Gece, on üç yaşında bulunan dadı Varka çocuğun beşiğini sallıyor ve ancak işitilir bir sesle mırıldanıyor:
Uyusun yavrum ninni!
Büyüsün yavrum ninni…
Mukaddes suret’in önünde yeşil bir kandil yanıyor. Odanın bir köşesinden öbür köşesine bir ip geçirilmiş. Üzerine, birçok çocuk bezleriyle büyük siyah pantolonlar asılmış. Kandilden döşemeye büyük, yeşil bir leke vurmuş… Bezlerle pantolonların uzun gölgeleri ocağa, beşiğe ve Varka’ya kadar geliyor… Kandil her göz kırptıkça, leke ile gölgeler canlanıyor ve rüzgârdan sallanıyormuş gibi hareket ediyor… Nefes alınacak gibi değil. Lahana çorbası, deri ve kösele kokusu birbirine karışmış.Bebek ağlıyor. Ağlamaktan sesi kısılmış, bitap bir hale gelmiş. Fakat gene hiç durmadan ağlıyor. Ne zaman susacağı da belli değil. Halbuki Varka’nın uykusu geliyor. Gözleri kapanıyor, başı sarkıyor, boynu ağrıyor. Ne göz kapaklarını, ne dudaklarını kımıldatacak bir haldedir. Zannediyor ki yüzü kurumuş, odunlaşmış, başı küçülmüş, bir toplu iğnenin başı kadar kalmış.
Uyusun da büyüsün ninni,
Tıpış tıpış yürüsün ninni!
Ocağın üstünde bir cırcırböceği ötüyor. Bitişik odanın kapısı arkasından efendisiyle çırağı Afanasya’nın horultuları işitiliyor. Beşik acı acı gıcırdıyor. Varka da horluyor ve bunların hepsi, yatağa uzanıldığı zaman, dinledikçe insana zevk veren gecenin o ninnili musikisine karışıyor. Fakat o musiki bile Varka’yı kızdırıyor, onu kahrediyor; çünkü uykusunu getiriyor, halbuki o şimdi uyuyacak olursa efendileri dövecekler…
Kandil gözlerini kırpıyor. Yeşil leke ile gölgeler harekete geçiyor ve Varka’nın yarı açık, hareketsiz gözlerine giriyor… O zaman, yarı uykulu zihninden birtakım karışık rüyalar geçiyor. Görüyor ki: gökte birbirini kovalayan birtakım bulutlar var. Bunlar, tıpkı bir çocuk gibi bağırıyor. Fakat bir rüzgâr çıkıyor, bulutlar kayboluyor. Sonra, sulu bir çamurla örtülü geniş bir şose görüyor. Bu yoldan arabalar geçiyor, omuzları heybeli birçok insan, acayip gölgelerini bu taraftan o tarafa, o taraftan bu tarafa sürükleyip duruyorlar. Soğukla beraber koyu bir sis var. Fakat yolun her iki tarafında ormanlar görünüyor. Heybeli, gölgeli insanlar, hep birden şosenin çamurlarına kapanıyorlar. Varka onlara: “Niçin böyle çamurlara kapanıyorsunuz?” diye soruyor, onlar da: “Uyuyacağız, uyuyacağız!” diye cevap veriyorlar ve derin, tatlı bir uykuya dalıyorlar. Sonra telgraf tellerine üzerine birtakım kargalarla saksağanlar konuyor. Onlar da tıpkı çocuklar gibi bağırarak bu uyuyanları uyandırmak istiyorlar. Varka mırıldanıyor:
Uyusun yavrum ninni,
Büyüsün yavrum ninni…
Gene dalıyor; bu sefer de kendini karanlık, havasız bir “izbe”de görüyor. Rahmetli babası Yefim Stepanof yerlerde yuvarlanıyor. Gerçi Varka onu görmüyor, fakat sancıdan, ağrıdan yerlerde nasıl yuvarlanıp inlediğini duyuyor. Babasının dediği gibi, “fıtığı tutmuş”. Sancı o dereceyi bulmuş ki adamcağız ağzını bile açamıyor, konuşamıyor. Yalnız, derin derin nefes alıyor, dişleri, trampet çalar gibi birbirine vurarak:
– Bu-bu-bu-bu… diye sesler çıkarıyor. Annesi Pelageya, Yefim’in can çekiştiğini haber vermek için çiftliğe gitmiş. Gideli epey olmuş, neredeyse şimdi dönecek. Varka, ocağın üstünde uzanmış, fakat uyuyamıyor, babasının “bu-bu-bu…”larını dinliyor. İşte kapıya yaklaşan bir adamın ayak sesleri duyuluyor. Bu, genç bir doktordur… Çiftlik sahiplerine şehirden misafir gelmiş. İçeriye giriyor. Kendisi karanlıkta fark edilmiyor; yalnız bir kapı gıcırtısıyla öksürme sesleri geliyor. Doktor:
– Lamba tutun, diyor. Yefim ona:
– Bu-bu… diye cevap veriyor.
