönelik varolan itkilerin sınırlayıcısı bilinçli olduğunda, medenileşmiş toplumlarda kasti ve niyete bağlı şiddet eylemleri sorunu doğru olarak anlaşılabilir.

Yine de devletler içerisinde yasal ve yasal olmayan şiddet grupları bulunmaktadır. Durum uluslararası düzeyde şiddet tekelinin bulunmaması olgusuyla karmaşıklaşmaktadır. Bu düzeyde bugün tıpkı ilkel atalarımızın yaşadığı gibi yaşıyoruz. Daha önceleri kabilelerin kabilelere bir tehlike teşkil etmesi gibi, bugün de devletler, diğer devletlere bir tehlike teşkil etmektedir. Devlet temsilcileri ve üyeleri her zaman tetikte olmalı, güçlü bir devlet tarafından işgal edilme ve bağımsızlığını yitirme, hatta teba olma ihtimaline karşı uyanık kalmalıdırlar. Uluslararası düzeyde güçlü bir devletin, zayıf bir devleti vergi ve yurttaşlarını da itaat talebiyle işgal etmekten ve böylece de facto zayıf devleti ilhak etmekten alıkoyan üstün bir güç yoktur. Güçlü bir devleti böyle hareketten yalnızca bir başka bir güçlü devlet alıkoyabilir. Eğer böyle devletler varsa, sürekli olarak birbirlerinin korkusuyla yaşarlar; yani rakiplerinin kendilerinden çok daha güçlü olabileceği korkusuyla.

Bu çift taraflı sürecin kaçınılmazlığı genellikle açık bir şekilde görülmemektedir, çünkü her devlet taraf tutmaktadır. Buna rağmen, uluslararası ilişkiler alanında güçlü devletler normal olarak rakipleriyle hegemonik ilişkilere girmektedirler; sürekli onların korkusuyla yaşamaktadırlar. Bu düzeyde eğer devletler kendilerinin güçlü olduğuna inanır ve bunun avantajlarından faydalanmak isterlerse şiddet eylemine katılanları sınırlayacak merkezî bir fiziksel şiddet tekeli yoktur. Bu da önceki zamanlarda, devletler içinde bile olayın genellikle gerçekleştiği biçimdir. Güçlü komşudan korkulmak zorunluluğu vardı. Fiziksel olarak güçlü olanlar, güçlerini diğerlerini tehdit etmek, tahrip etmek ve köleleştirmek için kullanabilirdi.

Bir devlet içinde yaşayan halkın pasifleştirilmesi ve medenileştirilmesi ilerlemiştir. Ancak bütün medeniyetimiz boyunca garip bir hata çizgisi bulunmaktadır. “Medeniyet” kelimesi kullanıldığında, genelde bunun somut bir varlığa göndermede bulunduğu varsayılmaktadır. Fakat olay bu değildir. Uluslararası ilişkilerden ayrı olarak, iç ilişkilerde medenîleşmiş davranış ve deneyim standardı arasında çok keskin bir ayrım vardır. İç ilişkilerde halk arasındaki şiddet yasaktır ve gerçekleştiği yerde cezalandırılır. Uluslararası ilişkilerde farklı bir standart yürürlüktedir. Her büyük devlet diğer devletlere karşı şiddet eylemleri hazırlığı içerisindedir. Bu tür eylemler gerçekleştirildiğinde, gerçekleştirenler yüksek bir seviyeye çıkarılır, genellikle de övgüler düzülür ve ödüllendirilirler.

Eğer karşılıklı fiziksel tehlike indirimi ya da çoğalan pasifleştirme, medeniyetin derecesini  belirlemek için önemli bir ölçüt olarak değerlendirilirse, insan türünün uluslararası alandan çok, yerel olaylarda daha yüksek bir medeniyet düzeyine vardığı söylenebilir. Gelişmiş endüstriyel devletler içerisinde (bu devletler hemen hemen yerel olarak bütünüyle pasifleştirilmişlerdir), yerel pasifleşme ve uluslararası tehdit arasındaki boşluk özellikle büyük olmaktadır. Uluslararası ilişkilerde insanlar, doğaları gereği kötü oldukları veya doğalarında içkin olarak varolan saldırgan istekler nedeniyle görece düşük bir medeniyet evresinde kalmazlar. Uluslararası ilişkilerdeki medeniyet evresinin görece düşük olmasının nedeni, daha çok, insanların devlet içinde az ya da çok, o devlet tarafından izin verilmeyen her şiddet eylemini etkin bir biçimde önleyecek  belirli  toplumsal kurumları geliştirmiş olmakla beraber, bu tür kurumların uluslararası ilişkilerde hâlâ bütünüyle yok olmalarıdır.

Yerel olarak, normalde şiddet çatışmalarını sınırlamayı mümkün kılan bir araç olarak şiddet tekeli mevcuttur. Uluslararası düzeyde, şiddetin tekel altına alınması hâlâ mümkün değildir. Bu yetersizlik bütünüyle çok açık bir şekilde BM’nin ya da Lahey Adalet Divanı’nın uluslararası düzeydeki çatışmaların şiddet kullanılmaksızın giderilmesi yönündeki çabalarında gösterilmektedir. Şiddet çatışmalarına hazırlanan ya da şiddet etkinliklerine katılan devletlerden daha güçlü bir ordu, bu devletlerin kendi aralarındaki çatışmaları askerî bir şekilde çözmelerini engellemek için gereklidir. Eğer böyle bir ordu varolursa, o zaman BM ve diğer uluslararası kuruluşlar fiziksel şiddetin bütüncül bir tekelini gerçekleştireceklerdir. Bu türden bir tekel var olmadığından, uluslararası ilişkiler birçok biçimde sorunu bulunan daha basit grupların ilişkilerini kapsamamaktadır. Bütün büyük ve küçük devletler de başka bir devlet tarafından işgal edilme tehdidi karşısında ya da kendi devletinin başka bir devleti işgalle tehdit etmesi durumunda kullanılabilecek uzmanları sürekli olarak yetiştirmektedirler.1

Fiziksel şiddet tekelinin oluşumu -devlet oluşturma süreci- uluslararası düzeyde bütünüyle ilkel olmasına rağmen, yerel düzeyde benzer bir tekelin gelişimi her yerde aynı derecede olmamakla birlikte çok daha ilerlemiştir. Bu tekel, göreli olarak etkili olduğu yerde bile, tehlikelere karşı açıktır. Yerel bunalımlarda devlet tarafından yetkili kılınan şiddet uzmanları bir başka deyişle devletin şiddet tekelinin temsilcileri, devlet tarafından yetkili kılınmamış gruplarla şiddetli bir mücadeleye girerler. Bu tür bir gelişmeyi Alman tarihinden birkaç örnekle göstermek istiyorum.

Almanya gibi devlet-düzenlenimli bir toplumun biyografisini yazmak meydan okuyucu bir görev olacaktır. Tıpkı bireylerin daha önceki deneyimlerinin bugünlerini sürekli bir biçimde etkilemesi gibi, ulusların da geçmiş deneyimleri bugünlerini etkilemektedir. Alman Reich’ının uzun bir dönem Avrupalı devletler hiyerarşisinde göreli olarak düşük bir konumu işgal etmesinin deneyimi, hâlâ Almanya tarafından yaşanmaktadır. Reich zayıfken, üyelerinin kendilerine duyduğu saygıdan ulus acı çekmekteydi. Kendilerine verdikleri önem azaldı. 17. ve 18. yüzyıl Almanya belgelerinde, halkın nasıl sık sık Fransa, İngiltere, İsveç ve Rusya’yla karşılaştırıldığında, parçalanmış olma nedeniyle Almanya’nın zayıf olduğunun farkına varmalarını ve deneyimlediklerini görebilmek mümkündür.

