Tanıdığım bütün dedeler öksürürdü, ama benim dedeminki hiçbirine benzemezdi; çünkü o öksürmez ya da öksüremez, “Öhhaa,” diye gırtlaktan, garip bir ses çıkarırdı. Aslında yalnızca ‘haa’ derdi, onu diyebilmek için de ‘ö’ den güç alırdı. ‘Ö’ ile ‘h’ arasını çabuk geçer, ancak ‘h’dan ‘a’ ya kolay kolay atlayamazdı. O ne zaman ‘Öhhaa’yı patlatsa, babaannem, duymayacağı bir biçimde ‘geber’ derdi; özellikle sabahları, böğüre böğüre evin içinde dolaşırken. Çöp gibi bir adamdı. Çok aksiydi. Babam da, küçük amcam da hâlâ korkarlardı ondan. Aslangöz amcam, birçok şeyin olduğu gibi, ne dedemin öksürüğünün, ne de varlığının farkındaydı. Aynı evde yaşamamıza karşın birbirlerini görmezlerdi bile. Aslangöz Amcamı gecenin bir saati eve getirdiklerinde dedem ortadan kaybolurdu; sabahları, dedem öksürüğünü peşi sıra sürükleye sürükleye evin içinde dolaşırken ve babaanneme sövüp sayacak nedenler ararken, amcam uyurdu. İkindiye doğru uyanır, o zaman da evden çıkmış olurdu.
Dedemin pijamasının lastiği boldu ya da doğru dürüst bir kıçı olmadığından üstünde durmazdı. Bu nedenle de pijamasını sürekli çekiştirirdi. Ama ne çekiştirmek; hemen düşmesin diye bel lastiğini göğsüne dek çıkarırdı. O zaman da dikiş yeri kıçına kaçar, önden de takım taklavat belli olurdu. Ablalarım gülüşürlerdi. O, “Öhhaa,” derdi. Bir keresinde de sigarasını ağaç ağızlığına yerleştirirken biraz oyalanmış, sonra da dudaklarını ileri uzatıp avurtlarını çukurlaştırarak ‘pof pof’ diye diye dumanı çekip yakayım derken (benzinli çakmağı da azizlik yapmıştı) ayak bileklerine dek inivermişti pijama. Rahat gülebilmek için çil yavrusu gibi dağılmıştık.
Dedemin, Aslangöz Amcamla neden karşılaşmak istemediğini bilmezdim. Onu sevip sevmediğini de bilmezdim, hatta ona acıyıp acımadığını da.
Arada babaanneme, “Aslangöz’ün bezi bitti mi?” derdi. Bitmiş ya da az kalmışsa giyinip evden çıkar, dura dinlene, öksüre tıksıra, bastonundan destek alarak, Berber Abdullah’ın, Aşçı İlyas’ın ve Terzi Muharrem’in dükkânlarında –mevsimine göre, ya içeride, ya dışarıda – sigara molası vererek Manifaturacı İrfan’ın (biz ona Maça Papazı derdik, en az dedem kadar korkunçtu ) dükkânına ulaşırdı. Yolunun üstünde olmasına karşın babamla küçük amcamın işlettiği ekmek fırınına uğramaz, önünden geçerken başını öbür yana çevirir, ama varlığını hissettirmek için de mutlaka öksürürdü. Onun rızası olmadan odunlu fırından mazotlu fırına geçmişlerdi ya, fırın onun için bitmişti artık. Benim için on dakika sürecek bu yol dedemin bütün gününü alırdı. Maça Papazı, yirmi metrelik Amerikan bezini ölçüp yırtana dek (evet, yırtana dek, çünkü makas kullanmazdı o, ne kadar istiyorsan ölçer, katlayıp kenarı kenara çakıştırır, metrenin ucundaki teneke ile kaplı bölümü katlama noktasına koyup var gücüyle abanarak orayı yırtar, sonra da caart diye ayırırdı bezi ve dedem o sesi duyar duymaz en içten, en balgamlı ‘öhhaa’sını patlatırdı) peş peşe dört sigara içerdi. Sonra Maça Papazı çay söylerdi ki, iki sigara da orada giderdi. Dedemin günlük tüketimi tok içimli altmış yuvarlak ‘Yeşilova’dı. Öyle sigara markası yoktu; belki samanlı ambalaj kağıdının üzerindeki yazının yeşil olması, belki de benim bilmediğim bir nedenden ötürü, pakette ‘Üçüncü’ yazmasına karşın, o, ‘Yeşilova’ derdi. Sonra geri dönüş başlardı. Yine aynı noktalarda mola vererek, sigara içip öksürerek, fırının önünden geçerken başını öbür yana çevirerek evi bulurdu.
