I. ‘WELCOME TO THE JUNGLE’*
Zaten kendisi de bir hayli muğlak bir terim olan ‘postmodernizm’in ne idüğünü tartışmaya geçmeden önce onun tarihsel ve mantıksal öncülü olan ‘modern’ teriminin etrafındaki kafa karışıklığını ortadan kaldırıp görece bir netlik sağlamaya çalışacağım uzunca bir süre. Bu terminolojik bulanıklığı gidermek önemli, çünkü ‘modernlik’, ‘modernleşme’ ve ‘modernizm’ terimlerinin içeriklerinde anlaşamamak ortaya bir sağırlar diyaloğu çıkarıyor. Sözgelimi Amerikan kapitalizminin önde gelen ideologlarından, şimdilerde pek moda olan ‘ideolojilerin sonu’ kuramını daha 1950’lerin sonunda ortaya atan Daniel Bell ile Jürgen Habermas’ın bu terimlere çok farklı anlamlar yüklemeleri anlaşılır bir şey; ama sol aydınlar arasında da birbirine taban tabana zıt şeyler söyleyip bambaşka siyasi tavırlar alınmasını önerenlerin olması manidar, hatta vanim bir durum. Çünkü ileride daha ayrıntılı olarak üzerinde duraceğağım gibi, gerçek anlamda solun ya da sosyalizm düşüncesinin değerden düşürülmeye çalışıldığı şu günlerde ‘modernlik’ ve ‘postmodernlik’le ilgili tartışmalar sol kimliğin yeniden tanımlanmasında canalıcı önem taşıyor.
Halihazırda soldaki anlaşmazlıklar o düzeylere varıyor ki, Habermas, Boris Frankel ve Türk aydınlarından da Çağlar Keyder modernlik projesine bağlı kalmaktan söz ederken,1 Perry Anderson sosyalist bir devrimin görevinin modernliğe son vermek olduğunu söyleyebiliyor.2 Öte yandan bir Zygmunt Bauman yeni solun siyasi konumunu modernizmin karşı-kültürü olarak yeniden inşa etmeye çalışıyor (ona göre eski sol kapitalizmin karşı-kültürüydü).3 İşin içine bir de postmodernizme karşı nasıl bir tavır alınması gerektiği konusu girince ortalık iyice karışıyor. Mesela İtalyan mimar Tafuri, Lukacs’ın modernizme baktığı gibi, postmodernizme yeni bir “dekadans” formu olarak bakıp reddederken,4 Jameson tarihsel bir olgu hakkında ‘etik’ yargılar ileri sürmekten kaçınılması gerekliliğini vurguluyor ve bunun yerine daha ‘diyalektik’ bir yaklaşım öneriyor. vb. vb.5
II. ‘IT’S SO EASY’
Bu karışılıktan kurtulmak için öncelikle modernlik, modernleşme ve modernizm kavramları arasında ayrım yapıp, yazı içinde enine boyuna inceleyip, genişletmeyi düşündüğüm tali tanımlar önermek istiyorum. Bundan böyle ‘modernleşme’ terimini Batı toplumlarının (ve tabii Batılılaşma özlemi içindeki toplumların) idari-siyasi ve ekonomik altsistemlerinin, yaşam-dünyasını (lebenswelt), pozitivist anlamda kavranan “gelişme”yi hedefleyen tek-yönlü bilimsel-teknik/araçsalcı bir mantıkla hegemonyası altına aldığı sosyo-ekonomik süreç anlamında kullanacağım. Özetle modernlik projesinin kapitalist, kapitalistleşmek isteyen ve bürokratik-komünist toplumlarda aldığı piçleştirilmiş, biçimidir denebilir modernleşmeye. ‘Modernizm’i de bu süreçle ilişkili olarak tanımlayabiliriz. Bundan böyle ‘modernizm’i kabaca 1860-1930’lu yıllar arasında giderek artan metalaşmaya karşı sanata sahici bir deneyim alanı sağlamak ve mübadele yasalarına tabi bir meta olarak anında tüketilmekten kaçınmak gibi ütopyen bir işlevi yerine getirmek için başvurulan sanatsal bir direniş stratejisi olarak kullanacağım. Son olarak ‘modernlik’le de tarihsel olarak Fransız Devrimi’yle birlikte biçimlenmeye başlayan büyük Özgürlük Anlatısını kastedeceğim. Habermas’la birlikte bunu şöyle ifade edebiliriz: Modernlik, amacı nesnel bilimin, evrensel hukuk ve etiğin ve estetik deneyimin özerkliklerini geliştirmek ve bu alanları gündelik yaşamı sömürgeleştiren tek yönlü modernleşme süreci içinde edindikleri içrek biçimlerinden kurtararak yaşam dünyasını zenginleştirmek olan bir projedir.6 İnsanların kendi iradelerinden başka her türlü aşkın otoriteyi (Tanrı, gelenek, vb.) reddederek, özgürlüklerinin önüne yine kendilerinin koydukları engelleri (ekonomik, siyasal ve en önemlisi zihinsel engelleri) aşma kararlılığı ve kişisel özgürlükle birarada yaşamanın gereklerinin birbirlerini kısıtladığı değil zenginleştirdiği bir toplum, daha doğrusu bir dünya yaratma hayalleridir modernlik ve ilk ifadelerinin Schiller’in Estetik Üzerine Mektuplar’ında, Charles Fourier’in ütopik yazılarında. Marquis de Sade’ın romanlarında, Beethoven’ın senfonileri’nde ve Kant’ın ‘“Aydınlanma Nedir?” Sorusuna Yanıt’ adlı, Foucault’nun önemle üzerinde durduğu yazısının şu satırlarında bulmuştur: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır.”7 Bakhtin ve Kundera’nın gösterdikleri anlamda8 bütün bir roman geleneği, Feuerbach’ın din eleştirisi, Marx’ın eylemi, Nietzsche’nin değerlerin eleştirisi ve yeni değerlerin yaratılmasını odak alan felsefeleri, Benjamin’in tarih felsefesi, sanat alanında tarihsel avant-garde, özellikle de Paz’ın bağlılığını ilan ettiği gerçeküstücülük. Habermas ve son dönemde ‘bir varoluş estetiği olarak etik’ kavrayışını kurcalayan son dönem yazılarıyla Michel Foucault modernlik denen projenin köşetaşlarını yerleştirdiler.9
Bu canalıcı önemdeki konuya V. bölümde tekrar döneceğim. Şimdi yukarıda kaba çizgileriyle verilen tanımlardan da yararlanarak son dönemin üç önemli düşünürünün -Daniel Bell, Marshall Berman ve Perry Anderson’ın- modernlik hakkındaki tezlerini eleştirerek sözkonusu tanımları açmayı düşünüyorum.