Bir Almanya biyografisi bu zayıflık ve aşağılık duygusunun, daha önceki gevşek konfederasyonun sonuçta galibiyetle biten bir savaşın sonucu olarak bütünleşmiş bir devletle takviye edilmesiyle nasıl birdenbire karşıtına dönüştüğünü betimlemek zorunda kalacaktır. Zayıflık duygusu, sınırsız bir güç duygusuna, aşağılık duygusu da karşılığı bulunmayan bir kendine saygı duymaya dönüştü. Sarkaç, zıt yönde en uç noktaya savrulmuştu. Almanya, Avrupa’nın büyük güçlerinin büyülü çevresine girerek hegemonik mücadelelere katılmaya başladı. Avrupalı devletlerin biçimlenmesinin dinamiğiyle uygunluk içerisinde, Almanya’da -İkinci Kayzer döneminde ve özellikle bu gelişmenin oldukça geç oluşması nedeniyle radikal bir biçimde- bu ülke için birleşmeyle büyük Avrupalı güçlerden birisi olarak yer kazanmanın yeterli olmadığı düşüncesi de yayılmaya başladı. Almanya büyük bir Avrupa ve dünya gücü olmak zorundaydı. Nihai alçakgönüllülükten nihai büyüklenmeye doğru kayan sarkaçla uygunluk içerisinde yönetici konumlardaki insanlar, yoğun bir şekilde Almanya’nın bütün dünyayı değilse bile, Avrupa’yı egemenlik altına alacak bir mücadele için hazırlanmak zorunda olduğunu hissettiler.

Elbette yeryüzünde birkaç devlet, yönetici gruplar kazanmak için çok az bir şans görseler bile, komşuları ya da bilinen bütün dünya üzerinde egemenlik kurmanın çekiciliğine direnebilmişlerdir. Bugünlerde ABD ve SSCB’nin bu çekiciliğe kapılıp kapılmadığı belli değildir. Almanya’da bu durum özel bir şeyle tamamlanmıştır: Özellikle Prusya’da ayrıcalıklı soylular ile yukarı orta sınıflar, özellikle de yüksek devlet görevlileri ve akademisyenler arasındaki ilişkideki değişme. Bu değişme henüz bütünüyle açığa çıkmamıştır. Kayzerlerin egemenliği altındaki Almanya’da soylular güçlü askerî gelenekleriyle önde gelen bir tabaka olmuştur. Alman burjuvazisi kendi idealinin, Almanya’nın birleşmesi, kazanımları ve başarılarınca değil, yukarıdan askerî soyluluğun başarılarıyla gerçekleştiğini görmek zorundaydı.

Bu durumda (medenileşme süreci açısından) garip ve anlamlı bir şey ortaya çıkmaktadır. Burjuvazinin bir kısmı daha yüksek tabaka tarafından emilmiş ve bu tabakanın askerî etiğini içselleştirmiştir. Bununla birlikte bu sahiplenilme sürecinde askerî etik burjuvalaşmıştır. Soylular tarafından garanti altına alınan ve çoğuncası  düşünülmeden kabul edilen geleneksek askerî etik, burjuvazinin yüksek tabakası tarafından bir ihtida gayretiyle düşündürücü bir şekilde sahiplenilmekte ve bilinçli olarak geliştirilmekteydi. İktidar övgüsü, şiddeti de içermek üzere, eskisinden çok daha sık olarak sözlü ve yazılı bir biçimde gerçekleştirilmekteydi. İstenilen ulusal birleşme, soyluların askerî liderliği altında savaşlar kazanılarak elde edildiğinden, yüksek burjuvazi savaş ve şiddetin iyi ve güzel siyasal araçlar olduğu sonucuna varmıştı. Alman burjuvazisinin bütünü olmamakla birlikte, önemli bir kısmı bu düşünce çizgisini, ideolojilerinin kalbine yerleştirdiler.

Birçok soylu savaşları ve diplomatik entrikaları alışılmış bir şeyken, askerî standartları özümseyen barışcı burjuvazinin bir kısmı uzun bir geleneğe dayalı uzmanlığıyla bir tür iktidar romantizmi göstermekte ve şiddet yoluyla kazanılan iktidarı kutsayan bir edebiyat geliştirmekteydi. Alman ordusuna hizmet eden Nietzsche, çok belirgin farkında olmamakla birlikte Willen zur Macht’ta Wilhelm dönemi burjuvazisinin bu ideolojisinin felsefi bir formülasyonunu sunmuştu.  Dönemin kitapları, özellikle Wilhelminyan romanlar, burjuva öğrenci dernekleri ve aristokratik birleşmiş bir onur koduyla uygunluk içerisinde düello eden burjuva öğrencileri anlatmakta; aynı zamanda burjuva yedek subaylarının saray üniforması içindeki özel meclis üyelerinin özel konumunu da göstermektedirler. Yüksek burjuva tabakasının soyluluğa ve saraya uyarlanması süreci böylece kolaylıkla tanınmaktadır.

Aynı zamanda bu yüksek burjuva akademisyenler ile görevlilerin, özel ve paradoksal toplumsal ve psikolojik karakteri de görülmektedir. Esas olarak barışçı mesleki ve göreli olarak askerî olmayan kültürel geleneklerine rağmen, yüksek burjuvazinin üyeleri kendilerini hiyerarşide ikinci sırada gelen onurlu bir meslek olarak meşrulaştırmaya ve çok güçlü kalan, toplumsal olarak da yüksek bir konumu işgal eden ve dış politikada özellikle sık sık Makyavelci bir tavır takınan soyluluğun savaşçı bakış açısına uyarlamaya çalıştılar.

Bu aristokratik gelenek, Wilhelminyan burjuva çevrelerince uyarlandığında değişti. Burjuvazinin çabaları soylu olmaya ilişkin gizli bir özlemi yansıtmaktadır – hiç olmazsa bir kuşak içerisinde bütünüyle ulaşamayacakları bir şeye duyulan özlem. Şiddet üzerindeki vurguları özet olarak şu örnek aracılığıyla gösterilebilir.

Popüler bir burjuva romancısı olan Walter Bloem 1912’de Volk wider Volk başlıklı bir roman yayımladı; romanda 1870-71’de zaferle biten savaşın muhteşem deneyimini sergilemekteydi. Şiddetin olumlu değerlendirimini açıkça gösteren bir olayın romandaki betimini düşünelim: Burada o zamanlar “Pusudakiler” (Franktireurs) olarak adlandırılan Fransız direnişçileriyle Alman müfrezelerinin karşılaşması anlatılmaktadır: Pusudakiler hayatları için mücadele ediyorlardı. Birden birisi tökezledi, bir saniye sonra George’un siyah atı yerdeki adamı tekmeledi -kılıcının keskin tarafıyla, arkasından öfke ve ölümlü bir korkuyla dolu parlayan bir burukluğun geldiği yükselen kola vurdu: Bir kadındı bu… Üçü de birlikte aynı şekilde toplanmışlardı, kadın ve iki köylü, süvari takımı dörtnala kalktı. Ölüme gitmeyi istemedikçe bütün mahkûmlar dilleri kopuncaya kadar koşmak zorundaydılar… Mızraklı süvariler vuruşlarını esirgemediler, mızrak uçları mahkûmların ense kökündeydi; kadın bile payına düşeni aldı. Uzun zamandan beri insanları ve hayvanları birbirinden ayırt etmeyi unuttuklarından, süvariler için, yakalanan düşman, çirkin yabani bir ayıdan başka bir şey değildi.