Babaannem, bebekliğinde olduğu gibi Aslangöz’ün altını bağlardı. Çünkü Aslangöz hem büyüğünü hem küçüğünü altına yapardı. İçerken nerede duracağını unutmuştu artık, bu nedenle nerede ne yapacağı bilinmezdi ve dedem bu duruma hiç ses çıkarmazdı.
Aslangöz yıllar önce alkolik olmuştu.
Geceleri bir yerlerde sızıp kalırdı. Onu bir at arabasıyla ya da bir motosikletin sepetinde ya da birinin sırtında eve getirirlerdi. Amcam, hiçbirini hatırlamazdı. Babaannem hemen onu soyar, Amerikan bezinden diktiği kocaman bezlerle altını bağlardı. Bazen de hiç kimse getirmezdi Aslangöz’ü. Babaannem, öyle gecelerde ‘geberesice’nin sabaha kadar uyumadığını, pencere başında sigara içip öksürdüğünü, gözünü kırpmadan sokağa baktığını söylerdi.
Büyük amcama ‘Aslangöz’ adını dedem takmıştı. Babam ve amcalarım küçükken, sonbahardaki panayırda kocaman bir çadır kurulmuş ki, Afrika kıtasının bütün vahşi yaratıkları oradaymış. Çadırın üstünde, bütün hayvanların renkli resimlerinin yapıldığı ve her bakanın dudağını uçuklatan büyük bir afiş varmış. Çadırın önünde de belden üstü çıplak, siyah derili bir adam, en az dedem boyunda bir yılanla şaklabanlık yaparmış. Dedemin umurunda değilmiş Afrika’nın sefil yaratıkları; varsa yoksa çadır tiyatrosundaki karılarmış; arkadaşlarıyla birlikte her gün (Maça Papazı, falan), ip bıyıklı bir pezevengin klarnet çaldığı, babaannemin iki katı karıların kıvıra kıvıra oynadığı çadıra gidermiş. Hep birlikte avuçlarını patlata patlata tempo tutarlarmış: Aç… Aç! Kadınlar küçücük donlarını indirir gibi yapar indirmezlermiş, indirir gibi yapıp indirmezlermiş. Tempo artar, klarnet alır başını gidermiş. Dedem o zamanlar öksürmezmiş, bu kadar zayıf, bu kadar kıçsız da değilmiş, sigaradan sararmış beyaz bıyıkları da kömür karasıymış. Sonra kadın donunu bir indirirmiş, altında bir don daha. Aynı soğan gibi, her donun altından bir don çıkarmış. Onlar kasketlerini çadırın ta tepesine kadar fırlatır, basarlarmış ıslığı.
