Yugoslavya, verdiği sinyallere bakılırsa, ciddi bir rahatsızlık geçiriyor. Bir parçalanma süreci başlamış ve artık kolay kolay geri dönülemeyecek bir “akutlaşma” noktasına varmış. Sorun yalnız bölünme, parçalanma da değil; aynı zamanda, bunun nasıl olacağı da önemli. Gene aynı sinyallere bakılırsa, pek barışçı ve olgun bir biçim olmayacak bu.
5-9 Temmuz tarihleri arasında Belgrad’daydım. Gitme nedenim, üyesi olduğum Helsinki Yurttaşlar Meclisi Presidium’u toplantısıydı. Normal olarak Prag’da toplanırken, Yugoslavya’nın bu acı durumu dolayısıyla toplantıyı Belgrad’a aldık. Presidium’un Yugoslav üyesi Sonia Licht 7 Temmuz pazar günü, bizimkine ek olarak, Yugoslavya’nın sorunlarının tartışılacağı bir uluslararası toplantı düzenlemişti. Sözkonusu olumsuz koşullarda ve son derece kısa bir sürede böyle bir toplantının gerçekleştirilebilmesi, ancak Sonia’nın becerileri ve ayrıca kaygısının keskinliğiyle açıklanabilecek bir mucizeydi; ama toplantının amacı da, bir “mucize duası” gibi bir şeydi. Çünkü Yugoslavya’nın parçalanmasını , en azından şiddetle parçalanmasını önlemek. Sanırım yalnızca bir mucizeye bağlı, bundan böyle.
Gelgelelim, Belgrad’a ayak bastığım andan, ayrıldığım ana kadar, Yugoslavya’yı beklediği üzerinde herkesin fikir birliği ettiği tatsız olayların gerginliğini hissetmedim Belgrad şehrinde. Yaz gelmiş, Belgrad şehri iç mekânlardan kaldırımlara taşınmış. Önceki gelişlerimden -bunların hep kötü havaya rastladığını, bu seferki kontrastla anladım- bildiğim lokantalar, kahveler kaldırıma taşmışlar. Onlar ve sokaklar kalabalık. Yugoslavya’nın güzel ve sağlıklı insanları her yerde, sere serpe, sevişiyor, alışveriş ediyor, yiyip içiyor. Her yerde müzik sesi var. Bazan kahvelerde bir masada oturmuş, ciddi yüz ifadeleriyle konuşan insanlar görüyorum: bunlar, herhalde, siyaset konuşuyorlar. Ama onlar da sakin, genellikle – yalnız, kaygılı.
Bundan önceki seferler hep Yugoslavya’ya gelmiştim, bu ülkenin sorunlarını belirli bir mesafeden bilen herhangi bir “dünyalı” olarak. Gene Yugoslavya’dayım -ama, Yugoslavya şimdi ne demek? Belgrad, evet, bir Sırp kentidir. Ama şu gördüğüm insanlar arasında hiç Hırvat, Sloven, Arnavut vb. yok mu? Bilemiyorum, çünkü tanımıyorum. Ve bugünkü bütün dram, benim tanımadığım bu alanda geçiyor.
Pazar sabahı, bir takside, toplantı yerine gidiyoruz. Şoför, endişeli bir yüzle, radyonun haberlerini dinliyor. Sonra, kötü durumun, bir yerliden aldığım ilk haberini veriyor; bize dönerek ve tetik çekme jesti yaparak, “Yugoslavya, dum dum!” diyor.
Toplantı yeri Novi Beograd’da, yani Sava ile Tuna’nın birleştiği stratejik noktanın batısındaki yeni kentte, nehir kıyısında, Yugoslavya Oteli. Kırklarda, Kominform Binası olarak başlanmış inşaatına. İnşaat, Kominform’la birlikte, aniden durmuş. Sonra, altmışların sonunda yarım kalmış binayı otele çevirmişler. Bütün bu tarih de bir şekilde, uğursuz bir şekilde, bugün olanlara gölgesini düşürüyor.
Sonia Licht bu toplantıya Yugoslavya’nın bütün bölgelerinden konuşmacılar çağırmayı başarmıştı. Bütün bölgelerinden, ama gene de aslında temsilî değil. Konuşmacılar, çünkü milliyetçi değiller. Yani, çoğu, kaybetmekte olan tarafın, Yugoslavya’nın sözcülüğünü yapmayı üstlenmiş durumdalar. Bu ise, kimse için kolay değil artık. Sırp olarak Sırbistan politikasına, Hırvat olarak Hırvat politikasına karşı konuşmak gün geçtikçe güçleşiyor. Tanıdığımız biri, daha iki gün önce, Split’i terkedip Belgrad’a gelmiş, çünkü milliyetçi olmayan bir Hırvat o, ve milliyetçi çeteler, evinin kapısına bir işaret koymuşlar. Düşmanla birlikte hainin de insafsızca cezalandırılması gereken günler yaşanıyor, şimdiye kadar nice ülkede yaşandığı gibi.