Bu türden eylemler, duygular ve bunlara karşılık ge-len hareketler savaş şamataları sırasındaki doğal gündelik olaylardandı. 1912’deki Alman burjuvazisinin durumunda tipik olan, kendisinde bu türden bir vahşetin bütünüyle açık ve belirli bir vurguyla, olumlu ve emredilebilir bir davranış standardı olarak sunulması olgusudur.

Sayısız örneği bulunan bu türlü belgeler, Schiller ve diğer büyük Alman idealistlerinin kitaplarında -ki zamanlarında eğitilmiş Alman burjuvazisi arasında büyük bir yankı bulmuşlardı- temel bir dönüşümün gerçekleştiğini açıkça göstermektedirler. Bütünüyle yaygın idalistik bir hedef olan insanların diğer insanlarla nihai özdeşleşleşimi burada başlangıçtan başka her şeyi dışta bırakan ulusal bir özdeşleşim yararına inkâr edilmekteydi. Savaş sırasında, karşı tarafta bulunan sıradan insanları, insanlar olarak değerlendirme ihtiyacı yoktu; bu insanlar “yabani, vahşi ayılardan” başka bir şey değillerdi. Popüler burjuva yazarlar aşikâr bir şekilde okuyucularından bu tavrı paylaşmalarını ve onaylamalarını beklemekteydiler.

1914 yılında kadınlar ve erkekler belirli bir zafer bekleyişi içerisinde savaşa gittiler. O zamanlar on yedi yaşlarında olan ben bile açıkçası bunu garip ve bütünüyle anlaşılamaz bir şey olarak görmekteydim. Ancak bu savaş heyecanını paylaşan tanıdıklarım ve öğrencilerim vardı. Marne’da bir ay sonra ölen genç bir hukuk öğrencisinin yazdığı mektuptan yapılan karakteristik bir alıntı bu heyecanı örneklendirmektedir:

Yaşasın [diye yazmıştı evdekilere], nihayet cepheye gidiyoruz. Tabii kazanacağız. Savaşı kazanmaya böylesi kararlı bir halk için başka bir şey mümkün değildir. Benim sevgili dostlarım, böyle bir zamanda ve böyle bir ulusla birlikte yaşamaktan dolayı gurur duyun. Sizler, sevdiklerinizi böylesi muhteşem bir savaşa göndermenin ayrıcalığına sahipsiniz.

Savaş, ilerlediği kadarıyla gerçekte bir cinayeti andırıyordu. Planlanmamış dövüş, generallerin önceden hazırlanmış planlarına ters bir yönde gelişmekteydi. Her iki tarafın askerî liderleri olabildiğince kısa cesur bir askerî saldırı planlamışlardı. Fransız generaller, özellikle de dünün mağlupları, umutsuz bir saldırı ve vahşi bir heyecanın hızıyla gerçekleştirilecek çarpışmalar bekliyorlardı. Almanlar, değiştirilmiş Schlieffen planını izliyorlardı. Buna göre, Belçika’nın ve buradan da Fransa’nın Almanlar tarafından beklenmedik bir biçimde işgal edilmesi, düşman Fransızlar üzerinde öylesine sonuç alıcı bir yıkım yapacaktı ki, böylece batıdaki Alman birlikleri doğu cephesindeki savaş lehine serbest olabileceklerdi. Verilen büyük kayıplardan sonra, iş heyecandan yoksun siper savaşlarına dönüşerek yozlaştı. Bu durum, silah teknolojisinin o dönemdeki gelişiminin saldırıyı değil, savunmayı öne çıkardığını fark etmiş bazı dış gözlemciler tarafından öngörülmüştü. Bunlar arasında H. G. Wells, diğerleriyle birlikte, durağan bir savaşı öngörmüştü.

Birleşik Devletler (ki İngiltere ile birlikte, Almanya’nın egemenliği altına girecek bir kıta Avrupası’ndan korkuyorlardı) savaşa girdiğinde, Almanya’nın zafer kazanma şansı tümüyle ortadan kalkmıştı. Düşünülemez olan gerçek olmuştu: Almanya güçlerini tüketmiş ve savaşı kaybetmişti. Kayzer ve soylular taçlarını yitirmişlerdi. Almanya’nın iyi toplumunun merkezleri olan saraylar yok olmuştu. Geçmişte doyum yaratmaya muktedir olmuş bulunan -yüksek soylulardan burjuva öğrenci derneklerine, Mareşal’den burjuva yedek memuruna kadar uzanan ve tek bir belirgin şeref kodu etrafında birleşmiş bulunan- yine bu aynı toplum. Avrupa üzerinde egemen olmak için girdiği yarışta, tuğladan bir duvara bütün hızıyla koşan biri gibi, birdenbire durdurulmuştu. Sonuç, travmatik bir şoktu.

Dahası, Wilhelm’in yarattığı kurumsallığın uluslararası yenilgiye, iç cephede de en azından kısmi bir yenilgi eşlik etmişti. Eski rejimin sona ermesi ve bunun sonucu olarak ülkenin düzensizlik içine düşmesi, eskiden dışlanmış olanlar, özellikle de örgütlenmiş işçiler için siyasal fırsatları genişletmişti. Alman tarihinde ilk kez işçi temsilcileri hükümete girmişlerdi. Bu gibi durumlarda genellikle olduğu üzere, aşağı konumda bulunan dışlanmış unsurların yükselişi -eski bir Saddler’in Kayzer’e halef olması- Alman iyi toplumunun birçok üyesi tarafından, katlanılması mümkün olmayan bir aşağılanma olarak duyumsanmıştı. Alman örneği, paradigmatik bir biçimde, yönetmeye göre ayarlanmış bir kurumsallığın, kendileri aleyhine görünen bir iktidar kaymasına yol açan yapısal gelişmeye tepkisini ortaya koymaktadır. Sadece devrimler değil, fakat savaşlar da geleneksel kurumsal çerçevenin örtüsü altında sessizce hazırlanmakta olan iktidar ilişkilerindeki yapısal değişiklikleri yaratırlar. Savaş kazanılmış olsaydı, insan kitleleri, muhtemelen, muzaffer yönetici gruplara ken-dilerini tâbi kılmış olacaklardı. Bunun yerine yitirilmiş savaş, Almanya’nın hızlı sanayileşme süreci i-çinde gerçekleşen iktidar kaymasını açığa çıkarmıştı. Askerler ve  işçiler, büyük sayılar halinde, yenilmiş önderliğe verdikleri desteklerini geri çekmişlerdi.

Hem Almanya’nın ve hem de Almanya’da birinci cumhuriyet döneminde terörizmin gelişimi, ülke içinde ve uluslararası iktidar yapıları, oldukları ve algılandıkları gibi dikkate alındığında daha iyi anlaşılabilir. Artık eskiden dışlanmış tüccar ve sanayici tabakalarını içine alarak genişletilmiş olan Wilhelm’in kurumları bir yenilginin bedelini ödüyordu. Açıktır ki bu tabakalar uluslararası alandaki ve ülke içindeki bu yenilgilerini kabullenmek istemiyorlardı. Önceleri, bu yenilgileri nasıl tersine çevirebileceklerini tam olarak bilmiyorlardı. Bunun nasıl olabileceği ise kısa bir süre içinde, çok açık bir hal aldı.

Aşağılanma ve intikam tutkusunun egemen olduğu benzer durumlar, insan toplumlarının gelişiminde sık sık açığa çıkmıştı. Antik çağ kadar eski bir dönemde, yerleşik iktidar gruplarının, aşağı tabakalar üzerindeki iktidarlarını kendi insani değerlerinin daha yüksek oluşunun bir kanıtı olarak algıladıklarını gösteren belgeler vardır. Xenophones’e atfedilen bir mektubun bugün genellikle Yaşlı Oligark diye adlandırılan yazarı (muhtemelen İ.Ö. 5. yüzyıl sonlarına aittir), daha az iktidar sahibi olan insan gruplarını, daha düşük insani değer sahibi olarak görmektedir. Yazar, muhtemelen, daha geniş halk tabakalarının ayaklanması ve demokratik bir devlet düzeninin kurulması sonucunda, kendi tabakasının diğer mensuplarıyla birlikte Atina’dan kovulmuş Atinalı bir aristokrattı. Bu yazar, demokratik ayak takımından, küçümsenemeyecek bir aşağılamayla bahsediyordu. Herkes biliyor ki, diye yazmaktadır, bu insanlar, kötü karakterli, disiplinsiz kişilerdir.