Bir gün babaannem dayanamamış, ne bok yemeye her gün gidiyorsun panayıra, demiş. Çadıra gidiyorum, demiş dedem saf saf, ama birden toparlamış kendini, ses tonu buyurganlaşmış, o çadır Afrika’dan gelen yaratıklarla dolu, demiş, her gün gidip ibretle onları seyrediyorum. O zaman beni de götür, demiş babaannem, ben de ibret alayım. Olmaz, demiş dedem, kadın kısmının gideceği yerler değil oraları. Babaannemin içine kurt düşmüş ya, işin peşini bırakmıyor; o zaman çocukları götür (öyle ya, üçü de erkek), onlar ibret alsın, demiş. Dedem kıvıramamış. Ertesi gün panayıra gitmişler. Aslangöz Amcamın adı ‘Aslangöz’ değilmiş daha. O günden sonra almış bu adı. Ne kadar haşarı bir çocuk olduğunu bilmez misiniz, diye anlatırmış dedem. Çadıra girdiklerinde, onca yaratığa bakmadan, doğruca aslanın kafesine doğru koşmuş amcam. Demir çubukları tutmuş. Allahtan çubukların arası darmış da başını içeri sokamamış. Yine de yetişememişler, bir pençede sol gözünü alıvermiş aslan. Babaannem bu hikâyeye inanmıyor, çünkü panayırda, donsuz karıların oynadığı bir çadır olduğunu biliyor. Ona göre (dedem bunları hiçbir zaman duymadı); ‘Geberesice’, çocukları o çadıra tıkıp kendisi karıların çadırına gitti, çıkıp çocuklarını bulduğundaysa (yılanlarla şaklabanlık yapan karaderili adama teslim etmiş olmalıydı onları) büyük oğlunun sol gözü yoktu. Ya da, çocukları da o mendebur çadıra soktu, yüzü gözü boyalı çıplak karıları ‘Afrikalı yaratıklar’ diye gösterdi, sonra da orada bir kavga çıktı… Bilmiyor işte, babaannem ne olduğunu bilmiyor, ama aslan pençesine de hiç inanmıyor. Bu konu ne zaman konuşulsa, babam gözünün birini kısarak yıllar öncesine bakmaya çalışır, bu arada başını kaşıyarak düşünürdü ama, panayırı da, vahşi yaratıklarla dolu çadırı da hatırlayamazdı. Babaannem de kızar, oğullarımın içinde en aptalı sendin, derdi babama. Küçük amcam o kadar küçük olmasaymış, her şeyi bugün gibi hatırlarmış. Yine de bir şeyler hatırlıyor küçük amcam, ama çok bulanık ve ipe sapa gelmez şeyler. Aslangöz ise hiçbir şey söylemiyor. O bahtsız yavrum okuyamadıysa, bir dikiş tutturamadıysa, evlenip çoluk çocuğa karışamadıysa, alkolik olduysa, bunun nedeni bir sonbahar panayırında sol gözünü kaybetmesidir, diyor babaannem. Öyle içliymiş ki, kimselere benzemezmiş.
Bunlar ‘Geberesice’nin yanında hiç konuşulmuyor.
Uyanır uyanmaz “Öhhaa!” diyor, dedem. Bir Yeşilova yakıyor. İlk nefesten sonra ‘öhhaa’ların ardı kesilmiyor. Pijamasının bel lastiğini çeke çeke dolaşıyor evin içinde.
Bir gece Aslangöz’ü kimse getirmedi eve. Arada dışarıda kaldığı olurdu, ertesi gün geleceğini ya da getirileceğini bilirdik. Ama öyle olmadı. Sabah, kapımızı bir bekçi çaldı, dedemle bir şeyler konuştular. Dedem bir Yeşilova yaktı. Öksürdü. Bir daha öksürdü. Babaannem onun yüzünden bir şeyi okumuş olmalı ki, sessizce ağlamaya başladı. Bekçi gittikten sonra dedem kimseye bir şey demedi, ama Aslangöz’ün bir yerde sızdığını ve artık hiç ayılmayacağını hepimiz anladık.
Kimseyle konuşmadığı gibi benimle de konuşmazdı amcam, onu tanımazdım. Kimse tanımazdı. Kendi bile. Onun varlığı evde bir tür yokluktu. Ama asıl yokluğunu, bir daha gelmemek üzere gidince anladık.
Bir gün dedemi, babaannemin diktiği, ama Aslangöz Amcamın kullanmaya ömrünün yetmediği bezlere yüzünü gömmüş ağlarken gördüm. O zaman, amcamın sol gözünü bir aslan pençesinin almadığını düşündüm. Ama gerçeği hiçbir zaman öğrenemedim.