III. ‘GET IN THE RING’
Bell ve Berman, sırasıyla modernizmin ve modernlik adını verdikleri şeyin, benlik (self)’in sınırsız gelişimini ya da sınırsız öznellik düşüncesini temel etik değer olarak alan bir kültürün tarihsel deneyimi olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Ama Berman, hem ekonomik hem de bireysel anlamda “gelişmenin” peşindeki bitmez tükenmez takibin doğal sonucu olan ve Batılı milyonlarca ‘birey’i pençesine alan (ve bir dönem sosyolojisince ‘anomi’ ya da ‘kaygı’ ya da postmodern kulaklara antika gelebilecek Marksist bir terimle ‘yabancılaşma’ olarak vaftiz edilen) psişik hastalığın inanılmaz yaygınlığına karşın, bireyin ‘katı olan her şeyin buhar olduğu’ modernlik denen tarihsel deneyime ayak uydurmak için giriştiği ‘daemonik’ mücadeleyi överken; Bell bireyin keyfi tercihlerini kültürel değerlendirme ölçütü haline getirip modern bireylere “kutsal hiçbir şey” bırakmayan modernizmden bıkıp usanmış gibidir.10 Ona göre burjuva dünyasının çözülmesinden kültür alanında hegemonyayı ele geçiren modernizm sorumludur. Bell üzülerek, kapitalist toplumların tatminin ertelenmesi ilkesine, iş ahlakına (Weberci anlamda çileceliğe) dayanan tekno-ekonomik alanıyla benliğin özgürce ifade edilmesi ilkesine (Sombardcı anlamda elde etmeciliğe) dayanan kültürel alanı arasında bir çelişki olduğunu gözlemler. Artık, der, kültür değişim yaratma inisyatifini eline geçirmiştir; toplumsal davranışların meşruluk kazandığı yer artık din değil, sanatla hayat arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmaya çalışan modernist kültürdür. Ama biraz da rahatlamış bir edayla, modernizmin içinin boşaldığını, eskiden şok olan şeyin bugün sadece şıklık olduğunu ekler. Karşıkültür artık sahte bir kültürden başka bir şey değildir. Din tekrar gelecek, modern özgürlükçülüğü sınırlandırıp, bir kez daha, ama bu kez daha güvenlikli temellerde disiplin ve iş ahlakını telkin edecek normları tesis ederek bizi kurtaracaktır.
IV. ‘PATİENCE’ YA DA MODERNİZMİN SANCISI
Bell’i düzeltmeye neresinden başlamalı? Her şeyi birbirine karıştırıp göze batan bir sürü hata yapıyor, ama farkında olmadan göz açıcı birtakım noktalar da geliştirmiyor değil, onun eleştirisi bizi postmodernizmle ilgili tartışmaların göbeğine götüreceği gibi, sanatsal bir direniş stratejisi olarak tanımladığımız modernizmle avant-garde hareketler arasındaki farklara da değinmemize imkan verecek. Ama önce temel bir yaklaşım bozukluğuna dikkat çekelim. Habermas’ın dediği gibi, “Yeni muhafazakâr, çalışma, tüketim, başarı ve işsizliğe karşı değişen tavırlar için, ekonomik ve sosyal nedenler aramaz. Sonuç olarak da hedonizm, sosyal kimliğin olmayışı, itaat noksanlığı, narsisizm, statü ve başarı yarışından çekilmenin sorumluluğunu “kültür” alanına yükler. Gerçekte ise, kültür, bütün bu problemlerin yaratılmasına, sadece oldukça dolaylı ve dolayımlı bir yoldan katılır.”11 Tekno-ekonomik yapıdaki değişikliklerin kültür ürünlerinin üretimi ve alımlanması üzerideki etkilerini özgülleştiremez. Bu yüzden de kültür alanının ekonomik alan üzerinde hegemonya oluşturduğunu iddia ettiği süreci inandırıcı bir biçimde açıklamayı beceremez.
İkinci olarak da sanat tarihinde modernizm olarak adlandırılan estetik tavır onun atfettiği özelliklerin hemen hiçbirini taşımaz. Kişiselliğin temel dışavurum aracı olarak düşünülen üslup modernist sanatçının topos’udur, tamam, ama üslup, öztatmini peşinde koşan narsisist bir benliğin ehlikeyf bir tarzda ifade edilmesi demek değildir modernistlerde. (Bu daha çok Bukowski ve Beuys gibi bazı postmodernistlerin ve önceki dönemlerden de Walt Whitman ya da Henry Miller gibi egosu şişkin tek tük birkaç yazarın bakışıdır.) Modernistler için sahici benlik ancak Dil’in öznenin niyetlerinden bağımsız işleyen anaforik akışına kapılıp oradan bir üslup çıkartılabilirse oluşturulabilir, bu zorlu boğuşmaya girişmeden önce ortada bir kişilik değil duyumlar ve izlenimlerden oluşan bir yığın vardır modernist yazarlar için. Bu yüzdendir ki, Joyce’un Sanatçının…Portresi dışında modernist romanlar otobiyografik bir içdöküme değil, bilinç akışına ve izlenimci bir estetiğe yaslanırlar. Ayrıca “sanatla hayat arasındaki mesafenin ortadan kaldırılması” gibi bir kaygıya Joyce, Proust, Mann, Pound, Rilke, Musil, Broch, Schoenberg, Mahler, Eliot, Pessoa, Klee, Maleviç gibi ‘baba’ modernistlerin hiçbirinde rastlanmaz. (Aklıma ayrıksı bir örnek olarak bir tek Kavafis geliyor)12 Tam tersine, bu sanatçılar giderek daha fazla, seriyalize, anında tüketilebilir nesnelerin kitlesel üretimi ve dünya çapında dağıtımı tarafından şekillenen “gerçek” dünyayı parenteze alırlar; çünkü -postmodern sanatçıların tersine- sanatlarının “dışarıdaki kirli hayat akıntısı” (Joyce) üzerinde aşkın bir değer taşıdığına inanırlar. “Yapıtlarının kolayca tüketilmesini engellemek için yapıtlarının dokusunu yoğunlaştırıp biçimlerini bozar, onları gizemli, içrek nesneler haline getirirler.”13 Sanat ile hayat arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmak şöyle dursun, bütün modernizm ideolojisi bu mesafe üzerinde temellenir (postmodernistlerin bu mesafeye yaklaşımları iki yönlüdür. Postmodernizmin popülist varyantları günümüz kültüründe bu mesafenin zaten ortadan kalktığını ileri sürer ve bunun keyfini çıkartmamız gerektiğini iddia ederken, bazı postmodernist yazar ve eleştirmenler ise sanatın zaten hiçbir zaman hayatla yüzyüze gelmediğini, metinden bağımsız, onun anlamlandırmaya çalıştığı bir “hayat” olduğu anlayışının metafizik olduğunu, metinlerin ana ve hatta tek kaynağının başka metinler olduğunu söyler ya da yapıtlarıyla bunu ima ederler. Onların dünyasında her şey “her zaman/zaten” metinsel yani “edebi”dir. Modernistlerin metne kapanışındaki o sancılı tavır, sonradan “gerçeklik nostaljisi” adı verilen ve bence modernizme sahicilik ve hayatiyet kazandıran o gerilim böylece ortadan kalkmış olur. Modernistlerdeki tarihsel, stratejik metne kapanma tercihi postmodernistler ve ülkemizdeki gibi bazı geç modernistler tarafından bu tarihsel içeriğinden boşaltılarak ontolojikleştirilir, yazmanın doğasına ilişkin bir şey haline getirilir. Çoğu okurun postmodernist romanlarda -örneğin, Orhan Pamuk’ta-, son derece oyuncul olmalarına karşın, doğru olarak teşhis ettikleri ‘kuruluk’ bence buradan kaynaklanır, çünkü edebiyat yapıtları da Orpheus gibi ölümsüzlük, yani gerçek bir dirimsellik kazanmak için ‘arkaya bakmak’ zorundadırlar, yazarak koptukları hayatla aralarında giderek açılan mesafeye müthiş bir başdönmesi verse bile dönüp bakmalıdırlar. Bir Kafka’yı, bir Faulkner’ı sahiden büyük yazar kılan şey, bu başdönmesini, bu uçurum duygusunu metinlerinde derinlemesine iletebilmeleridir diye düşünüyorum). Yapıtlarının sahte olduğunu düşündükleri “gerçek hayattan” mümkün olduğunca uzak durarak sahicilik kazanmasını amaçlarlar. Bunu yaparken de Biçim’i (bozarak, montaj kullanıp organiklikten uzaklaşarak) ve sanat yaptıkları aracı (romanda dili, müzikte tonal sistemi, resimde figürü) sorunsallaştırır, kesinlikten yoksun, muğlak bir dünyayı eşdeğer bir belirsizlik ve çokanlamlılıkla yeniden üretir; çoğu kez de biçim oluşturup bozma, yani sanat yapma uğraşının kendisini kurcalarlar. Özetle, modernizmin ayırıcı özelliklerinden birisi bilinçli (self-reflexive) biçimciliğidir (Lash modernist epistemoloji adını verdiği şeyde ve insan bilimlerinde de benzer bir biçimciliği teşhis ediyor.14) Biçimci bir sanat anlayışı da doğası gereği “hayat ile sanat arasındaki ayrımı yok etmek” gibi bir projeye katılamaz.15
Oysa böylesi bir proje fütürizm, konstrüktivizm ve gerçeküstücülüğü kapsayan “tarihsel avant-garde”ın (deyim Peter Bürger’e ait) çekirdeğini oluşturur. 1960’lardan sonra ortaya çıkan postmodernist “duyum (sensation) estetiği”nin köklerini bu hareketlerde bulduğunu iddia edenler vardır ve bu iddia bir anlamda doğrudur da. Daniel Bell tahta kılıcını yanlış rakibe sallamaktadır: Gerçek hedefi, Eagleton’ın da belirttiği gibi,16 “modernizmin değil de tarihsel avant-garde’ın bir parodisi olan” postmodernizm olmalıdır aslında. Postmodernizm sadece bir parodidir, çünkü tüketim kapitalizmi estetik ile hayat arasındaki sınırları, avant-garde sanatçıların istediği biçimde olmasa bile onların hayal edebileceğinden çok daha hızlı bir biçimde ortadan kaldırmıştı zaten. II. Dünya Savaşı sonrası iyice hantallaşan kapitalist ekonomiyi canlandırma harekatının bir parçası olarak üretimden çok satışa abanılmasının sonucu, malları satabilmek için estetik bir ambalajla sunmanın gerekliliği anlaşılmıştı: Her şey işlenmiş, ambalajlanmış, fetişleştirilmiş ve libidinalize edilmişti: estetik satıyordu. Kültür alanı genişledi ve toplumun her alanı “kültüralize edildi”.17 Durum bu olunca postmodernizm savunucularının en şiddetli biçimde yüksek sanat ile aşağı sanat (modernizmin karşı çıkarak kendi özgüllüğünü ortaya koyduğu “kitle kültürü”) arasındaki ayrıma saldırmaları şaşırtıcı olmuyor.18 Aslında, özellikle postmodern mimaride kendini bir estetik popülizm olarak sunan bu tavır, inanılmaz bir zenginlik ve çeşitliliğe ulaşan metalarla büyülenmenin bir ifadesi özünde.19 Özetle Bell modernizme saldırdığını sanırken, modernizme özgü olduğunu düşündüğü özelliklerin aslında tam da modernist estetik paradigmadan postmodernist kopuşu oluşturan şeyler olduğunu göremiyor. Bütün bu özellikler de, Batı toplumlarının tekno-ekonomik ve siyasi-yönetsel alanlarındaki köklü değişimler tarafından belirlenmiş denemese bile, bu değişikliklere “eklemlenen” kültürel bir mutasyon olduğunun semptomları. Frankel, sanayi-sonrası bir ekonomik paradigmanın oluşmasıyla yakından ilişkili olan postmodernist bir iklimin Japonya ya da Almanya’da yaygın olduğundan pek söz edilemeyeceğini söylüyor, çünkü ona göre bu ülkelerin ekonomik yapıları hâlâ yoğun bir sanayileşme tarafından belirleniyor.20 Yani, eğer ortada bir ‘kabahat’ varsa, bunun ceremesi sadece, Bell’in yanlış bir biçimde modernizmin hegemonyası altında olduğunu varsaydığı kültür alanına çıkartılamaz.
Sol cenahtan Marshall Berman ise aynı süreci “modernlik” adıyla vaftiz ediyor. Ama ahlaki bakış açıları farklı: Bell’in günah dedikleri Berman’da sevap oluyor. O da Bell gibi modernlik projesini son kertede “sınırsız öznellik”le ilgili bir soruna indirgeyerek aynı vahim hatayı işliyor. Perry Anderson tam da bu bağlamda Berman’a gayet haklı bulduğum şu itirazı yöneltiyor: “Eğer herkesin amacı benliğin sınırsız gelişimi olursa, topluluk nasıl mümkün olacak?”21 Benlik diğerleriyle ilişkilerinden önce gelmez, bizzat bu ilişkiler tarafından oluşturulur. Bu nedenle de gelişimi hiçbir zaman sınırsız bir dinamik olamaz, çünkü diğerleriyle birlikte yaşaması her zaman bir sınır fikrini zorunlu kılacaktır. Bu yüzden de Berman’ın modernlik anlayışının pozitif yönü (çünkü benim ‘modenleşme’ olarak adlandırdığım süreci o da olumsuzluyor) olarak gördüğü benliğin gelişmesi ya da genişlemesi bir seraptan ibaret kalıyor. Ki zaten postmodern düşünürler de -Lyotard, Deleuze, Baudrillard ve hatta Foucault- öznenin sonunun geldiğinden, kişilik çekirdeği olmayan, merkezsiz bireylerden, organsız gövdelerden, yüzen yoğunluklardan (intensities) falan bahsederek benliğin bu ‘high-tech’ geç kapitalizm döneminde geliştiğinden değil, ‘patladığı’ndan (implosion), fragmanlara ayrılmasından dem vurulabilineceğini ima ediyorlar; hatta Baudrillard’ın çalışma arkadaşı Maffesoli bir ‘kabile ruhu’ (tribalism) geliştiğinden söz ediyor.22
Yine Anderson’a dönersek, bu ünlü İngiliz düşünürü “her birimizin özgürce gelişmesi sadece herkesin özgürce gelişmesi göz önünde bulundurulursa gerçekleşebilir” diyerek, sosyalist bir devrimin görevinin modernliği ortadan kaldırmak olduğunu ileri sürüp kestirip atıyor. Ona göre, modenlik terimi pozitif bir içerikten tamamiyle yoksundur; “modernlik, tek göndergesi zamanın geçişi olan derme çatma bir kavramdır.”23
Berman’ın birey-merkezli sakat modernlik anlayışını reddetmekte tamamen haklı olmasına rağmen, kaş yapayım derken göz çıkarıyor. Bir McLuhan’ın modernleşme sürecini körlemesine, eleştirellikten uzak bir biçimde kucaklaması gibi, Anderson da modernliği çok kolay harcıyor. Çünkü modernlik her şeyden önce, sosyalizm düşüncesinin ifade edilmesini mümkün kılan ve doğru anlaşıldığı zaman, sosyalist bir dünya görüşü için pek çok imkan (kültürün demokratikleştirilmesi fikri gibi) barındıran bir proje. Sosyalizm modernliğin çocuğudur ve kendine sosyalist diyen biri modernliği bu kadar rahat çiğnerse oturduğu dalı kesmiş olur, başka bir deyişle hayat damarlarından biri kopmuş demektir.