Benzer bir yargı, Freikorps’u kurtarmak için Würzburg’a gönderilmiş Teğmen Mayer’in, üstü Yüzbaşı Berchthold’a yazdığı 2 Ocak 1920 tarihli bir raporda bulunmaktadır:

Dikkatimi insanların ruh hallerine yöneltmekten… bir gün bile geri kalmadım ve ayaktakımının üstünde yer alan herkesin bu domuz yuvasından, özellikle de insanları ağır bir yük altına koyan Yahudi boyunduruğundan kurtulmayı beklediği yolundaki görüşüm doğrulandı ve önemi giderek büyüyen şey ise, kurtuluş için yaklaşan çalışmaya destek verme iradesi olmaktadır.

“Kahrolsun Yahudiler! Kahrolsun ulusumuza ihanet edenler!” çağrıları, birahaneden dışarılara taşmaktadır. Her yerdeki afişler ve sloganlar da aynı şeyi söylemektedirler. Erzberger, her akşam yeniden idam edilmektedir… Yerel Reichswehr’den iki beyefendi kendi adamlarıyla bize katılmaktadırlar. İki kişi daha kazanmayı umuyorum.

Bu parça, 1920 başlarında Würzburg’un daha saygın çevrelerindeki ruh halini tam olarak betimlemektedir. Aynı zamanda, o tarihte hükümet dışı siyasal şiddetin başlıca eylemcilerinden olan Freikorps’un zihniyetini de anlatmaktadır. Bunların daha geniş çevrelere devşirilmeleri, nefret edilen parlamenter cumhuriyete karşı silahlı bir ayaklanmayı hazırlamıştır. İyi bilindiği üzere, böyle bir darbe için ilk girişim -Kapp Ayaklanması- başarısız olmuştu. Freikorps’tan biri, Erhard Deniz Müfrezesi, bu olaya doğrudan karışmıştı. Bu da sonraları, başka şeyler yanında, istenmeyen belli başlı politikacıları sistemli biçimde katletmeye girişen gizli terörist örgüt “Consul”ün kurulmasını sağlamıştı.

Bu örgütün üyeleri arasında, 26 Ağustos 1921’de, Kara Orman’da yürürken saldırıya uğrayan ve vurularak öldürülen parlamento temsilcisi Erzberger’in katilleri de bulunuyordu. Ona eşlik etmekte olan temsilci Dietz ise, bir kurşun yarası ile kaçıp kurtulmuştu. Katiller, Heinrich Schuiz ve Heinrich Tillessen, Erhard Müfrezesi’ne mensup eski askerlerdi ve önde gelen Bavyeralı politikacı Privy Conuncillor Heim’ın emrinde çalışmışlardı. Yine bunlar, Alman Fold Protective Ligi’nin ve diğer ulusalcı kuruluşların üyeleriydiler. Suikasttan sonra, bu iki adam, suikastın planlandığı yer olan Münih’e gittiler. Buradan da Bavyera polisi tarafından çıkarılmış sahte pasaportlarla, kısa bir süre için tutuklandıkları ama bir Bavyera yetkilisiyle yapılan telefon görüşmesinden sonra serbest bırakıldıkları Macaristan’a kaçtılar. Consul’deki amirleri Captain-Lieutenant von Killinger, ki Bavyera Konsey Cumhuriyeti’ne karşı savaşmış ve daha sonra da Kapp darbesine katılmış eski bir subaydı, Erzberger cinayetine karışmakla suçlanmış, ama sonradan Offenburg’daki mahkemede beraat etmişti.

Weimar Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında, kaç kişinin, Freikorps ve ona yakın öğrenci birliklerinin üyeleri tarafından, siyasal istenmeyen adamlar olarak öldürüldüklerini tahmin etmek zordur; muhtemelen birkaç yüz, belki de binden fazla. Bunlar arasında, başarısız bir işçi sınıfı ayaklanmasından sonra, kuşatılmış bir evden alınan ve tespit edilebildiği kadarıyla, hapishaneye götürülürken coplanarak öldürülen Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi önde gelen komünistler vardı. Ayrıca, benim okul arkadaşım Bernhard Schottlander gibi daha az bilinen kişiler de vardı. Kalın gözlükleriyle, okulun ilk yılında, genç bir bilgin gibi görünüyordu. Marx’ı okuduktan sonra, komünizme kaydı ve doğru hatırlıyorsam, cesedi Breslau Kanalı’ndan, dikenli tellere sarılmış halde çıkarıldı. Yine ayrıca, Rathensu gibi liberal politikacılar ve isimleri unutulmuş birçok insan da vardı.

Bugünkü Federal Cumhuriyet’teki çoğu terörist gibi, Weimar Cumhuriyeti’nin teröristleri de çoğunluğu soylulardan olmak üzere, genellikle burjuva ailelerden gelmeydi – çoğunlukla da gençlerden oluşuyorlardı. Wilhelm’in iyi toplumunun genç kadroları ya subay ya da öğrenciydi. Weimar Cumhuriyeti’nin teröristleri bu iki grup içinden devşirilmişlerdi. Nitekim, diktatörlüğün hazırlanması hakkındaki bir Bavyera broşüründe özel bir bölüm vardı. “Reichswehr’in ve Öğrenci Örgütü’nün Seferberliği”. Yine Kapp darbesi zamanına ait bir diğer broşür, Öğrenci Örgütü başlığı altında, şunları söylüyordu: Seferberlik komitesi, öğrenci örgütünün sözcüleri ile, öğrencilerin ne ölçüde örgütlenmiş olup olmadıklarını ve bu örgütlenmenin hangi kesimlerinin hâlâ kendilerini davaya adamadıklarını belirlemek için hemen temas kurmalıdırlar. Burada, fanatizmleri yüzünden muhalefete geçecek ve dolayısıyla ortadan kaldırılmaları zorunlu hale gelecek olanları belirlemek özellikle önemlidir. Öğrenci örgütünün bazı seferler çerçevesinde veya yürüyüş grupları halinde, başlıca yedek bir güç olarak, örgütlenmeleri ilkesi varlığını sürdürmelidir. Çünkü asıl gücümüz öğrenci örgütündedir.

O tarihteki öğrenci kitlesi -Freikorps ve diğer askerî örgütlerle birlikte- genç parlamenter cumhuriyete, gerektiğinde şiddet yoluyla son vererek yerine askerî bir diktatörlük kurmayı amaçlayanları desteklemekteydi. Elbette istisnalar vardı; varolan cumhuriyete karşı “Atayurdun İsyanı”nı desteklemeyen öğrenciler, aynı zamanda, askerî-burjuva bir diktatörlüğe de karşıydılar. Ancak bunlar, o tarihteki teröristlerin bakışıyla, katledilmeleri gereken fanatiklerdi. Siyasal muhaliflerin katlinin kabul edilebilir olduğu fikri bir veriydi.