Slovenya, Slovenya olarak ayrılmak istiyor. Slovenya görece zengin, uzun zaman Avusturya-Macaristan imparatorluğunun tafrasına kendi çapında katılmış. Şimdi de, yoksul güneyin kaderini paylaşmak istemiyor. Şaşırtıcı olan, buna fazla itiraz eden olmaması. Milliyetçi Sırplar’dan çok milliyetçi olmayanları tedirgin ediyor Slovenya’nın ayrılması. Çünkü Slovenya’da çok az Sırp var ve Slovenya zaten “Büyük Sırbistan” ülküsü içinde yer almıyor. Onun için de, “gitsinler kurtulalım” diyor çoğu Sırp milliyetçisi.
Ama Hırvatistan sorunu böyle değil. Çünkü Sırplar ile Hırvatlar içiçe. Sırplar’ın Hırvatlar arasında azınlık olduğu bir bölgede ayrıca bir Hırvat azınlık olabiliyor. Bu tabii Kosova’da da böyle. Yani aslında, Yugoslavya, yirmibirinci yüzyılda olması gereken bir etnik içiçeliği şimdiden yaratmayı başarmış. Ama bu duruma, yirmibirinci değil, ondokuzuncu yüzyılın özlemleriyle, değerleriyle, kategorileriyle bakıyor. Tragedya burada: kazanılmış başarı (tabii gerçekte “kazanılmış” olmuyor bu durumda), “felaket” nedeni olarak görülüyor.
Bir Türk olarak bu durum bana özellikle acıklı görünüyor. Biz kendi zengin mozayiğimizi bundan seksen, doksan yıl önce kaybetmiştik. Herkes mi aynı yanlışları yapmak zorunda?
Ben bunları düşünürken, Milan Nikoliç kara tahtaya çizdiği Yugoslavya haritasının başına geçip durumun imkansızlığını anlatmaya başladı. Orada onlar, burada bunlar, nasıl ayrılacaklar? Üstelik, belli ki, bu süreç kendi mantıkî sonuçlarını üretmeye başladığında, sorun Yugoslavya’nın parçalanmasıyla da kalmıyor. Slovenya ayrıldı, Hırvatistan ayrılmak üzere Sırplarla kıran kıran savaşa girdi. Arnavutlar niye dursun? Peki, o zaman Voyvodina’daki Macarlar, “Biz Macaristan’la birleşmek istiyoruz,” demez mi? Ya o zaman Romanya’daki, hatta Slovakya’daki Macarları kim durdurur? Makedonya zaten bitmez tükenmez bir ulusal sorun kaynağıdır. Bulgaristan ve Yunanistan ne yapar bu durumda? Hırvat, Sırp ve Boşnak toplulukların dengeli dağıldığı Bosna-Hersek ne olur? Hırvatlar Hırvatistan’a, Sırplar Sırbistan’a gider, ortada bir küçücük Boşnak ülkesi mi kalır?
“Yugoslavya, dum, dum!”
“Dum, dum!” Bu iki hece kadar anlamsız bir durum. Ama kimse bize garanti vermemişti, tarih anlamlı olacaktır diye.
Yugoslavya’nın sorunu Yugoslavya’nın sınırlarını aşıyor: Avrupa’nın geleceğini kötü bir biçimde belirlemeye başlıyor. Avrupa sağının ekmeğine yağ sürüyor, bir yandan. Avrupa egosantrizmi, sınırlarını nerede çizmesi gerektiğini, Yugoslavya’da olanlara dayanarak kararlaştırmak isteyecektir.
Yeni bir konuşmacı mikrofon başına çağrılıyor ve yerimde hafifçe sıçrıyorum: Milovan Cilas. Sekseninde Cilas ağır ağır yürüyor mikrofona. Dünya tarihinin çok önemli bir oluşumunun, komünizmin bazı çok önemli sakatlıklarını herkesten önce dile getirmiş, dile getirdiği için yıllar yılı hapiste yatmış Cilas. Sırpça konuşuyor; uzunca bir konuşma dilimini toplantının olağanüstü çevirmeni Ivan çevirinceye kadar ne dediğini anlamayacağım (çünkü simultane çeviri yok). Gene de anlamaya çalışıyorum Cilas’ı, sözlerinin değil sesinin ne anlattığını anlamaya çalışıyorum. Konuşması hiç müzikal değil, ama ben bir müzik parçası gibi dinliyorum. Heyecanlı değil, ağır ağır konuşuyor. Sesi monoton. Bu seste üzüntü var, deneyim var, şüphesiz, birikmiş bir hayal kırıklığı var -bir de, görev duygusu, bir tür sorumluluk var. İyi şeyler olacağına sahiden inandığı için değil de, kötü şeylere karşı direnmek zorunlu olduğu için burada, seksenindeki Cilas.
Çeviri başlayınca, sesine duyduğum yakınlığı bazı sözlerine karşı duyamıyorum. Cilas, “şüphesiz farklı bir yapıya ulaşınca” diye bir ihtiyat payı bırakarak, Yugoslavya’nın birliğinin korunmasında ordunun da katkısı olabileceğini söylüyor. Ayrıca, ABD ile SSCB’nin olumlu rol oynayabileceğine değiniyor. Reel-sosyalizmle bir kere çetin bir kavgaya girmiş biri olarak, bugünkü krizin faturasını da kısmen sosyalizme çıkarıyor. Uygulanan kötü sosyalizmin bunda payı olduğu doğru. En azından, topluma, milliyetçiliği aşan yeni değerler sunulamadığı ortada. Bunun yerine, sorunlar örtbas edilmiş, dondurulmuş. Şimdi, reel-sosyalizm çökünce, yalnız Yugoslavya’da değil, bu dünyanın tamamında, savaş öncesinden kalma bütün sorunlar, fikirler, özlemler hortladı. Yugoslavya da bu arada 1. Dünya Savaşı öncesine döndü.