V. ‘NICE BOYS’ YA DA MODERNLİK VERSUS MODERNLEŞME
Kabaca bir tanım vermek gerekirse, modernlik özünde bir “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” ütopyası, her türlü baskıdan uzak bir toplum oluşturmayı amaçlayan tutkulu bir proje, Tanrı iradesi yerine insanın özgür iradesini temel alma yolundaki kararlılıktır (Dostoyevski’nin burun kıvırarak “dünya üzerinde laik bir cennet oluşturma düşü” dediği şey yani). Tanımdan da anlaşılacağı üzre, modernliğin kaçınılmaz Öteki’si, üyelerinin eylemlerine Gelenek, Atalar, İlahi Güçler ya da Tanrı gibi tarih aşırı ve insan hayatına aşkın güçlere tabi olarak bir anlam verdiği ve meşruiyet kazandırdığı geleneksel ve büyüsel toplumlardı. Bunlarda tarih alınyazısından başka bir şey değildi; tarihi anlamaksa bu alınyazısını yazıp işleten külli iradenin bilgeliğini tefsir etmekle aynı kapıya çıkıyordu. Aslında “Tarih” diye özerk bir disiplinin inşası da ancak modernlikle, yani insanların eylemlerinden kendilerinin sorumlu olduğunun, ancak hem bu sorumluluğunun bilincinde olmadıkları hem de ayrı ayrı doğrultularda işleyen farklı iradeleri olduğu için ortaya yönlendirilmesi ve anlamlandırılması gereken bir eylemler yığınının çıktığının farkına varılmasıyla mümkün oldu. Modern kelimesinin altındaki ‘bugün’ bilinci ‘tarih’ bilincine yol açtı. Tanrı’nın ölümünden sonra Tarih, artık doğrultusu sadece ‘akletme’ gibi bir yetileri olan özgür insanların eylemleriyle belirlenen açık-uçlu bir süreç olarak görülmeye başlandı.
Modernliği sadece şizofrenik bir red söylemi olmaktan ancak eleştirel özbilinçliliği kurtarabilirdi. Eğer amaç yukarıda sözü edilen ilkelerin hayata geçirilmesiyse Batı kültürünün kendi geçmişine ya da diğer kültürlere mutlak bir inkârcılıkla yaklaşmak ölümcül sonuçlar verir. Her şey rasyonel ve daha da önemlisi diyalojik olarak tartışılmalıydı. Tanrı’nın ya da Geleneğin otoritesi eski günlerdeki gibi sorgusuz sualsiz kabul edilmediği için insanlar kendileri hakkında, birbirleri hakkında, geçmiş kültürleri ve doğa hakkında taze bilgilere ihtiyaç duyuyorlardı (Habermas’a göre, modernlikle birlikte bilgi üç ayrı alanda -bilimsel/teknolojik, ahlaki/pratik ve estetik/dışavurumsal alanlarda- aranmaya başlandı ve bu alanlar modernleşme sürecinde giderek kurumlaştı). Ahlaki, bilimsel ve estetik bilgi konusunda esas olan şey bunların ulaşılabilir olması, yani gündelik hayatın zenginleştirilmesi için kullanılabilecek ölçüde herkese ulaşabilmesiydi: Bir başka deyişle, temel amacı insanları tarihi yapanın yüce bir varlık ya da kendilerini uydurmak zorunda oldukları evrensel bir yasa (bazılarının ‘tarihin mantığı’ dediği şey) değil, bizzat kendileri olduğunun bilincine vardırarak bütün sorumluluğun kendilerinde olduğunu ve hayatlarının anlamlarını kendilerinin (birlikte) oluşturması gerektiğini öğretmek olan modernlik vizyonunun temelinde bilginin demokratikleştirilmesi gibi bir ufuk yer alıyordu. Ancak sosyalizmin, T.Paine, J.S.Mill veya J.Locke’un yapıtlarındaki biçimiyle ilk dönem liberalizminin ve anarşizmin ortak çekirdeğini oluşturduğunu düşündüğüm bu modernlik anlayışı, kronolojik olarak kendisiyle hemen hemen aynı zamanlarda doğan ve kapitalist üretim tarzının dünya-tarihsel gelişimi ve hegemonyasına zemin hazırlayan ve kısmen de yeni yeni palazlanan bu sistemin ürünü olan bir başka mentaliteye yenik düştü; insanlar özgürlükten ürkmüştü ya da daha determinist bir terminolojiyle bu özgürlük anlayışının maddi ve kültürel temelleri yoktu da denebilir. Ahmet İnsel’i izleyerek,24 bu mentaliteye iktisat ideolojisi adını vereceğim: Ekonominin insanların müdahalesiyle değiştirilemeyeceği varsayılan kendine ait bir mantığı ve ‘doğal ihtiyaçlar’ını karşılamak için, her insan ya da toplumun boyun eğmek zorunda olduğu temel bir belirleme gücü olduğunu telkin eden bir ideolojiydi bu. İnsanı siyasal değil, ekonomik bir varlık olarak tanımlıyordu. Marx bile kimi zaman, aslında giriştiği şey bu homo economicus mitinin amansızca eleştirilmesi gibi Prometheusvari bir çaba olmasına karşın, kendini bu mentalitenin etkilerine kaptırmaktan alamıyordu. (Bu yüzden geleneksel Marksizm çoğu zaman kapitalistlerden daha çok ekonomizm yapmak gibi garabetler yaşadı.) Tarihsel düzlemde kapitalizm bu mentalitenin somutlaşmış hali oldu.