Bu, tek tarafla sınırlı değildi. Savaş, işçi sınıfı çevrelerinde önemli ölçüde hoşnutsuzluk ve büyük acılar bırakmıştı. Belki de onlar, Kayzer ve generalleri galip gelselerdi, genellikle mağrur bağımlılıklarını sürdüreceklerdi. Ancak yenilgi, kendilerinin yanlış yönlendirildiklerini, önderlerinin vaatlerinin boş çıktığını ve savaşta çekilen acıların hiçbir yarar sağlamadığını kanıtlamıştı. Başarısız Kapp darbesi de işçiler arasında sertleşmeyi tahrik etmişti. Nefret karşılıklıydı. Erhard Müfrezesi, darbenin başarısız oluşundan sonra Berlin’den çekildiğinde, kalabalığın alaylı aşağılamaları içinde uğurlanmıştı. Geri çekilen birliklerden bazıları, bir anda kalabalığa dönerek ateş açmıştı. Geriye, Paris Meydanı’nda bir düzineye yakın ölü ve birçok yaralı kalmıştı.

Her zaman olduğu gibi, karşılıklı nefret ve şiddet her iki tarafta da yükselmişti. Dolayısıyla, Schöneberg’de, Erhard Müfrezesi’nin geri çekilmesinden bir sonraki gün, yöre sakinleri ile buraya yerleştirilmiş küçük askerî gözetim grupları arasında bir çarpışma meydana gelmişti. Daha Kapp darbesi sırasında, Berlin’in kuzeyinde ve doğusunda, varoşlarının bazı bölgelerinde olduğu gibi, subaylar, yöre sakinlerinin saldırısına uğrama ve şiddete maruz kalma tehlikesine uğramaksızın, üniformalarıyla dolaşamazlardı. Kapp darbesinin askerî önderleri, düzeni sağlamak için, öncelikle eski subaylardan oluşmuş birlikler örgütlemişlerdi. Ancak, darbenin sonunda, görece küçük gruplar halinde devriye görevi yapmış olan bu birlikler, yöre sakinlerinin oluşturduğu kitleden gelen en büyük tehlikeyle karşı karşıya kalmışlardır. Schöneberg’e yerleştirilmiş bulunan subaylar kendilerini, yöre sakinlerini rahatsız etmemek amacıyla silahsız dolaşmaları yolunda emirler almışlardı. Bunların, beklemekte olan iki kamyonla Lichterfelde’ye nakledilmeleri düşünülmüştü. Fakat, birkaç yüz metre sonra, kamyonlar kalabalığın baskısıyla durduruldular. Kışkırtılmış kalabalık, subayların üzerine taş ve bira şişeleri fırlatıyordu. Kamyonlardan biri yoluna devam etmeyi denedi, kalabalık subaylara saldırdı. Sonuçta gelişen gürültülü itişme içinde dokuz subay yere indirildi ve öldürüldü. Diğerleri dışarı alındı, dövüldü ve yaralandı ve olay yerine çağrılmış polis tarafından güvenlik için götürüldüler. Benzer sahneler, Ruhr bölgesindeki işçi ayaklanmaları sırasında da yaşandı.

Bu olaylar, daha önce belirtilen şiddetin iki yanlı-bağlayıcı sürecinin örnekleridirler. Ancak, Rusya’daki olaylarla -özellikle de bunların esas olarak şiddete dayalı bir devrimi amaçlayan köylü kitleleriyle- karşılaştırıldıklarında, Alman sanayi işçileri şiddete dönük bir seferberlik bakımından dezavantajlı bir durumdaydılar. Nitekim, Alman Komünist Partisi, işçilerin kendiliğinden oluşan heyecanlarını ve Freikorps veya Reichswehr ile giriştikleri yerel çarpışma ve mücadelelerini, örgütlenmiş askerî bir eyleme dönüştürmeye çalıştı. Ancak, 28 Mart 1920’de bir askerî önderliğin resmen ilan edilmesiyle Mühlheim-Ruhr’da bir yüksek komuta oluşturulması istenilen sonucu yaratmadı. Bu girişim, yerel işçi birliklerini askerî yüksek komuta merkezine tabi kılmakta başarısız oldu. Yerel önderler sadece kendi inisyatifleriyle eylemde bulunmaya devam ettiler. O tarihte, itaat etmeye alışık köylüleri bir anda savaşa hazır birliklere dönüştürmek, bağımsız ve özgüven sahibi sanayi işçilerine göre daha kolaydı. Herhalükârda bu, Ruhr ayaklanmasının deneyimlerinden biri gibi görünmektedir.

Bu deneyim, yine de genç burjuva subaylar ve öğrenciler ile işçiler arasında gerçekleşen iki yanlı-bağlayıcı sürecin kendine özgü işleyisini de aydınlatmaktadır. İki taraf da kendi siyasal hedeflerini askerî güç aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışmışlardı. Çarın tahtından indirilmesinden sonra, Rus subaylarının ne denli bütünlük içinde kalmaya devam ettikleri belli değildir. Kayzer’in tahttan indirilmesinden sonra, Alman subayları, birlik içinde bir kadro olarak tamamen çalışabilir bir durumda olmaya devam etmişlerdi. Bunların esprit de corps’u da aynı biçimde birliğini korumuştu. Hattâ, ordunun yüksek komutası, devletin devam eden bütünleşmesinden kısmen sorumluydu. Bununla birlikte, Müttefikler, Alman ordusuna katı sınırlamalar yüklediler. Alman militarizminden çektikleri yeterdi, ama Almanya’da Rus komünizminin yükselişinden de daha az korkuyor değillerdi. Müttefikler, bir orta yol olarak, Almanya’nın 400 bin  yerine 100 bin kişiden oluşan bir ordu bulundurmasına izin verdiler. Bu, subaylar bakımından önemli bir sayı sınırlamasının getirilmesi anlamına geliyordu. Cepheden ülkelerine dönen birçok subay görece gençti. Çoğunun, subay olarak kalmaktan başka tutkusu bulunmuyordu. Askerlik hizmetini, anladıkları ve zevk aldıkları tek meslek olarak görüyorlardı. Şimdi ne yapacaklardı? Freikorps’un gönüllü birimleri bu soruya bir yanıt sağladı. Bu birimlerde onlardan birçokları yer almaktaydı. Bu birimler, her zaman, belirgin bir biçimde önderlik niteliklerine sahip bulunan eski subayların çevresinde oluşmuşlardı; çünkü bu çoğunlukla genç burjuva gruplar için, karşılarında, fırsat çıktığı anda, ellerindeki tüm olanaklarla savaşacakları açıkça belli bir düşmanlar cephesi vardı.

Bu düşmanlar listesinin başında, “Bolşevikler” diye anılan bütün gruplar yer alıyordu. Bunlar, esas olarak, ayaklanmalara ister komünist kadroların etkisiyle, ister kendiliğinden katılan ve bilinçli veya bilinçsiz, parlamenter Alman cumhuriyetini bir konsey cumhuriyeti lehine yıkmaya çalışan işçi sınıfı kesimlerini içine alıyordu. Buna ek olarak, parlamenter cumhuriyetin kendisi – özellikle de, bir barış antlaşmasının (“utanç verici barış”ın), imzalanmasını ve bunun koşullarının yerine getirilmesini desteklemiş bulunan hükümet veya parlamento üyeleri vardı. Freikorps’un cumhuriyete (“domuz yuvası”na) parlamentoya (“dedikodu mağazaları”na) ve özellikle de o günlerde hükümetin etkili makamlarını işgal eden sosyal demokrasi temsilcilerine (“parti patronları”na) karşı antipatisi, Bolşeviklere yönelik antipatiye göre, ancak biraz daha az yoğundu.