Sosyalizm bu dünyanın tarihinde, insanlara olumlu ve ileri değerlerle özdeşleşme imkanı sunan bir dünya görüşüydü. Onun ve başka ideallerin geçersizleştiği 1990’larda, insanlar, kendilerini özdeşleyebilecekleri ortaklaşalık, kardeşlik değerlerini, milliyetçilikte bulur oldular. Bu tabiî, daha çok, milliyetçiliğin ve milli-devlet olgusunun henüz kendini gerçekleştirme ve tüketme fırsatını bulamadığı yörelerde daha yoğun bir biçimde yaşanıyor – yani, genel olarak, Avusturya’nın doğusunda.
Belgrad’daki toplantıyı bütünüyle özetlememe imkan yok. Ama söylenen önemli sözleri ve çıkan bazı genel izlenimleri aktarmaya çalışacağım. Bu arada şöyle bir konu daha var. Türkiye’den biri olarak bu toplantıyı izlediğimde, söylenen pek çok söz, yapılan pek çok saptama, zihnimde paralellik çanları çaldı. Aslında ulusal sorunların açmaza girmesi sürecinde, ulusal ayrımların getirdiği gerilimleri şiddet ve vahşet yöntemleriyle körükleme sürecinde biz mi daha ilerideyiz, yoksa Yugoslavya mı, buna karar vermek de kolay değil.
Yugoslavya’da Sırp ve Hırvat nüfusların içiçeliğine değinmiştim. Türkiye’de durum çok farklı değil. Azınlık -içinde- azınlıklar burada da var. Yugoslavya’nın farkı, çatışmanın halklar katına kadar inmiş olması. Bu henüz Türkiye’de yok – ve olursa nasıl bir faciaya yol açabileceğini insan düşünmek bile istemiyor. Doğu’da bitmeyen bir silahlı mücadele var ve elbette can alıyor. Yakınlarını kaybedenler, onların yakınları, özellikle de homojen denebilecek küçük yerleşim birimlerinde oturanlar, hiç şüphe yok ki bileniyor. Medya, düşmanlık imgelerinin ve düşmanlık duygularının gittikçe yoğunlaşması için elinden geleni ardına koymuyor. Bazı küçük yerleşimlerde, Bayramiç’de ve Muğla’da, ne kadar zırva nedenlerle olursa olsun, halklar arası çatışma biçimlerinin ilk örnekleri görüldü. Sorunu körükledikçe, daha neler olabileceği çok açık. Yugoslavya’da birtakım temel tutumlar değişmedikçe varacağımız yeri bize gösteren bir ayna gibi. Biz, adı konmamış iç savaşları yaşama deneyimi edinmiş bir toplum haline gelmiştik yetmişlerde. Aynı koşullara, bu yeni eksen üstünden ulaşabiliriz kolayca.
“Bunu önleriz,” diyen babayiğit vardır mutlaka da, buna kim inanır? Belgrad’da, Slovenyalı konuşmacı, Slovenya’nın bugünkü ayrılma durumuna Slovenya halkından çok Federal ordunun katkısı olduğunu söylemişti. Türkiye’de Kürt varlığının bir Kürt sorunu haline gelmesine, 12 Eylül darbesi ve uygulaması kadar katkıda bulunmuş bir başka özne var mı? Asker, ordu, sonunda eli silahlı adam demektir. Eli silahlı adam, çelişki çözmez, düşmanlığın geliştiği yerde gerilimi rahatlatıp dostluk yaratamaz; eli silahlı adam, sonunda sorunları büyütür, çözülemezlik noktasına getirir. Onun temsil ettiği “çözüm” biçimi, aslında geleceğe birikerek devredilen yeni bir sorunlar yumağıdır. Bu, şimdi, Yugoslavya’da gerçekleşmiş durumda; bizde hangi aşamada olduğunu söylemek de çok güç.
Belgrad toplantısı boyunca, toplantının bütün iyi niyetliliğine, konuşanların bilinçlilik ve uygarlık düzeyine rağmen, ne kadar geç kalındığını düşündüm hep. Ya Türkiye’de, burada da geç kalmadık mı? Slovenyalı liberal-demokrat Tone Andreyeviç şunları söylemişti: “Ordu, Yugoslavya’nın sorunlarının çözümünde partilerin yerini almaya kalktı. Böylece, barışçı çözüm alternatifini yok etti…”
Yugoslavya’da devlet ve ordu, sorunu baskıyla çözmeye, itiraz edenleri yıldırmaya kalkışmasa, bugün daha gerçek bir “federal” çözüm ya da “konfederasyon” çözümü gündemde olurdu. Dışarıdan gelecek yönlendirmelerle sorun konfederal bir çözümle gevşetilebilirdi. Bugün, ordunun eylemlerinden ve bunun doğurduğu tepkilerden sonra, bu da mümkün değil.