Ancak yeni hakim sınıf olan burjuvazinin hegemonyası tesis edildikten ve temel dinamizmini piyasanın getirdiği bir toplumsal yaşam biçimi meşruluk kazandıktan sonradır ki, nesnel bir bilim olarak iktisat ve onu takiben de diğer insan bilimleri kurulabildi. İlk sosyoloji ekolünün (Comte) pozitivist bir epistemolojiye yaslanması, insanlara şeyler gibi yaklaşan pozitivizmin kapitalizmin resmî felsefesi gibi bir şey olması ve toplum bilimlerinde (en azından 1950’lere dek), yorumbilgisi geleneği gibi toplumu özbilinçli olarak anlama çabası yürüten diğer yaklaşım biçimleri üzerinde hegemonya kurması şaşırtıcı değil. Modernlik projesinin vazgeçilmez bir bileşeni olan yorumbilgisi olarak sosyoloji25 anlayışı, kendini ancak sürekli bir ilerleme (burada ‘ilerleme’ tarihten mutlak bir kopuş anlamında kavranıyordu) süreci içinde anlamlandırabilen kapitalist toplumların ideolojik ifadesi olan ‘modernleşme’ ile atbaşı giden pozitivist bir sosyolojininbastırılmış alternatifi olarak kaldı; tıpkı halen bir proje olarak kalan modernliğin köklü farklılığının unutularak devasa bir kurumlar ağı oluşturarak somutluk kazanmış ‘modernleşme’nin hercümerci içinde kaybolmaya yüz tutması ve hep yenilmesi gibi.
Tarih konusuna dönersek, ‘modernleşme’ her zaman ve her yerde Geçmiş’le yüzleşmeme korusundaki isterik bir ısrar, postmodern mimar Portoghesi’nin sözleriyle,26 “önceki kültüre karşı duyulan bir Ödip kompleksi” taşımıştır. Modernleşmenin savuncuları hep bunun sağladığı teknik ve maddi ‘ilerleme’yle övünmüş ve bu ilerlemeyi mümkün kıldığını düşündükleri pozitivizmin üstün başarısına ve ‘evrensel’ değerine iman ederek, insanlık kültürüne verdiği muazzam hasardan ve insanın varoluşuna anlam verdiği etik düşüncesini, yani değerleri yıpratmasından dem vuranlara kulaklarını tıkamışlar ya da sadece “bu da refahın bedeli” deyip geçmişlerdir; sanki refah veya ilerleme insanlığın yaratıp yaratacağı en yüce değerlermiş gibi, sanki insanlara bu bedeli ödeyip ödemek istemedikleri sorulmuş gibi.
Bence ‘modernleşme’ denen şey, bir dizi Öteki’nin güç kullanılarak dışlanması ve bastırılmasını hedefleyen stratejilerden oluşmuş karmaşık bir ağdan başka bir şey değildir. Önce bir dizi ikili karşıtlık yaratılır (Derrida’ya göre bu her zaman batı metafiziğinin işleyiş ilkesi olmuştur), sonra da ikinci terimler birinciye tabi kılınır: Akıl-Delilik,27 Batı-Doğu,28 Erkek-Kadın,29 Uygar-İlkel,30 Birey-Toplum,31 Modern-Tarihsel,32 İnsan-Doğa,33 vb.
Oysa benim Habermas’ı izleyerek modernlik projesi adını verdiğim şey, hem kendi tarihini hem de diğer tarihleri (ve tabi başka kültürlerdeki farklı, çizgisel olmayan zaman anlayışlarını) anlamaya çalışırken eleştirel-yorumbilgisel bir yaklaşım benimsenmesini gerektirir. Modernlik hiçbir şekilde diğer söylemleri dışlama (ya da açık açık bastırma ve manipüle etme) ilkesiyle işleyen monolitik bir söylem olamaz. Benim anladığım biçimiyle, modernlik projesi yukarıda sözü edilen Ötekilerle baskıcı olmayan, rasyonel ve duygusal, eleştirel ve kabullenici, özetle sahici bir etkileşime girmelidir. Başka bir deyişle, biçim düzeyinde ‘diyalojik’, içerik düzeyinde ‘demokratik’ olmalıdır.
VI. ‘ANYTHING GOES’ YA DA POSTMODERNİZM ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Ama modernliğin, çeşitli söylemlerin demokratik bir biçimde birarada yaşamasına ilişkin tasarımı, postmodernistlerin ‘heterojenliğe’ methiye düzmelerinden köklü bir biçimde farklıdır. Çünkü modernlik bu söylemler arasında bir geçişlilik ve kıyaslanabilirlik olduğunu varsayar ve belli bir ‘tutarlılık’ arayışını zorunlu kılarken, postmodernistler mutlak bir geçişsizlik ve kıyaslanamazlık olduğundan söz edip, her türlü tutarlılık ve öncelik belirleme kaygısını ‘totaliter’ diye damgalamayı pek severler. İçi boş bir biçimde heterojenlik övgüleri yaparken, söylemler arasında diyalojik bir karşı-laşma olması imkanını tümden ortadan kaldırırlar. ‘Tutarlı bir biçimde’ yorumbilgisi karşıtı olan postmodernistler için her türlü onaylama ve reddetme edimi en baştan beri yasaktır. Çünkü bu edimleri mümkün kılacak, ölçüt oluşturulacak hiçbir ‘meta’ düzey bulunamaz. Bütün metaanlatıların reddiyle birlikte, büyük harfli Tarih de silinir ya da hiçbiri diğerinden “daha iyi” ya da “daha kötü” olmayan bir olası üsluplar çoğulluğu haline getirilir. Eagleton bunu çok güzel koyuyor: “(PM için) Değer, çağdaş deneyimler içinde yapılacak şu ya da bu ayırımda değil, tam da tarihin siren çığlıklarına kulak tıkayıp çağdaş olanla olduğu gibi, bütün o boş dolaysızlığı içinde yüzleşme kapasitesinde yatar… Değer sadece varolandadır.”34 İnsanın ‘şu eski liberal hikaye değil mi bu’ diyesi geliyor hemen: Benim için iyi olan bu, senin için de şu. Öyle olsun, biz gene ayrı hayatlarımıza devam edelim. Liberalizmin, bireyler, gruplar ya da inanç sistemleri arasında gerçek bir etkileşim olması imkanını ortadan kaldıran mutlak görecelikçiliğinin sonucunda özgürlüğü yalnızca bireysel düzeyde savunup herhangi bir şekilde toplumlar düzeyinde bir özgürlük tasarlayamayışı, postmodern düşünürler tarafından daha sofistike gerekçelerle de olsa devralınır. Sözgelimi Lyotard çok basit bir ikili karşıtlık koyar: Bir yanda totalleştirici büyük-anlatılar, öte yanda da mikropolitika ya da paroloji vardır.35 Modernleşme ve modernliğin görünüşte aynı olan metaanlatılarının her iki söylemde de aynı şekilde işleyip işlemediğini sorgulamadığı gibi, belli bir mikropolitik eylemin (ister feminist, ister dinsel köktenci, ister yeşilci, ister milliyetçi olsun) bir diğerinden niye daha değerli ya da özgürleştirici olduğunu tanımlayamaz. Çünkü postmodern düşünceyi karakterize eden şey, bir Ütopya’dan yoksun olması, hatta artık gündelik deneyimimiz haline gelen kabustan ütopyaları sorumlu tutmasıdır.