Pelageya çırayla kibrit aramak için ocağa koşuyor. Bir dakika sessiz geçiyor, sonra doktor ceplerini araştırarak kibritini çıkarıp yakıyor. Pelageya:
– Şimdi efendiciğim, şimdi, diyerek izbeden dışarı çıkıyor ve biraz sonra elinde bir ateş dönüyor.
Yefim’in yanakları kızarmış, bilhassa gözleri pırıl pırıl yanıyor. Sanki bir şey arkasındaymışlar gibi izbeyi, doktoru seçmek istediğinden bakışlar keskinleşmiş… Doktor hastaya doğru eğilerek:
– Neren ağrıyor? Ne oldu sana? Ha? Çoktan beri mi sende bu hastalık var? diye soruyor.
– Vaktim geldi, efendi hazretleri, öleceğim… Kurtulamayacağım, biliyorum…
– Kafi, saçmalama… icabına bakarız!
– Nasıl isterseniz öyle olsun, efendi hazretleri, lütfunuza teşekkür ederiz. Yalnız ne yapılsa ecelin önüne geçilemez.
Doktor, bir çeyrek saat kadar Yefim’i muayene ettikten sonra doğrularak diyor ki:
– Ben sana hiçbir şey yapamam… Hastaneye gidip ameliyat olman lazım. Hiç vakit kaybetmeden bir şeye atlayıp git… Ama muhakkak ki git ha! Vakit biraz geç. Şimdi hastanedekilerin hepsi uykuda. Ancak önemli değil; ben sana bir tezkere yazarım. Anladın mı?
Pelageya:
– Ah, efendiciğim, diyor, neyle gidecek? Bizim ne atımız, ne arabamız var…
– Zarar yok, ben çiftlik sahiplerine rica ederim, atlarını verirler.
Doktor gidiyor, mum sönüyor ve gene “bu-bu-bu” sesleri duyuluyor. Yarım saat sonra dışarıdan birtakım sesler geliyor. Çiftlik sahipleri araba yollamışlar. Yefim binip hastaneye gidecek. Nihayet hazırlandı, gitti bile…
İşte artık bulutsuz, güzel bir sabah. Pelageya evde yok. Yefim’in akıbetini öğrenmek için o da hastaneye gitmiş. Fakat bir yerden ağlayan bir çocuğun sesi duyuluyor, ve birisi Varka’nın sesiyle ona ninni söylüyor:
Uyusun yavrum ninni,
Büyüsün yavrum ninni…
Biraz sonra Pelageya dönüyor; haç çıkararak yavaşça şöyle fısıldıyor:
– Gece hemen ameliyat yaptılar, fakat sabaha karşı göklerin Allah’ına ruhunu teslim etti… Ebedi istirahata daldı… Geç kaldığımızı söylediler. Daha önce hareket etmek lazımmış…
Bunun üzerine Varka ormana gidiyor ve orada ağlıyor. Fakat ansızın ensesine kuvvetle bir tokat iniyor, tokadın şiddetinden başı kayın ağacına çarpıyor. Dehşet içinde gözlerini açıyor ve karşısında kunduracı efendisini görüyor:
– Seni, uyuz seni! Bu ne böyle? Çocuk ağlarken sen uyuyorsun ha! diyor ve başını sarsacak, canını yakacak derecede kulağını çekiyor. Varka gene beşiği sallıyor, ninni söylüyor. Fakat gene o yeşil leke ile pantolon ve bezlerin gölgeleri sallanıyor, ona göz kırpıyor. Varka’nın zihnini etkisi altına alıyor… Dalıyor. Sulu bir çamurla örtülü o şoseyi bir daha görüyor. Heybeli insanlar, gölgeleriyle beraber uzanıp derin derin uyuyorlar. Onlara baktıkça Varka’nın da uykusu geliyor.