İnsanî-toplumsal sorunları çözmek için baskıdan başka yöntem tanımayan -ve hiçbir ülkede eksik olmayan- malum kişiler, hâlâ görmüyor ve anlamıyorlar ki, baskı, sonunda daha radikal oldu-bittileri kaçınılmazlaştırır. Ayrılığa yol açar diye, örneğin federasyonu reddederseniz, eninde sonunda üstelik artık federasyona da değil, gene ayrılığa varırsınız. Hem de yüzlerce ve binlerce cesede basarak varırsınız buraya.
Bu gibiler varolacak ve muhtemelen hayata başka türlü bakmayı öğrenemeyecekler. Sorun onları ikna etmek değil, onlar gibi olmayanların, yetkiyi onlara bırakmamayı öğrenmesi.
Tibor Varadi, komünizmin simgeler yaratma alışkanlığının nasıl milliyetçilik simgelerinin yaratılmasına dönüştüğünü anlattı: “Eskiden farklı ideoloji düşmandı, şimdi farklı etnik köken düşman.” Milliyetçi simgelerin belirlediği bu yeni atmosferde, ortalıkta insan kalmadığını anlattı Varadi: “Ya kahramanlar var, ya da zebaniler, insanlar yok artık.” Bu bizim için çok tanıdık bir tema.
Macar azınlığın bulunduğu bölgede bir opera binası açılacakken, açılamamış. Çünkü yetkililer, dekorasyonda, kırmızı, beyaz ve yeşil renklerin egemen olduğunu saptayarak açılışı yasaklamışlar. Sonunda yeşil halı yerine başka renk halı konarak opera açılmış. Bu da tanıdık bir tema.
Bazı Sırp konuşmacılar Sırp milliyetçiliğini eleştirdiler; Hırvat konuşmacı da Hırvat milliyetçiliğini. Sırplar Yugoslavya’da en kalabalık millet, ama nüfustaki oranlarından daha belirleyici bir rol oynadılar Yugoslavya’nın tarihinde, hâlâ da oynuyorlar. Orduda subay kadrosuna hemen hemen yalnız Sırplar egemen. Sırp milliyetçileri “Büyük Sırbistan” rüyasının ardında. Slovenya’yı gözden çıkarmışlar, ama başka bir yeri gözden çıkarmadıkları gibi, Sırp olmayan onca insanın hakları konusunda fazla taviz vermeye de yanaşmıyorlar. Bu da olacak şey değil. İş, zorla yaşatmaya gelince, kimse zorla yaşamaz Sırp egemenliğinde.
Sırp milliyetçiliğinin fanatikleşmesi, “Sırp” ve “Yugoslav” ayrımını derinleştiriyor. Böyle bir Sırp egemenliği ile, “Yugoslavya” demek anlamlı değil. Nitekim, olması gerektiği anlamda “Yugoslavya”dan yana olanlar milliyetçi olmayanlar; yoksa, “Yugoslavya” adı, milliyetçi Sırplara da fazla bir şey söylemiyor, Sırp olmayanları içinde tutacakları ülke olması dışında.
“Ezen ulus milliyetçiliği/ezilen ulus milliyetçiliği”, bizlerin de sık sık işitmeye alıştığımız bir söz. Birincinin, ikinciyi kışkırttığı doğrudur. Ne var ki, genellikle, ikinciye olumlu bir değer yüklenir. Bu, çok da geçerli değildir ve milliyetçiliğin ezeni, ezileni arasında bir fark yoktur. Ezilme olgusunu ortadan kaldırma mücadelesi gerekli ve olumludur; ama bunun milliyetçiliğe dönüşmesi, egemen milliyetçiliği taklit etmesi, her türlü olumluluğu ortadan kaldırır. “Ezilen”in de zaman içinde kendine bir “ezilen” bulup ona eziyet etmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Tersine, tarih boyunca hep olagelmiştir bunlar.
Birarada yaşamak durumunda olan milletlerin sinir dengesini bozan koşulları ortadan kaldırmamız gerekiyor. Birarada yaşamak zaten bir yığın güçlük içeriyor; güçlüklerin aşılabilmesi için herkesin mümkün olduğu kadar geniş görüşlü, serinkanlı olması gerekiyor. Toplumları, toplulukları belirli düzeylerde daha ileri düşünce biçimlerine davet ve ikna edebilecekler, beğensek de beğenmesek de aydınlardır. Önyargıyla mücadele edecek, bencilliğin her türlüsüne karşı özgeciliği güçlendirecek, dogmatizme karşı eleştirelliği, düşmanlığa karşı kendini “öteki”nin yerine koyabilme yeteneğini geliştirecek olanlar, disiplinli düşünmenin yolunu açacak olanlar, aydınlardır. Şovenist baskı, aydın kesimi de savunmaya iter. Sonunda, herkes kendi milliyetçiliğinin şemsiyesi altına sığınmak zorunda kalır.
Bunu da yaşadık ve yaşıyoruz Türkiye’de. Nice iyi yetişmiş, uygar Kürt aydınını çileden çıkarttık, milliyetçiliğe sürüdük ite kaka. Bilinen devlet baskısıyla, akıl almaz yasalarımızla, 12 Eylül tebligatlarımızla yaptık bunu; ama bir yandan da, yazarımız, gazetecimiz, aydın olması gerekenimizle yaptık bu işi: yok “provokasyon” diyerek, yok CIA komplolarından dem vurarak, “Türk” kökenli bir ulus-devlet dogmatizmi yaparak vb., vb. “Türkiye halkları” denirdi bir zamanlar, bunu söylenemez hale getirdik elbirliğiyle – marifet yaptığımızı ve bu marifet yoluyla “milli birliği” pekiştirdiğimiz sanarak. “Türkiye” halkları deniyordu, kötü müydü bu? Bunca baskı sonunda, azaldı mı yoksa çoğaldı mı, çözümün Türkiye dışında olacağını düşünenler?