Ben şahsen Lyotard ve Necmi Zeka’nın kültürel çeşitlilik diye adlandırmaya teşne oldukları şeyin ardında, her şeyin yan yana, tutarlılık kaygısı olmadan, gerçekte birbirlerini de pek etkilemeden yan yana yaşayıp gittikleri bir kaos olduğunu düşünüyorum. Bu çeşitlilik gerçek bir zenginliğe dönüşmediği gibi -çünkü arada iletişim sağlayacak ağlar, ortak değerler yoktur- sözde farklılıkların altında herkes birbirine daha çok benzemeye başlıyor gibi geliyor bana. Postmodernizmin özünde Amerikanlaşmak ile ilgili bir şey olduğunu söyleyenlerin haklı olduğu yanlar var. [Orta sınıfımız televizyonda Amerikan dizilerini heyecanla izlerken, üst sınıfımız da Addams Ailesi ya da Kuzuların Sessizliği gibi Amerikan saçmalıklarını hayranlıkla, (tabii daha çok tekniğe duyulduğu söyleniyor bu hayranlığın) seyretmek için sinemaları dolduruyor.]
Kendisini sadece mikro düzeyde tanımlayan bir siyaset prematuredir; uzakta ya da yakında, daha insani makro sosyopolitik yapılar kurma olasılığı olduğu fikrini terkeden bir siyaset sonuçta şen ya da karamsar bir tür konformizm olup çıkar. Aynı şekilde, gözü makro düzeyden aşağısını görmeyen, gündelik hayatlarımızdaki iktidar ilişkilerini ortadan kaldırmaya ya da en azından azaltmaya ilişkin, yaşam dünyamızı etik, yasal, siyasal, sanatsal ve bilimsel bilgi akışıyla desantralize bir biçimde, gerçekten zenginleştirmeye ilişkin hiçbir programı olmayan (Leninizm gibi) bir siyaset de sosyalist bir siyaset olarak tanımlanamaz. Modernliğin ve tabii sosyalizmin amacının geçmişte de bugün de, insanların hem kişisel hem de toplumsal düzeyde özgürleşerek tarihte eşi benzeri olmayan bir yaratıcılığa sahip olacak ve “demokrasi” sözcüğüne sahici bir içerik kazandıracak bir insanlık yaratmak olduğu unutulmamalıdır. Bu da Derim’den sonra düşünülecek, Kaf Dağı’ndaki simurg değildir. (Ki oraya ulaşan kuşlar da simurgun kendilerinden başka bir şey olmadığını görmüşlerdi.) Ne yapılacaksa bugün, şimdi yapılacaktır. Bu projeye modernlik demekte ısrar etmemin nedeni de içinde barındırdığı o “bugünbilinci”, o aciliyet duygusudur. Modernlik, Ursula K.Le Guin’in müthiş romanı Mülksüzler’de sarfettiği şu cümlenin hakkını vermektir: “Devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak.”
VII. POSTMODERNİZM VE HABERMAS ÜZERİNE SON BİRKAÇ SÖZ
Çağdaş toplumlarda son otuz yılda meydana gelen bir sürü değişim ‘postmodernizm’ sözüyle toparlanmaya çalışılıyor. Bu terimle, artık ortaya tamamıyla farklı bir kültürel pratik çıktığı ve çağdaş toplumsal gerçekliğin ve siyasal pratiğin bambaşka bir biçimde tanımlandığı ifade edilmek isteniyor. Andy Warhol ve yeni-dışavurumculuk, Baudrillard ve Foucault, feminizm ve ekoloji, milliyetçiliğin dirilişi ve dinsel köktenciliğin ivme kazanması, John Barth ve İtalo Calvino, Latife Tekin ve ANAP, Körfez savaşı ve Doğu Bloku’nun çöküşü gibi birbirinden çok farklı isim ve olguların hepsi “postmodernist paradigmanın” içinde görülüyor ve anlaşılıyor. Ben bunun terimin anlamını çok genişlettiğini ve geride neredeyse hiçbir pozitif içerik kalmaması gibi bir tehlike içerdiğini düşünüyorum. Postmodernizm denen şey içinde ayrımlar yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Burada yalnızca birkaç başlangıç önermesi sıralamakla yetineceğim:
1. Sosyopolitik düzeyde postmodernliğin ortaya çıkışı, modernleşme döneminin sona erdiğini ve iflas ettiğini gösteriyor. Bunu genel anlamda önemli ve olumlu buluyorum.
2. Postmodernist düşünürlerin çoğu bunu modernlik projesinin sonu geldiği şeklinde yanlış yorumlayarak her şeye veda mektupları yazıp bir kıyamet duygusu yaratıyorlar. Sonuçta yaptıkları çağdaş dünyanın hâlâ baskıcı bir sürü nitelik taşıyan gerçekliğini eleştirellikten uzak bir biçimde övmekten başka bir şey olmuyor.
3. Sanat alanındaki postmodernizm çoğu kez tarihsel avant-garde’ın yozlaşması anlamını taşıyor. Avant-garde ve modernist sanatçıların izleyiciyi sarsmak ya da sahiciliğini korumak amacıyla gerçekliğe özellikle enjekte ettikleri anlamsızlık, her zaman zaten orada olan bir anlamsızlıkla karıştırılıyor. Gerçekliği belli bir biçimde temsil etmenin sonunun gelmiş olması, her türlü gerçekliğin sona erdiği demek değildir. Öte yandan modernistlerin siyasetten uzak durma konusundaki saplantılarının ve bayağı kültür olarak gördükleri şeylere karşı önyargılı tutumun sorgulanması özellikle edebiyat alanında faydalı oldu. Oyunculluğu çok fazla abartıp kuruyanların yanında, ciddi kaygıları olan çok başarılı romanlar da yazıldı (Barth, Perec, Calvino, Eco, Cortazar, Infante, Fowles).
Son olarak Habermas: Genel çerçeveyi ondan yürütmeme rağmen, bir sürü sorunu olduğunu da görmezlikten gelemiyorum. Birkaçını hızla sıralarsam, bir kere bazen fazlaca liberalleşerek, modernleşme ile modernlik arasında yaptığı ayrımları koruyamıyor. Oluşturduğu modernlik geleneğine bence biraz aceleci davranarak modernist sanatçıları rahatça katarken bir Sade, bir Nietzsche ve bir Foucault’nun putkırıcı olsalar da, hatta putkırıcı oldukları için bu geleneğin asil üyelerinden olduğunu fark edemiyor. Onun çizdiği dar rasyonalizm kalıplarına uymadıkları için herhalde. Fazla rasyonalist ve serinkanlı takılıyor. Oysa modernliği sadece rasyonelliği ile sunmak, bir kadına sadece aklı yüzünden aşık olmak gibi bir şey. Bu da pek mümkün değil. Aşk için güzellik, canlılık, umutsuzluk ve tutku da gerekir denir çünkü.
Dipnotlar
(*) Arabaşlıklar, Guns ’n’ Roses grubunun üç albümündeki çeşitli şarkılardan alınmıştır.
