Yaş elli beş, boy boyunca, imiş biraz kanbur,
Demek ayıb değil amma edepte hayli kusûr
Bir inhinâ ki sevimli şu devr-i pirîde,
Fenâ-yı mutlak içinde bir ölmeyen zinde.
Başında bir keçeden takke amma, sivri ucu,
Pek öyle dikkat edilmez, şi’ârı göz yorucu.
İner o takkenin altından omza dek saçlar,
Kıvırcık uçları, pek çok değilse de ak var.
Kulakların küpesinden yukarısını perçem
Kapatmış, ondaki ma’na, bir uzlet-i mübhem.
Alın açık gibi amma görünmüyor o kadar,
Ve takye haylice inmiş ki nâsiye pek dar.
Hutût-ı cephe mukavvesce ince, sık ve derin
Kaşında bir iki ak var, çatık değil de yakın.
Sakal da nîm-kıvırcık, uzunca, kır düşmüş,
Dururdu sol kulağında bir ince halka, gümüş.
Bıyıklar ağzını örtmüş, bu bir süküt-ı belîğ,
Firaak-ı Şems’i eder sabr-u aşk ile teblîğ.
Ten esmerimsi, yanaklarda sâye-i sufret,
Bu gölge zıll-i ledünden hâyal-i mahviyyet.
Kaş uçları kapamış, göz kapakları mestûr,
Bu gölgelikde ki kirpiklerin zılâli, fütûr.
Nazarlarında tahâkküm var amma nâ-mahsûs,
Akardı her nigehinden nice cihân-ı şümûs.
Bakışlarında meâni akar, coşar, köpürür,
Bir ân-ı lemhada kalbi ebedlere götürür.
Yeşil, pamukları çımış solukça hırkası var,
O vardı sâdece sırtında bir de bir şalvar.
Zemîni yerden epeyce yukarda bir taş oda,
İçinde musluk, ocak var, tavan, taban tahta.
Bir enli pencere şark-ı şimâliye nazır,
Bina da Devre-i Selçuk’a ait, anlaşılır.
Basit içindeki eşya, pek azdı mefrûşât,
Bu hücreden çok uzaktı gam-ı hayât-ü memât.
Girince pencerenin karşısındaki köşeyi
Tutan bu pîr idi, peşinde vardı neyle meyi.
Önünde râhleye benzer ve oyma bir kürsî
Derûn-ı hücre bütün bir mehâbet-i kudsî.
Bu akdesiyyeti i’ lâ ederdi Mevlânâ,
Yazan serâiri işte bu nûr-ı arz-ü semâ,
Fakat bilir misiniz, bû huzûr-ı izzette,
Bu kûşede ve bu ayn-el-yakin hakiykatte.
Dikilmiş arşa kadar bir sütûn-i ıtmi’nân,
Bu nûr, nûr-ı Ali’dir, emânet-i Kur’an,
Ulûm-ı zâhire burda güneşte bir yarasa,
Fezâ-yı lâyetenâhiyyet acizden de kısa,
Uyûn-i felsefe a’ma, vukuf-ı fen kötürüm,
Bu yerden ben şunu bildim demek cahîm, uçurum
Serîr-i saltanatı fakr, ihtişamı dehâ,
Şehi bir aşk-ı müebbed ki hep firaak-u bükâ.
Semâsı hîç-i mutlak, şihâb-ı sâkıbı gâm,
Terâneler ile mülhem, yağar hayâl-i elem.
Mesîl-i hâme-i ma’nâ nedir? Kelâm-ı sübût,
Lafızda yer tutabilsin serâir-i lâhût.
Bu dinde düzah-u cenneti, azâblar yanıyor,
Bırak hayâtı, ölüm, ra’ şelerle kıvranıyor.
Mezârı hufre-i vuslet, taşı hayâl-i emel,
Harâbe-i şubehâtın içinde yok meş’al.
Bu yerde yok olabilmek kadar bir emr-i asîr
Tahayyül eyliyemem ben ki eyleyim tasvir.
Dehâ-yı hârikanın bu, harîm-i hikmetidir,
Kader bu hikmete bigânedir, maiyyetidir.
Fakat bu hikmete sermâyedir vücud-ı adem,
Heman bu yokluğa karşı bütün sücûd-ı kıdem.
Bir izdihâm-ı müebbed değil, bu, sırr-ı vücûd,
Bu sırda oldu nümâyân hakaayık-i mevcûd.
Demek ki kendini bilmekte vâr imiş hikmet,
Muhabbet ehli olan, kendini bilir elbet.
Bilirse al neyi vakt-i terânedir Neyzen,
Hayât bir dem-i sıhhat, kaçırma fırsatı sen!
Tıp Fakültesi Hastanesi 16/2/1337
Neyzen TEVFİK