Milyonlarca insanı bu koşullarda yaşatırsanız, milliyetçi düşmanlık yapanlara kulak vermek zorunda bırakırsınız onları. Uygarlık, kardeşlik anlatan aydınları dinleyecek hal kalmaz kimsede; üstelik, o aydınlarda öyle şey anlatacak hal kalmaz. Halklarına ihanet etmişlik duygusuna kapılabilirler ve bu anlaşılır bir şeydir.
Belgrad toplantısında “ulusal kimlik” sorunu üstünde -eleştirel bir tavırla- duruldu uzun uzun. Tanımlanması ne kadar zor olsa da, şüphesiz “ulusal kimlik” diye bir şey var – sonunda bu, bir ulusun yaşadığı tekmil tarihin o ulus üstünde bıraktığı iz olsa gerektir. Ama bir “ulusal kimlik” içinde yer alan her şeyin iyi ve olumlu olduğunu kimse iddia edemez. Nitekim, dünyada herkes, hemcinsiyle konuştuğunda, “biz”den yakınır; başkasıyla itiştiği, zıtlaştığı zaman “biz” kıymete biner. Bu “biz”in mutlak savunması ise, insanların ve toplulukların kendilerini eleştirerek aşmalarını, daha olumluya yönelmelerini imkansızlaştırır.
Türkiye’nin yalnız Kürtleri değil, Türkleri de yeterince olumsuz yaşantı yaşadılar “ulus-devlet” yönetiminde. Bu da sanki yaşanıncaya kadar anlaşılamayan bir olgu. Devlet, ulusun “devlet”i olunca, iyi oluyor sanki. Oysa böyle bir şey sözkonusu değil. Benzer durumlarda, “bağımsızlaşma”yla ilgili bir ilk coşku yaşanıyor, sonra iktidar yapıları yerleşikleşmeye başlıyor, herkes nerede durduğunu, işin neresinde yer aldığını anlıyor ve coşku bitiyor, bilinen düzen kaldığı yerden devam ediyor. Devletin zart zurtunu, ana dilimizden işitmiş olmakla kalıyoruz.
Önemli olan “ulus-devlet” kurmak değil, hayatı demokratikleştirmek. Ne türlü olacaksa olsun, devleti, o demokratik hayatın uzantısı haline getirmek – topluma hizmet etmekle yükümlü olan, etmediği zaman da toplumun denetimiyle düzeltilmesi gereken bir kurum haline getirmek.
Ama bu, insanların neyle kendilerini özdeşledikleriyle yakından ilgili bir sorun. Milliyetçiler, kimliğimizin yalnızca milli olduğunu söylerler. Bu, baskıcı, anti-demokratik bir ideolojidir, özü gereği. “Bizim millet”e özgü kabul edilen her şeyi tartışmasız ve eleştirisiz benimsememiz gerekir; “bizim millet”in dışında kalan herkese ve her şeye, gereğinde onulmaz düşmanlığa da varabilir bir mesafe almamız istenir. Milliyetçilik, “milli çıkar”dan başka bir ilke tanımadığı için, genel insanlıkla ilgili ilkelerle arasında bazan örtük, çoğu zaman da açık bir çelişki vardır.
Aslında milliyetçiliğin, “milli çıkar”la ne derece bağdaştığı da tartışılır. Özellikle dünyanın günümüzdeki gelişme doğrultusunda ulusal ideolojiler, değerler gitgide zayıflıyor ve insanlığın bütününe yönelik değerler, uygulamalar öncelik kazanıyor. Bu ortamda, geçmişten kalma anakronik bir dar milliyetçilik, uzun vadede o ideolojiyle davranan ülkeyi izole eder, gerçek gelişmenin dışına düşürür. Ne var ki, milliyetçiler, aslında kendi milletlerine karşı da anti-demokratiktir. “İyi milliyetçi” olmanın ölçütü temelde sadece hamasi olduğu için, bu retorikte sınavını geçen milliyetçi “milli çıkar” üstüne en doğru kararı verme tekelini ve bunu milletine empoze etme hakkını, kendi doğal ayrıcalığı sayar. Farklı bir düşünceyi savunana karşı neleri seferber edeceği de baştan bellidir: Millet, Milletin Çıkarı, Milli Duygular, Milli Kültür, Milli Tarih vb. Bu ezici kavramlar karşısında farklı düşünen bireyin hiçbir şansı yoktur elbette. Ya dediğinden vazgeçer, susar ya da “hain” konumuna itilir.