1 Jürgen Habermas, “Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje”, Postmodernizm (der. N. Zeka), 1990. Boris Frankel, Sanayi Sonrası Ütopyalar, s. 204, 1991. Çağlar Keyder, Ulusal Devletin Krizi, Defter 16, Nisan-Temmuz 1991. Frankel de Keyder de terime Habermasçı bir çerçeveden bakıyorlar, fakat Frankel, Habermas’ın modernlik anlayışına bir dizi önemli soru getirirken (s. 202), Keyder bazen modernlikle liberal modernleşme söylemini birbirine karıştırır gibi görünüyor ve postmodernlerin modernleşme eleştirisine karşı tutarlı bir tavır geliştiremiyor.
2 Perry Anderson, ’Modernity and Revolution’, New Left Review, 144, Mart-Nisan 1984.
3 Zygmunt Bauman, “From Here to Modernity. Redefining the Project of the Left”, New Statesman, 25 Eylül 1987.
4 Aktaran Fredric Jameson, “The Politics of Theory: Ideological Positions in the Postmodernism Debate”, Modern Criticism and Theory (ed. D. Lodge), 1990 içinde.
5 Bu ‘diyalektik’ yaklaşımın ayrıntıları için bkz. Fredric Jameson, ‘Post-modernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı’, Postmodernizm (der. N. Zeka), 1990 içinde.
6 J. Habermas, a.g.e.
7 Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt”, Seçilmiş Yazılar, 1984 içinde. Schiller, Fourier ve özellikle de Sade’ modernlik projesi içinde dahil etmem yadırganabilir. Ama modernliğin kökenlerini yalnızca Aydınlanma düşünürleri’nde (veya Habermas’ın yaptığı gibi Hegel’de -bkz. “Hegel’s Concept of Modernity”, The Philosophical Discourse of Modernity s. 23-44) bulmak, işin sadece felsefe yönünü öne çıkarırken asıl heyacan verici olan estetik ve siyasal boyutları ihmal etmek gibi geliyor bana . Ben Habermas gibi temelde ‘akıl’ boyutuyla tanımlanan rasyonel bir modernlik düşüncesine sahip olmadığım için Batı aklını amansızca eleştiren Nietzsche, Heidegger ve Foucault gibi düşünürlerle bir Sade’ı, özellikle de Tanrısız insana özgü, pozitif bir etik oluşturma gibi bir hedefe sahip oldukları için modernlik projesinin temel taşlarından birkaçı olarak görüyorum. Sade’ın Yatakodasında Felsefe’sini okuyanların da farkedeceği gibi, onun asıl derdi cinsel fantazmalar oluşturmak değil, paraya, güce, tanrıya dayalı ahlakları yıkarak insani bir etik yaratılmasına katkıda bulunmaktı. Paz’ın dediği gibi, o “gerçek anlamda ateist bir toplumda insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl olacağını göstermek istiyordu.” (Paz’ın Sade hakındaki çok önemli saptamaları için bkz. Düşler Boyunca Yaratmak, s. 34-37.) Modernlik te özünde “insanlar arasındaki ilişkileri” güç ilişkileri olmaktan çıkararak sevgiye, yaratıcılığa ve özgürlüğe dayanan, güçlü estetik kaygıları olan bir ahlak oluşturmayı hedefleyen etik ve bu yüzden de siyasi bir proje değil midir? Bu konu üzerinde son dönemde en önemli ve ufuk açıcı yazıları yazan Foucault’nun görüşlerinin, Kant ve Aydınlanma konusundaki yaklaşımını da özetleyerek derlitoplu bir biçimde sunuluşu için bkz. Romand Coles, “Foucault’s Dialogical Artistic Ethos”, Theory, Culture and Society, v.8,1991.
8 Milan Kundera, Roman Sanatı, 1989. Türkçe’de Bakhtin’in görüşlerini özetleyen bir yazı için bkz. Tahsin Yücel, “Mikhail Bakhtin”, Çağdaş Eleştiri, 9 Kasım 1982. Daha ayrıntılı ve eleştirel bir değerlendirme için bkz. Ken Hirsckop, “Bakhtin, Discourse and Democracy”, New Left Review, 1989. Bakhtin’in romanın diyalojik yapısına ilişkin söyledikleri içeriği boşaltılmaya yüz tutan demokrasi kavramının yeniden tanımlanması açısından birinci derecede önem taşıyor.
9 Modernlik geleneğinin içinde bu denli heterojen ögeleri barındırması bana göre eklektizmin değil gerçek bir zenginliğin ifadesi. Bu zenginliğin postmodernizmin kof, sözde çoğulculuğundan ne anlamda farklı olduğunu görebilmek ve genelde tarihten süreksiz ama etkili bir gelenek çıkarmanın sosyalizm için neden bu kadar can alıcı önem taşıdığını anlayabilmek için tekrar tekrar bkz. Walter Benjamin, ‘Tarih Felsefesi Üzerine Tezler’, Akıntıyakarşı 2, 1986.
10 Daniel Bell’in düşüncelerini “Modernism and Capitalism”, Partisan Review 3, 1979’dan özetliyorum.
11 Habermas, ’Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje’…
12 Kavafis’in sanat-hayat ilişkisini nasıl gördüğüne ilişkin çok hoş bir bakış için bkz. İskender Savaşır, “Kavafis’in Veda Ettiği İskenderiye”, Defter1, Ekim-Kasım 1987.
13 Terry Eagleton, “Capitalism, Modernism and Postmodernism”, Against The Grain, Verso 1986 içinde.
14 Scott Lash, “Postmodernity and Desire”, Theory and Society, Ocak 1985.
15 Lash, a.g.e. Lash, bu terimi Gilles Deleuze’ün Francis Bacon hakkındaki kitabından ödünç almış.
16 Eagleton, a.g.e.
17 Jameson bunu daha farklı ifade ediyor: Postmodernizmin tekabül ettiği depolitize bürakratik toplumlarda görünüşteki kültürel konuların tamamı siyasi ahlakın simgesel biçimleri olup çıkarken, eski politik konum siyasal olmaktan çok kültürel bir hal almaktadır. ‘The Politics of Theory’…
18 Aslında çeşitli Marksist düşünürler de (S. Hall, R. Williams, T. Bennett), Gramsci ve Bakhtin’den ivme alarak, modernist seçkinciliğe karşı çıkıyor, ’kitle kültürü’nün dışında hegemonyaya belli noktalarda direnebilen bir ’popüler kültür’ olduğundan söz ediyorlar (Meral Özbek’in Orhan Gencebay Arabeski ve Popüler Kültür adlı çalışması bu kurumsal çerçevenin Türkiye’ye başarıyla uyarlandığı önemli bir kitap). Ancak bu okulun muhatap aldığı ’popüler kültür’ ürünlerine karşı eleştirel bir uzaklığı koruyabilmesine karşın, postmodernizm böyle net tanımlanmış, belli bir muhalefet içeren bir ’popüler kültür’ kavramına sahip olmadığı gibi, hegemonyanın bir parçasını oluşturan ’kitle kültürü’nün ürünlerini ciddi bir eleştirellik kaygısı taşımadan sahipleniyor. (Eskiden horgörülen kitsch’in bugün neredeyse baştacı edilmesi de bunun belirtisi.) Yüksek kültür-aşağı kültür ayrımı nihai olarak ortadan kaldırılması gereken, ama bugün nesnel temelleri olan bir ayrım. Aşağı kültürü de ‘sevmek’ onu aşağı kalmaktan kurtaramıyor, bunun yolu ancak alternatif bir kültürel- siyasal hegemonya kurmakta geçiyor. Bu yüzden de neyin gerçekten bir muhalefet boyutu taşıdığını neyin statükoyu korumaya hizmet ettiğini tespit etmek canalıcı önemde bir konu.
19 Necmi Zeka, postmodern estetiğin Habermas’ın sanatla hayatı birleştirme projesiyle uyumlu olduğunu iddia ederken, postmodernist kültürde hayatın estetize edilmesinin sadece metalar düzeyinde, sadece tüketim kapitalizminin içsel bir parçası olarak gerçekleştiğini gözden kaçırıyor. Bkz. ‘Yolları Çatallanan Bahçe, Aynalı Gökdelenler, Dil Oyunları ve Robespierre’, Postmodernizm… içinde.
20 Boris Frankel, a.g.e., 204.
21 P. Anderson, a.g.e.
22 Michel Maffesoli, “The Ethic of Esthetics’” Theory, Culture and Society, v. 8, 1991.
23 P. Anderson, a.g.e.
24 Ahmet İnsel, “Topluma karşı İktisadi İnsan”, Birikim 10-12, Şubat-Nisan 1990. Modernlik projesini çizerken, Türkiye’de yorumbilgisel sosyolojinin nadir görülen parlaklıkta bir örneği olan bu metinden çok yararlandım.
25 Yorumbilgisi olarak sosyoloji ve modernlikle ilişkisi konusunda çok yararlı bir açıklama şu metinde bulunabilir: AgnesHeller, “From Hermeneutics in Social Science toward a Hermeneutics of Social Science”, Theory and Society, Mayıs 1989.
26 Alıntılıyan Necmi Zeka, “Toplumsal Beğeninin Fragmanlaşması”, Yeni Gündem, 31, 1-18 Ekim 1985. Geçerken, bütün modernist sanatlar içinde, modernleşme süreciyle en yakın ilişkilere girenin modern mimari olduğunu da belirtelim. Bu yüzden de bu alandaki postmodern karşı çıkışın olumlu içerimleri olduğunu düşünüyorum. İlginçtir, modernist mimarinin doğasını modern hayatın ‘gerçekdışılığıyla’ ilişkilendirerek son derece özgün bir biçimde kavrayıp eleştiren ilk kişilerden biri de Avusturyalı romancı Hermann Broch olmuştur. The Sleepwalkers (Uyurgezerler) adlı başyapıtının deneme niteliği taşıyan ’Değerlerin Çözülüşü’ başlıklı bölümlerinde modernleşmenin getirdiği etik ve estetik yıkımı enine boyuna tartışır.
27 Bu konudaki en temel çalışmanın, Sade, Artaud ve Nietzsche’yi çok iyi bilen Foucault’un Deliliğin Tarihi olması şaşırtıcı değil. Modernleşme ideolojisinin temel bileşenlerinden biri olan akıl/beden ayrımına verilen sert ve umutsuz bir yanıt olarak görülüyor artık delillik pek çok insan tarafından.
28 Batı’nın Doğu üzerindeki egemenliği, Doğu toplumlarını sürekli olarak gözemleyen, değerlendiren ve sınıflandıran, Edward Said’in insanlardan çok metinlerle ilgilendiğini belirttiği oryantalizm sayesinde kurulmuştur biraz da. İçinde yaşanılan postmodernist dönemin kısmen de postoryantalist bir dönem olduğunu söyleyenler var.
29 Bu temel ilkeyi sorgulayan feminist hareketin de bu yüzden postmodern paradigma içinde değerlendirildiği oluyor.
30 Levi-Strauss (Yaban Düşüncesi) ve Pierre Clastres (Devlete Karşı Toplum) bu karşıtlığın çürüklüğünü çok iyi gösterir.
31 Raymond Williams’ın sık sık ifade ettiği gibi, bu terimler bir karşıtlık olarak düşünülmeye 19. yüzyılda başlandı. Tek başına bu ayrım bile bir sürü şeyi – örneğin özgürlüğü, kişi olmayı- sağlıklı bir biçimde düşünmemizi engelliyor.
32 Modern olan “sonradan aşılabilecek belli bir kültürel pratik ya da tarihsel dönem olarak değil, bu tür tarihsel dönemselleştirmelerin tamamını parçalayan, sürekli el altında olan ontolojik bir imkan, bu tür çizgisel kategorizasyonları bozan zamandışı bir güç olduğu için tarihsel anlatılar içine yerleştirilemeyen zamanötesi bir jest (olarak kavranır)… Bu Nietzsche’nin tarihin ‘aktif bir biçimde unutulması’ dediği şeyden başka bir şey değildir.” Eagleton ibid. Bu modernleşmenin altında yatan modern fikrinin tamamen doğru olarak teşhis edilmesidir. Ancak modernlik projesi denen şey böyle bir modern anlayışına sahip olamaz, çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi Tarih modernlikle birlikte doğmuştur.
33 Modernleşmenin doğaya karşı insan anlayışının tersine, son dönemdeki ekolojik hareketlerin doğanın içindeki insan gibi bir kavrayışı güçlendirdikleri söylenebilir. Bu hareketler de teknolojik hedeflerine ulaşmak için doğanın sürekli olarak sömürülmesini gerektiren modernleşmenin iflas ettiğini gösterir. Herbert Marcuse’nin ülkemizde geçen yıl yayınlanan Karşıdevrim ve Başkaldırı adlı kitabının ’Doğa ve Devrim’ bölümü uzun bir zaman önce yazılmış olmasına karşın hala eskimemiş, hatta giderek doğrulanan teorik tespitler içeriyor.
34 Eagleton, a.g.e.
35 Jean-Francois Lyotard, Postmodern Durum, 1990. Lyotard totaliter diye nitelendirdiği metaanlatılara şöyle karşı çıkıyor: “Tarih, anlatı tutamlarından, anlatılan, dinlenen, eylenen hikayelerden oluşur: insanlar bir özne olarak değil, bazen büyük hikayeler yaratmak için bir araya gelen bazen de farklı doğrultulara saçılan milyonlarca önemsiz ve ciddi küçük hikayeden oluşan bir kitle olarak varolurlar. Ancak bunlar genellikle en azından yaklaşık olarak sivil toplum kültürü denen şeyi oluşturmak için bir araya gelen hikayelerdir. Instructions paiennes’den aktaran David Carroll, ‘The Alterity of Discourse:Form, History and The Question of The Political in M.M. Bakhtin’, Diacritics, Yaz 1983. Bütün bunlar gayet güzel de, bu hikayeler çeşitli vesilelerle zaten bir şekilde bir araya geliyorlarsa, başka şekillerde bir araya gelmelerini önermek, kollektiflikler oluşturup kollektif hedefler belirlemek neden totaliter, ya da sivil toplumun özüne aykırı oluyor, onu anlamıyorum.