Bununla birlikte, iki taraf arasındaki güç dengesi, büyük ölçüde eşitsizdi. Profesyonel askerî niteliğine ve düzensizliklerine rağmen, Freikorps, iliklerine dek işlemiş bir askerî geleneğe sahipti. Bunlar, bazen karizmatik nitelikte olan önderleri kendilerine güven vermeye devam ettiği sürece, disiplinli savaş birlikleri halini alıyorlardı. Yine bunlara, bir anda ve kendiliğinden, sık aralıklarla savaşabilen, fakat stratejik mücadeleleri yürütmek için gereken uzun dönemli askerî disiplinle başları hoş olmayan, görece disiplinsiz işçiler karşı çıkıyorlardı. Dolayısıyla Freikorps, görece kolay bir biçimde, özellikle de çoğu kez Reichswehr’in desteğini sağlayarak öne geçebiliyorlardı. Bunlar, savaşan işçilere göre, sadece daha iyi eğitilmiş olmakla kalmayıp, aynı zamanda daha iyi silahlanmışlardı. Sonuç olarak, Weimar Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında, işçi sınıfı ayaklanmalarının başarılı olma şansı, eski subayların oluşturduğu birliklerin özünde bütünlüğünü korumuş olması ve Müttefikler’in Rus Devrimi’nin herhangi bir biçimde yayılmasına husumet duymaları nedeniyle çok sınırlıydı.

Ancak Bolşevik tehlikesi, Freikorps ve Reichswehr için son derece önemliydi çünkü, kendi varlıklarını meşrulaştırıyordu. Rus Devrimi’nden ve onun yayılma tehlikesinden söz ederek, sadece Freikorps ve Reichswehr  değil, fakat o tarihte oluşturulmuş (terörist örgütlerin de dahil olduğu) diğer “atayurdu” grupları da burjuvazi ve soylular içinde yer alan geniş bir sempatizan çevresinin desteğine güvenebilmekteydiler. Hitler’in -özellikle Müttefikler’in Almanya’nın yeniden silahlanmasına muhalefetlerinin üstesinden gelmekteki- sonraki başarısı da Rus Devrimi’nin bir ürünü olarak anlaşılabilir. Bu, geniş burjuva çevrelerde ve hatta işçi sınıfı içinde yer alan hatırı sayılır kesimlerde varolan, “Bolşevizm hayaleti” ve Rus devrim modelinin diğer ülkelere de yayılması hakkındaki evrensel hoşnutsuzluğun ifadesiydi.

Savaştan hemen sonra Freikorps’un birçok düşünün ve isteklerinin gerçekleştirilmesi hâlâ çok uzaktaydı. Binlerce subay, yenilgi ve silahsızlanma nedeniyle, kariyerlerinin sonuna gelmişlerdi. Bunların birçoğu yıllardır cephede savaşmıştı. Yine bunların deneyimlerine ve statü beklentilerine uygun bir sivil görev bulmak nadiren mümkündü. Çoğu, Almanya tekrar daha büyük bir Wehrmacht toplayıncaya kadar subaylık kariyerlerini düzenli ordu içinde sürdürmeyi umuyordu. Bu, onlar için, izlediği “uyuşma politikası” bu umutları boğar gibi görünen cumhuriyetten nefret etmeleri için yeterli bir nedendi. Diğerleri, bir Alman üst sınıfın her şeyin en iyisine sahip olarak yaşadığı Baltık bölgelerinde yeni bir gelecek görüyorlardı. Alman Baltık bölgesindeki büyük toprak sahipleri ve Latvia ulusal hareketinin birkaç önderi, kendilerinin Rus hegemonyasından kurtulmalarına yardım etmeleri halinde, Alman özgür çizmelerine üzerinde yerleşebilecekleri bir ülke vaat ediyorlardı. Bunun sonucunda, Freikorps’tan bir grup bütünüyle Baltık’a hareket etmişti. Bu grup, burada, kendilerinin en nefret ettiği düşmana, Bolşeviklere karşı savaşa yardımcı olabilecekti. Belki de Baltık bölgelerini Almanya’ya bağlayarak, Alsace-Lorrain’in kaybını dengelemeyi umuyorlardı. Aynı zamanda, toprak elde ederek, kendi sınıflarına uygun düşen yeni bir yaşamsallık kazanmayı da bekliyorlardı.

Bu gruplardan bazılarının yeni Alman devletine karşı terörizme kaymaları, bu Baltık seferberliğinden bağımsız olarak anlaşılamaz. Ernst von Salomon’un az çok otobiyografik romanı Die Geächten’den (Yasadışına İtilmişler) birkaç alıntı, insanların nasıl sistemli bir cinayet örgütlenmesine ve diğer şiddet biçimlerine, nefret edilen bir rejimi zayıflatmanın ve tahrip etmenin bir yolu olarak kaydıklarını açıklığa kavuşturabilir.

Rathenau katilleri çevresinin içinde yer almış olan von Salomon, romanındaki bölüm başlıkları ile, bu gelişmenin yönünü göstermişti. Bu başlıklar arasında şunlar vardı: I. Dağıtılmışlar; II. Komplocular; III. Suçlular. Bireylerin 1920’lerde içinden geçtikleri aşamalar ise şöyleydi: I. Savaş zamanı Wilhelm ordusunda subay (ya da çok genç idiyse, Prusya Acemi Birliği’nde acemi asker); II. Freikorps’tan birinin çoğu kez başarısız Baltık seferine katılmış üyesi; III. Bir tür terörist komplocu gizli örgütün üyesi. Buna, Freikorps’un çıkarılmış birçok eski üyesi için bir kariyer güvencesi ve siyasal umutlarının nihai düşsel gerçekleşme şansı anlamını taşıyan Nazi Partisi’ne giriş, IV. aşama olarak eklenebilir. Hitler’in yükselişinin, eski Freikorps üyelerinin örgütsel ve askerî katkısı olmaksızın neredeyse imkânsız olacağı, pek de haksız olmayarak, ileri sürülmüştür.

Acemi birliklerinden yeni çıkmış bir genç adam olarak von Salomon, bir Hamburg Freikorps’unda, Teğmen Wuth’un önderliği altına girmişti. Burada, kendisini, savaşçı benzeri âdetlere sahip vahşi ve romantik maceracıların eşliğinde buluvermişti. Aşağıda, bir askerî ilerleme anısının ona nasıl göründüğü yer almaktadır: Baltık’a gitmiş olanlarımız için “ilerleme” sözcüğü, gizemli, mutlu, tehlikeli bir sese sahipti… yeni bir beraberliğin gerçek askerin ortak hiçbir şeyinin artık bulunmadığı batmakta olan, çürümüş bir dünya ile bütün bağların kopuşunun sesine.

Bu, terörizme doğru giden bir sürecin karakteristik bir aşamasını açıkça göstermektedir. İnsan, bütünüyle çürümüş görünen bir topluma karşı kendisini, yalıtılmış bir yabancı gibi hissetmektedir. Bu toplum ölmek üzere gibidir ve insan bunun ölümünden sonra ne olacağı belli olmasa da bu ölümü umut etmektedir. Buradaki ironi, çürümüş ve ölmekte olan bir dünya diye görülen genç ve kırılgan Alman cumhuriyetinin yerine, aslında insanın içinde yetiştiği eski toplumun yenilmiş olmasıdır. İmparatorluk Almanya’sı yıkılıp gitmiş, ama onun sayısız temsilcisi yaşamaya devam etmişlerdi. Bunların yaşamlarının anlamı, Keiserreich ile birlikte yok olmuştu. Askerî akademideki eğitim, Salomon’u Prusya ordusunda bir subaylık kariyerine hazırlamıştı. Eski ordu dağıtılmış, yerine yeni, çok daha küçük bir ordu henüz oluşturuluyordu. Tepedeki askerî önder Hollanda’ya gitmişti. Askerî bir yenilginin içinden çıkan bu cumhuriyette, onun gibi adamlar için anlamlı bir yer neresiydi?