İnsanların “ulusal” bir kimliği vardır, olacaktır. Ama bugünün karmaşık, çok-yanlı insanı aynı zamanda çeşitli kimliklerle varolmak durumundadır: en basitinden, Danimarka uyruklu bir futbolcu, oynadığı İtalyan takımında bir Danimarka takımını kupadan safdışı eden golü atabilir. Bundan ötürü vicdan azabı duyması anlamsızdır. İnsanın sahip olduğu kimliklerin hiçbirinin, onu ve onun öbür kimliklerini ezen bir önemlilik basamağına konulmaması gerekir. Sahip olunabilecek en önemli kimlik, aslında, yurttaşlık kimliğidir. Yurttaş, görevlerinden önce hakları olan, emir alan değil görüşlerini özgürce dile getiren, güdümlü değil eleştirel ve nesnel, yaşadığımız bunca yıllık dünya tarihinin insanlığa kazandırdığı bütün zenginliğe sahip çıkan bireydir. Eşit ve özgürdür.
Bugün Türkiye’de böyle bir insan tipi, en azından yaygın olarak, yok. Olmadığı gibi, tersine, olmaması için, yukarıdan aşağıya empoze edilen yığınla uygulama, yönlendirme var. Yukarıdan aşağıya gelen bu baskının yarattığı koşulandırmalarla, aşağıdan yukarıya işleyen baskı mekanizmalarının da varlığını görmezlikten gelemeyiz. Dolayısıyla, şu ya da bu düzeyde, alanda merkezî devlete, onun ideolojisine, genel yönelimine vb. cephe alan kesimler, yani sözgelişi İslamcılar, sosyalistler ve bu arada politize olmuş Kürtler, aslında aynı temel tutumları paylaşıyorlar. Bu kesimler, bir “kesim” olarak, merkezî devlete karşı o kesimin, onun savunduklarının mücadelesini yapıyorlar ve mücadeleleri bu çerçevede “demokratik”. Ama bu kesimlerin hiçbiri kendi iç yapılarında yeterince demokratik değil. Olmamalarının temel nedeni de, yukarıda anlattıklarımla aynı kapıya çıkıyor: Hepsi bir total ideolojiden yola çıkıyorlar ve Türkiye’nin siyasi kültüründe “total” ideoloji karşısında bireyin hakkını belirleyen bir anlayış yok.
“Egemenlik” kavramını da tartışmamız gerekiyor. Bu zaten, çoğu öz Türkçe kelime gibi düz-anlamı, yan-anlamı biraz karışık bir kavram. Örneğin “egemen sınıf” diyoruz; o zaman bir “tahakküm” çağrışımı kuvvetle kendini gösteriyor. Bu, Batı dillerinin “sovereign” kavramından tamamen farklı. Gelgelelim, Türkiye’nin siyasi kültürüne oturuyor; çünkü bizde aslında “sovereign” olan bir şey yok – dış ilişkileri arasında olabildiği kadarıyla devletten başka. “Egemen”, “bağımsız”dan çok “hakim” anlamını içeriyor. Devlet de, bizim tarihimizde, asıl bu anlamda egemen. “Millet egemendir” ya da “egemen olmalıdır” dediğimizde gene benzer bir şey anlatıyoruz: Bir “tahakküm” mekanizması var ortada, aslolarak; bu “tahakküm”ün sahibi, kendi tanımladığımız şekliyle, yani bütün “totaliter” çağrışımlarıyla, “millet”. Ama bu sadece işin teorisi; pratikte, “tahakküm” mekanizmasını o “millet” adına gereğinde millete de baskı yaparak işleten bir yetkililer çevresi var.
Oysa, “sovereignty” anlamında çeşitli egemenlikler olmalıdır ve bunlar belirli düzeylere dağılmalıdır: devlet kendi düzeyinde egemen olacaktır, ama toplum devlete karşı da egemen olacak, bu arada “yurttaş/birey” de devlete ve topluma karşı egemen (sovereign) olacaktır. “Yurttaş/birey” bu egemenlikler hiyerarşisinin dibinde, tabanında değil, tavanında yer alacaktır.
Öğle yemeğine kadar Yugoslavya’nın çeşitli bölgelerinden gelen konuşmacıları dinledik. Değindiğim temaların hepsine değinildi. Dediğim gibi, Yugoslavya’da bugün varılmış nokta, bu ilkelerin tartışılmasını pratik anlamda yararlı olmaktan çıkarmış. Çoğunluk, bu ilkeleri hiçe sayarak, “milli bütünlük” yolunda ilerliyor ve dolayısıyla Yugoslavya çarpışarak ve kan dökerek parçalanmanın eşiğinde. Bu ilkeleri, değerleri hiçe saymaya devam edersek, bizim geleceğimiz de farklı olmayacaktır.
Konuşmacıların değindiği bir konu da, bugün Yugoslavya’da “ayrılık” kavramının fazladan bir “ilericilik” değeri yüklenmesi. Bu da, ters bir tarihî yaşantının yarattığı bir terslik. Ayrılık, verili koşullarda kaçınılmaz olabilir. Ama “ilerici” bir çözüm değildir. “Başka çare bırakmıyorlar,” demek başka, “ilerici olmak için ayrılıyoruz,” demek başka.
Öğleden sonra bu toplantı için Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen konuşmacılar sözü devraldılar. Kürsüye ilkin ünlü ve yetkin tarihçi Ernest Gellner (Cambridge’den) çıktı. Milliyetçilik tarihi üstüne yaptığı kısa, ama çok özlü ve aydınlatıcı konuşmada, milliyetçiliğin hangi tarihî koşullar sonucunda, Batı’da gitgide “ayıp” sayılan bir ideoloji haline gelirken, Doğu’da böyle “ilerici” değerlerle donatıldığını anlattı. Konuşmasının bütününü aktaramayacağım; ancak, kurduğu modelde, bu çağda ve bu bölgede, tek-ulus/tek-devlet özlemini gerçekleştirmenin ancak kitlesel öldürmeler ve zorla göç ile mümkün olacağını -gerekçeleriyle- açıkladı.