Şimdi o da uyusa, ne olacak! Fakat annesi Pelageya onu bırakmıyor. Şehirde bir iş bulmak için acele ediyor ve yolda rastladıkları insanlara:
– Muhterem efendilerim, Hazreti İsa için bir sadaka verin, diyor.
Tam bu sırada tanıdığı bir ses:
– Çocuğu buraya getir! Çocuğu buraya getir! diyor. Aynı ses, aynı kelimeleri hiddetli hiddetli bir daha tekrar ettikten sonra:
– Uyuyor musun, alçak!.. diye köpürüyor.
Varka sıçrıyor, etrafına bakınıyor: ne şose var, ne Pelageya, ne de yolda rastladıkları insanlar… Odanın ortasında şişman, geniş omuzlu hanımı ayakta bekliyor görünce işi anlıyor: Hanım çocuğu emzirmeye gelmiş. O, çocuğunu emzirip avutuncaya kadar Varka ayakta bekliyor ve ne zaman bitirecek diye hanımın yüzüne bakıyor. Pencerede, ortalığın aydınlandığı, tavandaki lekenin yavaş yavaş rengini kaybettiği artık fark ediliyor. Sabaha az kalmış.
Hanım entarisinin yakasını ilikleyerek:
– Al çocuğu, diyor. Hep ağlıyor. Herhalde nazar değdi!
Varka çocuğu alıyor, beşiğe koyuyor, sallamaya başlıyor. Yeşil leke ile gölgeler yavaş yavaş siliniyor. Artık zihnini karıştıracak, uykusunu getirecek bir şey yok. Fakat gene eskisi gibi uykusu geliyor, hem müthiş uykusu geliyor! Varka başka çare bulamayınca başını beşiğin kenarına koyuyor ve bütün vücuduyla onu sallıyor ki uykusu dağılsın. Fakat nafile! Gene göz kapakları kapanıyor, başı ağırlaşıyor. Birden efendisinin sesi işitiliyor:
– Varka, sobayı yak!
İş zamanı gelmiş. Oh, demek bu oturma belasından kurtulacak! Beşiği bırakarak odunluğa koşuyor; hem de memnuniyetle… Çünkü koştuğu vakit, oturduğu zamanki kadar uykusu gelmiyor. Odunu getirerek sobayı yakıyor. Adeta odunlaşan yüzünün normale döndüğünü, aklının yavaş yavaş başına geldiğini hissediyor.
Bu sefer de hanımı sesleniyor:
– Varka, efendinin lastiklerini temizle!
Varka, çömeliyor ve büyük, derin lastikleri temizlerken düşünüyor: “Şimdi kafamı bunların içine sokup da biraz uyuyabilsem!” Birden lastik büyüyor, büyüyor, genişliyor, genişliyor ve bütün odanın içini kaplıyor. Varka’nın elinden fırça düşüyor. Şimdi de eşyanın büyümemesi, hareket etmesi için gözlerini ovuşturarak bakıyor.
– Varka, dış merdiveni yıka, müşterilere ayıptır!
Merdiveni de yıkıyor. Ortalığı topluyor, öteki odanın sobasını da yaktıktan sonra dükkâna koşuyor. Koşmayıp da ne yapsın! Zavallının bir dakika boş zamanı yok ki!