Baltık seferi yeni bir umut getirmişti. Alman büyük toprak sahiplerinin yüzyıllar boyunca önde gelen bir rol oynadıkları Baltık bölgeleri, Kızıl Ordu ile savaşarak Rusya’dan ayrılabilip Almanya’ya bağlanabilirlerse, o zaman -düş buydu- batıdaki yenilgi ve toprak kaybı doğudaki kazanımlarla dengelenebilirdi. Dahası, insanın burada kendi sınıfına uygun yeni bir konum -hatta bir toprak mülkiyeti- elde etmesi de mümkündü. En azından bu, Baltık’a gitmiş olan profesyonel askerlere verilmiş bir sözdü. Hiç kimse, Rus Baltık bölgelerinde yerleşmeye muzaffer düşmanların veya Berlin’deki Alman hükümetinin ne diyeceğini sormamıştı. Dünya siyaseti çok uzakta görünüyordu ve düş güzeldi. Bu düşün, bu adamlar tarafından, izlediği barış politikası nedeniyle nefret ettikleri her yanı dökülen bir cumhuriyet Almanya’sı ile karşıtlık içinde düşündükleri yeni ve daha iyi bir gelecek olarak görülmesi ölçüsünde, onların düşledikleri şey de eski dünyanın restorasyonu oluyordu: Hiyerarşisi içinde subayların ve askerî değerlerin tekrar hak ettikleri yüksek mevkiyi elde ettikleri güçlü bir orduya sahip bir Alman Reich’ının restorasyonu. Askerî disiplin, sertlik ve cesaret yeniden hak ettikleri saygıyı kazanacaklardı. Burjuva tembelliği ve ahlâki ilkesizlikleri, Berlin’deki sivil yöneticiler ve çok konuşup az iş yapan parlamenterler ile birlikte, aşağılanmayı hak ediyorlardı.

Baltık’taki Freikorps üyeleri için bu parlamenter cumhuriyet yabancı bir dünyaydı. Eski ordunun aksine, aralarındaki tutumun, burada artık devlet müeyyidesi altına alınmış, bürokratik olarak işlenmiş bir askerî kurallar kümesinin veya en tepedeki simgesi yüce bir Kayzer figürü olan bir subay hiyerarşisinin güvencesi altında değildi. Freikorps’un mensupları, esas olarak, kendi gruplarından başka hiçbir şeye karşı yükümlülük duymuyorlardı. Hemen her Freikorps’un kendi karizmatik önderi vardı. Bu önderin kişisel otoritesi, savaşa kişisel katılımı, zımni zafer, ganimet ve daha iyi bir gelecek vaadi grubu birarada tutuyor ve dayanışmayı ve savaşma yeteneğini belirliyordu.

Hamburg Freikorps’unun önderi Teğmen Wuth, bu karizmatik önderlerden biriydi. Von Salomon’un betimlediğine göre, uzun, yanık tenli, sert hatları olan bir adamdı. Sert ve kalın sakalını vahşi bir domuz dişiyle sıvazlar ve her çarpışmadan önce, cephede giydiği başlığını yürüyüşçülerin giydiğine benzer türden bir kadife bere ile değiştirirdi. Baltık savaşları zorlu, kayıplar yüksekti, ama umut kalıcıydı. Ve yaşam, ağırbaşlı, resmî ve dar burjuva yaşamına bir alternatif olarak sınırlandırılmamış ve özgürdü.

Sonra, umutlarını yıkan darbe gerçekleşti. Düşünülemez olan gerçekleşti; hükümet temsilcileri, aşağılayıcı yenilgiyi kesinleştiren korkunç barış anlaşmasını imzaladılar. Von Salomon, bu travmatik deneyimi şöyle betimlemektedir: Ateşkesin başlangıcında, bir gün Teğmen Wuth’un evinde oturuyorduk. Schlageter ziyarete gelmişti. Bu ülkeye yerleşme olanağı üzerinde tartışıyorduk. Wuth, bir çiftlik ve bir değirmen satın almak istiyordu….. Derken Teğmen Kay odaya girdi ve tütün dumanın ortasında kızgınlıkla dedi ki: “Almanya barış antlaşmasını imzaladı!” Bir an için herkes sustu, öyle bir sessizlikti ki Schlageter ayağa kalktığında oda neredeyse sallandı… Durakladı, boşluğa baktı ve sonra, sesinde kızgın bir tonla şöyle dedi: “Bu bizi ne ilgilendirir?” Ve kapıyı çarptı…. Şok olmuştuk. Bunu duyduk ve bunun bizi ne denli az ilgilendirdiğine şaşırdık…

Bir süre için, bu uzaktaki olayın kendilerini ilgilendirmediğine gerçekten inanabildiler. Ancak, kendilerini uzaktaki vatanlarına bağlayan görünmez bağlar çok geçmeden duyumsandı. Gerçekte onlar, uzak Rus topraklarına dağıtılmış Alman askerlerinden başka bir şey değillerdi. Şimdi Almanya’yı temsil eden yeni gelenler tarafından barış antlaşmasının imzalanması, onların kaderlerini de belirlemişti ve onlar ihanete uğramış olduklarını hissediyorlardı: Titreyerek birbirimize baktık. Birdenbire,  dillendirilemez bir yalnızlığın soğukluğunu hissettik. Ülkenin bizi hiçbir zaman dışlamayacağına, bize çözülmez bir bağla bağlı olduğuna, gizli umutlarımızı beslediğine ve eylemlerimizi haklılaştıracağına inanmıştık. Artık her şey bitmişti. İmza bizi ayırmıştı.

Bu parça, Berlin hükümetinin, kamu önünde yüksek sesle ve açıkça şunu söylemekte başarısız kalmasının duygusal öneminin ne denli derinlere işlediğini göstermektedir: “Ordunun yüksek komutasının tavsiyesi üzerine, temsilcilerimiz barış antlaşmasını, aynen bize sunulduğu haliyle imzaladılar.” Hindenburg’un sıklıkla yüceltilmiş köylü kurnazlığı, barış antlaşmasının imzalanmasının yarattığı kişiliğine ve dolayısıyla askerî yenilgiye dönük hoşnutsuzluğun yönünü parlamenter cumhuriyete doğru kaydırmayı başarmıştı. Bu da cumhuriyetin kendilerini dezavantajlı kıldığını hissedenlerin onu reddetmelerine izin vermişti.

Bu denli aşağılayıcı ve ağır yükümlülükler getiren bir antlaşmanın imzalanmasının şoku, başka durumlarda, bir bakıma değişik bir psikolojik etki yapabilirdi, ama Freikorps üyeleri üzerindeki travmatik etkisi, örnek bir anlam taşıyordu. Onlar, hükümetin böylesi bir antlaşmayı imzalamasına neden olan zorlayıcı koşullar hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Belki de Kayzer veya Hindenburg ve Ludendroff imzalamış olsaydı, bu antlaşmayı kabul edeceklerdi. Ama şimdi, bu barış antlaşmasının imzalanmasının tek sorumlusu olarak, eskinin şerefli toplumunun geleneği (özellikle de subay kadrosu için eğitilmiş olanlar) tarafından sonradan görme diye nitelenen insanlar görülüyordu. Antant’ın baskısı altında ve barış antlaşmasına uygun olarak, Berlin hükümeti, nihayet Alman Freikorps’unun Baltık bölgesinden çekilmesini emretti. Bu noktada, birçok Freikorps üyesi, Alman hükümetine olan bağlılıklarını terk ettiler. Orada kaldılar ve sadece o tarihte geri çekilmiş bulunan Kızıl Ordu’ya karşı değil, fakat İngiliz savaş gemilerinin desteğindeki yeniden örgütlenmiş, Latvia ve Estonya birliklerine karşı da savaştılar.