Hollanda’dan gelen Koenkoch ise ilginç bir anıyla başladı konuşmasına. Altmışların sonunda, Yugoslavya’da inşa edilen -ve Yugoslavya’nın “birliği”ne ithaf edilen- büyük kara yolunun yapımı için buraya gelen Uluslararası Tugay’daymış. İlginç bir rastlantı, Helsinki Yurttaşlar Meclisi’nin iki başkanından biri olan Mary Kaldor’da aynı Tugay’daymış (komünizm tarihinde biraz fazla militarist etki olduğu şimdi daha açık görülüyor. Niçin “tugay”?). Ama o süre içinde birbirleriyle karşılaşmamışlar hiç. Ancak şimdi, bu toplantı öncesinde anı tazelerken, bu yaşantılarının ortak olduğunu anlamışlar. Derken tugay greve gitmiş. Nedeni, Yugoslav yetkililerinin onlara Yugoslav milli marşını söyletmeye çalışmaları. “Yugoslav milli marşına kendi başına itirazımız yok, ama bunu bize söyletmeniz anlamsız. Gerekiyorsa ‘Enternasyonal’i söyleyelim,” demişler. Sonunda milli marştan vazgeçilmiş.
Koenkoch, demokrasi ve insan hakları açısından milli devletin gerekli olduğu görüşünü eleştirdi. “Bu sanıldığı gibi çözüm değil, tersine sorunun önemli bir parçasıdır,” dedi. Özellikle Doğu Avrupa bağlamında, ulus-devletin sicilinde çok fazla demokrasi ve insan hakları suçu olduğunu ekledi.
Toplumun yönetimi için oluşturulan kurumlar, dedi, devlet olsun, federasyon veya konfederasyon olsun, toplumun ve bireylerin daha ileri hedeflere varmasının aracı olmalıdır. Çağını yaşama hakkına sahip olan insanlara birtakım ondokuzuncu yüzyıl çözümleri empoze etmenin değil. Ve önemli bir temayla bitirdi konuşmasını: gelecekte ulus-devletler Avrupa’sına değil, bölgeler Avrupa’sına yöneleceğiz.
Polonya’dan Adam Michnich ve Geremek de konuştular. Ancak, gene Polonya’dan Konstantin Gebert, özellikle Yugoslav konuşmacıların sözlerinin altından akan mantığı, oldukça doğru ve oldukça acı bir biçimde saptadı. Yugoslavya’da yaşanan gerginliğin dozu bir hayli yüksek olduğu halde, bu toplantıda gerilim, karşılıklı suçlama vb. pek olmamıştı. Çünkü, dedi konuşmacı, Yugoslavlar aslında birbirlerine bir şey söylemediler, toplantıdaki Avrupalılara bir şey söylemeye çalıştılar. Neydi bu? Sırplar dedi ki: “Yugoslavya parçalanırsa bu iş burada bitmez, bütün Avrupa’ya yayılır; onun için, kendinizi de kurtarmak üzere, elinizden geleni yapın.” Sloven ve Hırvatlar da dedi ki, “Bir milletin kendi kaderini belirleme hakkına karşı gelirseniz, çok ciddi bir ilkeyi çiğnemiş olursunuz.”
Konstantin’in teşhisi doğruydu. Avrupa’nın ne devletler ne de sivil toplum düzeyinde, Yugoslavya için bir bedel ödemeye hazır olmadığı teşhisi de. Özel, yerel, ulusal vb., “çıkar”ın her şeye öncelik kazandığı seksenlerin ve doksanların dünyasında kimse, kimse için bedel ödemek istemiyor.
Öte yandan Yugoslavlar, dış dünyanın kendi sorunlarındaki payını, olumlu anlamda da olumsuz anlamda da abartmak eğilimindeler. Yugoslavya içindeki milliyetler, bu kargaşalıkta, kendilerine müttefik bulamıyor. Örneğin Slovenya zaten Yugoslavya’nın bütününden kopma derdinde. Sırbistan, Sırbistan olarak kiminle müttefik olabilir – belki bir süre Karadağ’la. Bu durumda, herkes kendine yurtdışında müttefik arıyor. Bunu abartıyor da. Örneğin, Slovenya Avusturya’nın desteğine güveniyor; Hırvatistan İtalya’dan medet umuyor. Bunlara karşılık, Sırbistan Almanya’ya diş biliyor, Yugoslavya’nın parçalanmasını kışkırttığı için.
Sık sık tekrarladığım gibi Yugoslavya’da sorunların da çözümlerin de algılanması, düşünülmesi, büyük ölçüde geçen yüzyılın kalıpları içinde kalmış. Kendi sorunlarını böyle düşününce, başka ülkelerin güdülerini de ancak o kalıplarda anlıyorlar. Bu, geri kalmış ülkelerde ve reel-sosyalist ülkelerde sık rastlanan bir olgudur: başkaları adına birtakım ilkel komplolar düşünülür, sözde deşifre edilir. Örneğin Slovenler olsun, Sırplar olsun, Avusturya’nın hâlâ eski Avusturya-Macaristan rüyasını gördüğüne, kendine Adriyatik yolu açılır diye Sloven bağımsızlığını desteklediğine inanıyorlar. Hesapça Almanya da yeni bir Anschluss yoluyla Avusturya’yı yutmaya hazırlandığı için o da Yugoslavya’nın dağılmasını istiyor. Almanya’nın, Avusturya’nın çok başka bir gerçeklik dünyası içinde hareket ettiğini anlamıyorlar.
Dünyayı böyle yorumlama ve değerlendirme alışkanlığı bizde de vardır. Her siyasi aydınımız, Türk ya da Kürt, CIA’nın ve benzeri kurumların stratejilerini hesaplar, deşifre eder. Bizim de bu yorumları yaptığımız çerçeve geçen yüzyılın fazla ilerisinde değildir.
Ama sonuçta bir toplum nerede duruyorsa, onun bünyesinin kabul edebileceği çözüm de durduğu yere uygun olacaktır. Biz ya da Yugoslavya, 1880’den 1890’a geçmemekte bu kadar inat ediyorsak -1990’da- bizim sorunlarımızın çözümü de aşağı yukarı o üslupta bir şey olacaktır.
Toplantının son kısmında Avrupalı ya da Yugoslav herkes aklına gelen somut önerileri dile getirdi – ve doğrusu, gerçekten etkili denebilecek bir öneri gelmedi, gelemezdi de. Bu arada biri kürsüye geldi, somut öneri değil de, acı bir olgu söyledi. “Babam Sloven, annem Hırvat,” dedi. “Karım ve çocuklarım ise Sırp. Bu olay böyle devam ederse, burası benim diyebileceğim bir yurdum kalmayacak.”
* * *
Pazartesi günleri Belgrad’dan İstanbul’a uçak yok. Salıya kaldım. Herkes gitmişti; şehri biraz daha gezmeye vakit buldum. Dediğim gibi, Belgrad çok sakin. Yaya yolu haline getirilen Mihaila sokağından geçerken, sokaktaki tezgâhlar dikkatimi çekti. Savaş öncesinin Çetnik’leri (Sırp “ülkücü”leri) hortlamış sanki. Kapaklarında sakallı bıyıklı ve uğursuz suratlı adamların resimleri olan kasetler satıyorlar. Bir yandan çalıyorlar bunları ve eski ulusal marşlar işitiliyor. Madalyalar, haçlar, dinî ikonlar var tezgâhlarda. Her türlü milliyetçilik avadanlığı hazır. En tuhafı da bayraklar, Çetnik bayrakları. Gerçekten şaşırtıcı, çünkü bildiğimiz korsan bayrakları bunlar: siyah zemin üstüne kuru kafa, çatılmış iki kemik, bir de yazı (“Hayat ya da Ölüm” yazılıymış). “Çocuksu” demek olmayacak, çünkü “çocuksu” bir şeyin sevimliliği vardır; ama herhalde ciddi bir büyümemişlik, bir olgunlaşmamışlık gösteriyor kuru kafalı faşist bayrağı. Bir özel bağlamda da iyi, çünkü vaadettiğini açıkça gösteriyor.
Az ileride de bir kitapçı dükkanına gözüm takıldı. İki yanında ve oldukça geniş cephesini oluşturan vitrinin üstünde koyu renk panolar var. Kapının yanında, dikine panoda tebeşirle çizilmiş bir general karikatürü. Üstteki panolarda general el ediyor, birtakım insanları ardına takıp götürüyor. Yeniden dikine panoya geldiğimizde generalin uçurumdan paraşütle atladığını görüyoruz. Öbürleri öylece uçmuş aşağıya, feryat figan.
Demek ki, yabancı ülkede insan gözü imgeler karmaşası içinden bazılarını ayırt etmeye başlayınca, olağandışı imgeleri de seçiyor ve böylece şehrin sakin görüntüsünün ardındaki gerginliğin yansımalarını da görüyor.
Tezgâhlarda marşlar çalınıyor, ama köşe başlarındaki sokak çalgıcıları lirik Yugoslav havalarından vazgeçmiyor. Lokantalar sokağı Skadarska, bütün turistikliğiyle, bu havaların çalındığı yer. Burada geç bir öğle yemeği yedim. Bu saatlerde Skadarska tenha. Akşam kalabalıklaşıyor ve her lokantanın orkestrası masa masa dolaşarak masum bir yaşama sevincini dile getiren Yugoslav şarkılarını -buradakiler bir tür şehir folkloru sayılabilir- söylüyor. Bakıyorum, çevremdeki insanlara… Yugoslavya gergin, rasyonel göstergeler bunu söylüyor. Peki ama kim dövüşecek? Bu gördüğüm insanlar mı? Hiç öyle bir halleri yok. Biliyorum, şiddet ve savaş bir kere başladı mı, bu sessiz sakin insanları da sürükleyip götürür, her türlü felakete, hep de böyle olmuştur. Gene de, gözümle gördüğümün aklımın söylediğine galebe çalmasını umuyorum – sokaktaki adamın, şu başbaşa yemek yiyen sevgililerin sağduyusunun, bütün Çetniklere, Ustaşalara, kurukafalı bayraklara, madalyalara galebe çalmasını.