Fakat bunların hiçbiri mutfakta, masanın başında, bir yerde durarak patates soymak kadar ona ağır gelmiyor. Sanki masa da, bir cazibe kuvveti varmış gibi, çekiyor… Varka’nın başı sarkıyor, patatesler gözlerinde benekleşiyor, bıçak elinden düşüyor. Şişman hanım ellerini ovuştura ovuştura bir aşağı bir yukarı gidiyor, yüksek sesle konuşuyor, sesi Varka’nın kulaklarında çınlıyor. Sonra sofra hizmeti, çamaşır yıkamak, dikiş dikmek de birer azap. Öyle zamanlar oluyor ki, Varka, bütün bunların hepsini yüzüstü bırakıp yerlere atılmak, uyumak istiyor…
Akşam oluyor. Ortalığın karardığını görünce, Varka, odunlaşan şakaklarını sıkıyor ve sebebini kendisi de bilmeden gülüyor. Akşamın karanlığı onun uykudan kapanan gözlerini okşuyor ve ona yakın ve derin bir uyku vaat ediyor.
Gece eve sahiplerinin misafirleri gelmiş. Hanım sesleniyor:
– Varka, semaveri hazırla!
Semaver küçük; hepsinin doyması için, misafirler içtikten sonra, daha beş kere kaynatmak lazım. Çaydan sonra Varka saatlerce ayakta, misafirlerin yüzlerine bakarak emir bekliyor.
– Varka, koş, üç şişe bira al!
Varka hemen yerinden fırlıyor, uykusunu dağıtmak için, hızlı hızlı koşmaya çabalıyor…
– Varka, git de votka al! Varka, tıpa burgusu nerede? Varka, balığı temizle!
Artık misafirler gitti. Işıklar söndü. Efendileri yatıyorlar.
– Varka, çocuğu salla! diye son emir de veriliyor.
Ocağın üstünde bir cırcırböceği ötüyor; tavandaki yeşil lekenin, pantolonlarla bezlerin gölgesi, gene Varka’nın yarı açık gözlerine giriyor, gözlerini kırpıyor ve kafasını dumanlara boğuyor…
Uyusun yavrum ninni,
Büyüsün yavrum ninni…
Varka mırıldanıyor. Çocuk aralıksız bağırıyor, ağlamaktan katılıyor. Varka gene dalıyor: çamurlu şoseyi, heybeli insanları, annesi Pelageya’yı ve babası Yefim’i görüyor. O, bunların hepsini anlıyor, biliyor. Fakat kendisinin elini kolunu bağlayan, onu ezen ve yaşamasına izin vermeyen o kuvveti, bu yarı uykulu haliyle anlayamıyor. Etrafına bakınıyor, o kuvveti arıyor, ondan kurtulmak istiyor; bulamıyor. Nihayet ıstıraplar içinde, kendisine göz kırpan yeşil lekeye, bütün dikkatiyle bakıyor ve bu susmak bilmeyen sesi dinleyerek, yaşamasına engel olan düşmanı buluyor:
Çocuk.
Varka gülüyor. Bu kadar basit bir şeyi şimdiye kadar nasıl bulamadığına hayret ediyor. Yeşil leke de, uzun gölgeler de, cırcırböceği de buna hayretlerinden gülüyor…
Varka’nın gözlerine birtakım hayaller görünüyor. Oturduğu sandalyeden kalkıyor, ağzı kulaklarına varmış bir halde ve gözlerini hiç kırpmadan odada yürümeye başlıyor. Kendisinin elini ayağını bağlayan çocuktan kurtulmak fikri, onu bayıltıyor, keyiflendiriyor… Çocuğu boğduktan sonra uyumak, uyumak… ilelebet uyumak…
Gülerek, gözlerini kırparak ve parmağıyla o yeşil lekeyi tehdit ederek yavaş yavaş beşiğe yaklaşıyor, çocuğun üzerine eğilerek boğuyor, “artık uyuyabileceğim!” diye sevincinden çıldırıyor ve hemen kendini yere atarak ölü gibi derin bir uykuya dalıyor…
Çeviri : A. Gaffar Güney