Freikorps, azar azar geri itiliyordu. Bu, onların ikinci travmatik deneyimiydi. Almanya’nın batıda yenilgiye uğramış olduğunu kabul edemeyen insanlar, şimdi, doğuda yenilgiyi bizzat yaşıyorlardı. Freikorps’un Baltık bölgesindeki konumu, zaman içinde dayanılmaz bir hal aldı. Rus sonbaharının ilk sert soğukları geldiğinde, vatanlarından gelen giyecek tedariklerinin yetersizliği yavaş yavaş hissedilmeye başlandı. Birçok insanın ceketi yoktu. Cephede giyilen ceket ve pantolonlar yırtık pırtık olmuştu. Çizmelerin içinde delikler vardı. Ve yöre insanları, Rusların Napolyon’unkilere yapmış olduğu gibi, geri çekilen birliklere sürekli baskı yapıyorlardı. Nihayet, ağır baskı altındaki umutları yıkılmış Freikorps üyeleri arasında vahşet başgösterdi. Bundan sonra olanları Salomon ve diğerleri anlattılar. Vahşet ve umutsuzluğun pençesine düşmüşlerdi. En son insanlık kalıntıları da kaybolmuştu: Son atakları gerçekleştirdik. Evet, bir kez daha ayağa kalktık ve geniş bir cephede toplandık. Bir kez daha, son adamı örtünün altından çekip çıkardık, karlı kaplı tarlalara daldık ve ormanlara doluştuk. Şaşkın kalabalıklar üzerine ateş ettik ve hiddetlendik ve vurduk ve vurulduk ve avlandık. Latvialıları tarlaların üzerinde tavşanlar gibi kovaladık ve her evi ateşe verdik ve her köprüyü toz ettik ve her telgraf telini kestik. Cesetleri kuyulara attık ve içine el bombaları fırlattık, kimi yakaladıysak öldürdük, yakılabilecek her şeyi yaktık. Sadece kan görüyorduk, yüreklerimizde hiçbir insani duygu kalmamıştı. Nerede konakladıysak, toprak yıkıcılığımız altında inliyordu. Esip geçtiğimiz yerlerde, eskiden evlerin bulunduğu yerlerde, artık yıkıntılar, küller ve çıplak tarlalardaki apseleri andıran, belli belirsiz yanıp sönen ışık hüzmeleri vardı. Ölü nesnelerden daha uzun yanan büyük bir odun yığınını ateşe vermiştik. Bu ateş üzerinde umutlarımızı, arzularımızı yakmıştık: Burjuva yazıtlarını, medenileşmiş dünyanın yasalarını ve değerlerini, beraberimizde alıp getirdiğimiz güve yeniği çöpleri, bizi terk edip gitmiş olan zamanın nesnelerinin ve fikirlerinin değerlerini ve onlara duyulan imanı. Gururlu, neşelenmiş, ganimet yüklü olarak geri çekilmiştik. Latvialılar topraklarını hiç beklemediler. Ama ertesi gün geri dönüp geldiler.

Bu anlatı, görece medenileşmiş toplumlarda açığa çıkması daima epeyce zaman alan barbarlığa ve insanlık dışına itilme yolunu örneklemektedir. Böyle toplumlarda terör ve korku, uzun bir toplumsal bütünlüğün çözülmesi süreci olmaksızın, kolay kolay görülmez. Bir grup hedefi olarak çıplak şiddet eylemi, devletin meşrulaştırması olsun, olmasın, çok sık bir biçimde, kısa vadeli, statik açıklamalar ile çözümlenmiştir. Bu, açıklama aranmayıp, sadece kötülenebilirliği yerleştirmeye çalışılıyorsa, anlamlı olabilir. Barbarlığı ve medeniyet dışına çıkmayı, özgür bir kişisel kararın ifadesi olarak görmek kolaydır fakat, bu tür bir iradeci (voluntarist) açıklama ve yararsızdır.

Freikorps’un gelişim kalıbı, Weimar döneminde devlet dışı şiddete dayanan terörizm eylemlerine, tıpkı Hitler’in zamanındaki devlet şiddetine olduğu gibi giden yollardan biri olarak görülürse, o zaman, başka türlü bakıldığında hiç yoktan çıkmış gibi görünen çarpıcı, büyük barbarlık eylemlerini önceleyen olgunlaşma dönemi, daha az açık olmakla birlikte, daha iyi anlaşılabilir.

Baltık’taki vahşet ve çılgınlığa karışmış -birkaçı, Von Salomon’un kendisi gibi, daha sonradan cumhuriyeti terörle yıkmaya çalışmış olan- insanlar, büyük beklentilerle işe başlamışlardı. Macera onları çekiyordu. Büyük başarıları düşlüyorlardı. Başarısızlık ve yenilgi işaretleri çoğaldıkça, direndiler. Koruyucu bir zırhmışçasına düşlerine sarındılar. Ancak, acımasız gerçek sonuçta onları yakaladı ve bütünüyle kontrollerini yitirdiler. Düşleri, engelleyici bir gerçekliğin büyüyen baskısı altında paramparça oldu. Vahşet ve umutsuzluk içinde, yollarına çıkan herkesi öldürdüler. Bazılarının vatanlarına döndükten sonra gizli örgütler içinde sürdürecekleri bir yolu izlediler. Onların görevlerini yapmalarını ve amaçlarını gerçekleştirmelerini reddeden ve bu yüzden anlamsızlaşmış gibi görünen bir dünyayı yıkmaya kalkıştılar.

Weimar hükümetini yıkmaya ve her diktatörlük kurmaya yönelik hazırlıklarda, umutları yeniden canlandı. Kapp Darbesi bu umudu yıktığı zaman, Freikorps’un bazı üyeleri, nefret edilen rejimin altını oyup çökertmek için terörden başka hiçbir yol göremiyorlardı. O tarihte, çoğu Erhard Müfrezesi’nden olan bir grup eski subay gizli bir örgüt kurdular. Önde gelen politikacıların öldürülmesi, büyük bir yankı yapacaktı. Bunların yardımıyla, çürümüş rejimi içeriden öyle bir oyulacaktı ki, çöküp gideceği düşünülüyordu. Sonradan Hitler, Freikorps önderlerinin erişmeyi beceremedikleri şeyi başardı: Parlamenter Weimar rejiminin gerçek yıkımı. Hitler, büyük ölçüde, parlamento dışı şiddet ve parti dışı propaganda yoluyla kitleleri seferber etmek üzerinde yoğunlaştığı için başarılı oldu. Freikorps onun en önemli öncüleri arasındaydı. Onların hedefleri Hitler’inkiyle birçok bakımdan özdeşti. Ancak, tutumlarının vahşiliğine rağmen, onlar subay geleneğine -eski soylu-burjuva şerefli toplumunun geleneğine- sadık kalmayı sürdürdüler. Çavuş’un altında, rütbesiz bir asker olan Hitler, subay ve öğrenci hareketini, elitist sınırlamaları bulunmayan yaygın bir halk hareketine dönüştürerek, bu seçkinci engelleri kırıp geçti.

Norbert Elias

 

Çeviren: Levent Köker, Çeviren: Ahmet Çiğdem

(*) İlk olarak Jochaim Matthes, der., Lebenswelt und Soziale Probleme, 1981, 1981, s.98-122’de yayımlanmış bir dersin gözden geçirilmiş ve düzeltilmiş (İng.) çevirisi. İngilizceye John Keane tarafından çevrilmiştir
1 Ancak bunlar, aynı zamanda, iç çatışmalarda, bir toplumsal tabakayı veya belirli bir partiyi diğerlerine karşı mücadelesinde desteklemek için de kullanılabilirler. Şiddet tekelinin iki yüzü vardır.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments