Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkFelsefenin Temel İlkeleri - Georges Politzer1 NCİ BÖLÜM 7 NCİ DERS DİYALEKTİĞİN DÖRDÜNCÜ ÇİZGİSİ KARŞITLARIN SAVAŞIMI (III)

1 NCİ BÖLÜM 7 NCİ DERS DİYALEKTİĞİN DÖRDÜNCÜ ÇİZGİSİ KARŞITLARIN SAVAŞIMI (III)

1 NCİ BÖLÜM 7 NCİ DERS DİYALEKTİĞİN DÖRDÜNCÜ ÇİZGİSİ KARŞITLARIN SAVAŞIMI (III)

I .      Çelişkinin özgül niteliği.
II .    Evrensel ve özgül birbirinden ayrılamaz.
III .   Baş çelişki, ikincil çelişki.
IV .    Çelişkinin başta gelen yönü, ikincil yönü.
V .   Çelişki üzerine genel sonuçlar.  Prudonculuğa karşı marksizm.

I. ÇELİŞKİNİN ÖZGÜL NİTELİĞİ

Çelişkinin mutlak evrenselliği, somut çelişkilerin sonsuz zenginliğini bize unutturmamalıdır. Büyük karşıtlar yasası, kendi gerçeği içinde çok çeşitli biçimler alan bir görüngünün genel ifadesidir. İyi bir diyalektikçi, karşıtların savaşımının evrenselliğini, her hareketin ilkesi olarak doğrulamakla yetinmez. Bu yasanın, gerçeğin sayısız nitel yönlerine göre nasıl özgüleştiğini, bu yasanın nasıl özelleştiğini gösterir.
“Maddenin hareketinin her biçimi gözden geçirilirken, hareketin diğer biçimleriyle olan ortak noktaları dikkate alınmalıdır. Ama asıl önemli olan ve şeyler üzerine bilgimizin temelini oluşturan, maddenin hareketinin özel noktalarını hesaba katmamız gereği, yani hareketin bir biçimi ile öteki biçimleri arasındaki nitelik farkıdır. Ancak bunu hesaba (sayfa 131) katmakla, şeyler arasındaki ayrılıkları farkedebiliriz. Hareketin herhangi bir biçimi, içinde, kendi özel çelişkisini taşır. Bu özel çelişki, o şeyi bütün öteki şeylerden ayıran özel niteliği oluşturur. İşte bu, iç nedendir, ve buna, şeyleri birbirinden farklı yapan, çeşitliliğin esasıdiı da diyebiliriz.”[79]
Bir başka deyişle, karşıtların savaşımının evrenselliğini doğrulamak yetmez. Bilim, teori ile pratiğin birliğidir ve karşıtların evrensel yasası her zaman somut biçimde, yaşamın özellikleriyle kendini ortaya koyar. Bir yumurtaya gerekli sıcaklığı verin, böylece, yumurtanın karakteristik iç çelişkisine, civcivin yumurtadan çıkışına kadar gelişme olanağını sağlamış olursunuz. Aynı nicelikte ısının bir litre suya uygulanması, suya özgü apayrı sonuçların oluşmasına neden olacaktır. Gerçeğin her yönünün kendi özel hareketi, yani kendi özel çelişkileri vardır.
Herhangi bir şey, herhangi bir şey haline değişmez. Şöyle bir savaş, şöyle bir barışa çevrilir; şu ya da bu gelişme özellikleri olan şu ya da bu kapitalizm, kendisinin de şu ya da bu özellikleri olan bir sosyalist düzene yerini bırakacaktır: işte, eskinin yeninin içinde kendini barındırmasının anlamı budur. Böylece, bir yandan, yeni bir toplumsal düzen, geçmişi bütünüyle silip süpürür demek yanlıştır, ama öte yandan eski ile yeni arasında hiçbir “sentez”, hiçbir uzlaşma olanaklı değildir. Çünkü yeni, ancak eskiye karşı kendini ortaya koyar. Karşıtların “birbirini geçmesi”, onların sentezi anlamına değil, birinin öteki üzerindeki, yeninin eski üzerindeki zaferi anlamına gelir.
Maddi hareketin her bir evresinin özgül niteliğidir ki, fizikten biyolojiye, biyolojiden insan bilimlerine kadar bilimlerin çeşitliliğini açıklar. Her bilim kendi özel konusunun özgül çelişkilerini ortaya çıkarmalı ve anlamalıdır. Bunun içindir ki, elektriğin kendi özel yasaları vardır; en genel enerji yasaları (elektrik de enerjinin bir biçimidir) elektriği belirlemeye yetmezler: “elektrik” olayının elektrik olayı olarak diyalektik tahlilini de gerçekleştirmek gerekir. Ama öyle olur (sayfa 132) ki, belirli bir miktarda elektrik, kimyasal tepkimeleri başlatır: o zaman kendi özgül yasalarıyla yeni bir konunun karşısında bulunuruz. Aynı şey, kimyadan biyolojiye, biyolojiden ekonomi politiğe vb. geçtiğimizde de karşımıza çıkar. Elbette ki, gerçeğin bütün anları bir birlik oluştururlar, ama bu yüzden farklılaşmış olmaları ve birbirine çevrilemez olmaları ortadan kalkmaz.
Bu yalnızca bilimlerin bütünü için değerli değildir. Aynı ve tek bir bilimin içinde de özgül çelişkileri incelemek gereğini buluruz. Örneğin, atomun özgül hareketleri vardır; fizikçi, görülebilen cisimlerin hareketinden (düşen bir bilye) atomun hareketlerine geçtiği zaman, dalgalar mekaniğinin konusu olan yeni yasalar ortaya çıkar.
Diyalektik, onun hareketini anlamak için kendi konusunun kalıbına sımsıkı uyar. Bunun içindir ki, başka bir örnek seçersek, sanat, (her ne kadar dünyayı yansıttığına göre, sanat da, bir bilme aracı ise de) ötekilerin, özellikle bilimin yerine konmayan bir eylem biçimidir. O halde başka alanlarda olduğu gibi bu alanda da özgül çelişkiler vardır, ve sanatçı, bu çelişkileri çözdüğü ölçüde diyalektikçidir; eğer çelişkileri çözemiyorsa sanatçı değildir. Büyük eleştirici Bielinski şöyle yazıyordu:
“Ne kadar güzel fikirlerle dolu olursa olsun, çağının sorunlarını ne kadar büyük bir güçle yanıtlarsa yanıtlasın, eğer bir şiir, şiiriyet taşımıyorsa, ne güzel fikirler, ne de herhangi bir sorun içerebilir ve onda bulabileceğimiz, ancak çok kötü sunulmuş iyi niyetten başka bir şey değildir.”[80]
Bilim, gerçeği kavramlar aracılığıyla ifade ettiği halde, sanat, gerçeği büyük bir heyecan gücüyle bezenmiş tipik imgelerle ifade eder. Elbette ki, eğer sanatçı (şair, ressam, müzisyen) kendini ilk duyumlarının üstünde tutma ve izlenimlerini genelleştirme yeteneğindeyse, sanat ancak amacına ulaşabilir. Ama eğer sanat yapıtı, sanatçının fikrine uygun imgeleri bulamazsa, başansızlığa uğrar.
Lenin’in büyük değeri, özellikle, kapitalizmin marksist (sayfa 133) tahliline dayanarak, kapitalizmin emperyalist aşamasındaki özgül çelişkilerini (özellikle: çeşitli kapitalist ülkelerin eşit olmayan bir şekilde gelişmelerini, daha büyük zenginlik sağlamış olanlarla ötekiler arasındaki amansız savaşımın bundan ileri geldiğini) bulmasındadır. Lenin bu çelişkilerin, savaşı kaçınılmaz kıldığını, köleleştirilmiş halkların ulusal hareketinin desteklediği dünya proletaryasının devrimci hareketinin, bu koşullar altında kapitalizm zincirini en zayıf noktasından koparabileceğini gösterdi. Ve böylece, Lenin, sosyalist devrimin önce, bir ya da birkaç ülkede zafere ulaşacağını önceden görebildi.
SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda Stalin, ekonomi yasalarının nesnel özelliklerini gösterirken, ekonomik yasaların bu özgül niteliği üzerinde, kalıcı olmama niteliği üzerinde de durdu:
“Ekonomi politiğin kendine özgü bir özelliği, onun yasalarının, doğa yasalarının tersine, sürekli olmayışlarıdır; bunların çoğu, hiç olmazsa bir tarih dönemi boyunca etkili kalırlar, sonra da yerlerini başka yasalara bırakırlar. Yokolmazlar, ancak yeni ekonomik koşulların sonucu olarak güçlerini yitirirler ve onlar da insanların iradesi ile yaratılmış bulunmayan, ve ama yeni ekonomik koşulların temeli üzerinde ortaya çıkan yeni yasalara yerlerini bırakmak üzere sahneden çekilirler.”[81]
Bunun içindir ki, değer yasası, meta üretimi ile birlikte ortaya çıktı: bu yasa, meta üretiminin özgül yasasıdır ve onunla birlikte ortadan kalkacaktır. Kapitalizmin özgül yasası artı-değer yasasıdır, çünkü bu yasa kapitalist üretimin esas çizgilerini belirler. Ama bu yasa, bütün sonuçlarının geliştiği tekelci kapitalizm sürecinde, kapitalizmin bugünkü aşamasını nitelendirmeye elbette yetmez: bu yasa çok genel kalır ve onun için Stalin, bugünkü kapitalizmin özgül yasasını yani azami kâr yasasını ortaya koydu.[82]
Ancak gerçeğin belirli bir yönünün titizlikle incelenmesi, (sayfa 134) bizi, dogmatizmden, yani tek biçimli, değişmez bir çevrenin çeşitli durumlara mekanik olarak uygulanmasından koruyabilir. İşte bunun içindir ki, Lenin, devrimcilere, her durumda, her koşulda kafalarını çalıştırmayı öğütlüyordu. Gerçek marksist, marksizmin klâsiklerini ezbere bilen, bütün problemleri birkaç çözüm-tipiyle çözebileceğini sanan kimse değildir, her sorunu, onun çözümü için gerekli verilerin hiçbirini ihmal etmeden somut olarak ortaya koyma yeteneğinde bir tahlilcidir.
“Bir nesneyi gerçekten tanımak için, onun bütün yönlerini, bütün ilişkilerini ve ‘aracıları’ kucaklamak, incelemek gerekir. Hiçbir zaman buna tam olarak erişemeyeceğiz, ama nesneleri bütün yönleriyle dikkate almakla kendimizi yükümlü tutarak yanılgılardan ve katılıktan sakınacağız.”[83]
Dogmacı, genel bilgilerle yetinir. Örneğin, sendika tarafından verilmiş bir slogan varsa, dogmacı bu sloganı kendi iş yerinin her bir atelyesine, doğru olarak uygunlaştirmaya çalışmaz. Aynı şekilde, emekçilerin her bir kategorisine özgü istemleri hesaba katmasını bilmez.
Bu şemacılığın daima kötü sonuçları vardır, çünkü militanları, emekçi yığınlarından koparır. Bunun içindir ki, Direnişi, Gönüllülerin ve Çetecilerin silahlı savaşımı haline indirgemek, onu yanlış göstermek, özgül niteliğini ihmal etmektir: Direniş, işçi sınıfının ve onun partisinin öncülüğünde, Fransız halkının, yurtseverce savaşı oldu. Direnişin bu özgül niteliğini iyi bilmeyen kimse, onun çeşitli yönlerini (Gönüllülerin ve Çetecilerin savaşımı olan önemli yönü de dahil) doğru olarak değerlendiremez.
Aynı şekilde, Stalin’in de SSCBde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda gösterdi gibi, dünya barış hareketinin amacı, hiç de komünizmi kurmak değildir. Bu hareketin özü, onun kendine özgü yasası, komünizmin dostu ya da düşmanı milyonlarca basit insanı, barışı kurtarmak için biraraya toplamaktır; onun amacı, özellikle Fransa’da proletarya devrimi değildir. Savaş politikasından bir müzakereler politikasına (sayfa 135) geçiştir. “Savaş politikası-barış politikası” çelişkisi başka şeydir, “kapitalizm-sosyalizm” çelişkisi (her ne kadar emperyalist kapitalizm, savaş politikasının sorumlusu ise de) başka şey.
“Çelişki Üzerine” adlı incelemesinde, Mao Çe-tung, “nitel bakımdan farklı çelişkileri”, “nitel bakımdan farklı yöntemlerle” çözmek zorunluluğu üzerinde ısrar ediyor. Şöyle diyor.
“Örneğin, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki, sosyalist devrim yöntemi ile; büyük halk kitleleri ile feodal sistem arasındaki çelişki, demokratik devrim yöntemi ile; sömürgeler ile emperyalizm arasındaki çelişki, ulusal devrimci savaş yöntemi ile; sosyalist toplumda işçi sınıfı ile köylülük arasındaki çelişki, tarımın kolektifleştirilmesi ve makineleşme yöntemi ile; sosyalist bir parti içindeki çelişki, eleştiri ve özeleştiri yöntemi ile; toplum ile doğa arasındaki çelişki, üretici güçlerin geliştirilmesi yöntemi ile çözülür. Süreçler değişir, eski süreçler ve eski çelişkiler kaybolur, yeni süreçler ve yeni çelişkiler ortaya çıkar ve buna uygun olarak çelişkileri çözme yöntemleri değişir. Rusya’daki, Şubat Devrimi ile Ekim Devriminin çözdüğü çelişkiler arasında temel bir ayrılık olduğu gibi, bunları çözme yöntemleri arasında da ayrılık vardır.[84] Farklı çelişkileri çözmek için farklı yöntemler kullanmak, marksistlerin sıkı sıkıya gözetmek zorunda oldukları bir ilkedir.”[85](sayfa 136)
Bu gözlemlerin, başka pratik sonuçları arasında, devrimci partinin eylemiyle ilgili şu sonuçları da vardır:
a) Devrimci parti, hareketin yöntemi gibi bilimsel görevini, ancak, her militan, doğrudan doğruya kendisine düşen görevleri saptamak ve çözmek için bütün gücünü harcarsa, ancak eğer her parti örgütü, en küçük örgüt birimine kadar, özgül olarak kendisine ait olan görevleri (işyerindeki, bölgesindeki, mahallesindeki işleri) saptamak ve çözüme bağlamak için bütün gücünü kullanırsa, yerine getirebilir. Her militan, bir beyindir; her bir yerel örgüt birimi, iş görmeden önce düşünen bir kolektiftir.
b) Parti, yönetim gibi bilimsel bir görevini, ancak, sentezi, partinin düzenli organlarında, partinin tümü tarafından yapılmak üzere, her militan, her örgüt birimi, kendi deneyim payını, kendi özgül deneyimini partiye getirdiği takdirde yerine getirebilir. Sovyetler Birliği Komünist Partisinin tüzüğü, her komünistin, partisine her zaman gerçeği söylemesini zorunlu kılar.[86] Her militanın, her örgüt biriminin deneyimi, gerçekten de yeri doldurulmaz bir şeydir, çünkü örneğin, bir köyün gençlerinin istemlerini, eğer ülkenin gençlerinin bunlardan haberi yoksa, partiye kim tanıtacaktır?
c) Parti, bilimsel yönetim görevini, ancak parti üyeleri, emekçi yığınları ile en sıkı ilişkiler içinde bulunurlarsa, eğer parti üyeleri gerçekten herkesin tanıdığı ve benimsediği kimselerse, yerine getirebilir. Eğer üyeler, emekçi yığınları ile, sıkı ilişkiyi her zaman sürdürmezlerse, halkın her tabakasına özgü sorunları nasıl bilebilirler, ve belirli bir dönemin bu özgül çelişkilerini nasıl çözebilirler?
Bu gerekleri ihmal eden bir parti, geleceğini tehlikeye düşürür: hareketin yönetimini kaybeder.

II. EVRENSEL VE ÖZGÜL BİRBİRİNDEN AYRILMAZLAR

Somut çelişkilerin özgül niteliğini incelemek zorunluluğu üzerinde ısrar ettik. Ama, şurası açıktır ki, eğer bu inceleme, (sayfa 137) özgülün mutlak değil, ama bağıntılı olduğunu ve eğer onu evrenselden ayırırsak hiçbir anlam taşımayacağını bize unutturursa diyalektik bütün niteliğini yitirir.
Bir örnek: bu dersimizin birinci bölümünde dedik ki, kapitalizmin bir özgül yasası (artı-değer yasası), bir de bugünkü kapitalizmin özgül yasası (azami kâr yasası) vardır. Ama, bu, çok da genel bir yasanın, insan toplumunun varoluşundan beri işleyen ve çeşitli toplumsal düzenler boyunca yürürlükte olan yasanın, Stalin’in Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm’de, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda, anımsattığı gibi, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki zorunlu uygunluk yasasını ortadan kaldırmaz.
Şu halde, iyi bir diyalektik tahlil, şu ya da bu sürecin özgül niteliğini yakalar, ama bu, ancak, diyalektik tahlil, bu süreci, onun varlığını koşullandıran hareketin bütününden yalıtmadığında olanaklıdır (diyalektiğin birinci çizgisine bakınız). Özgül, ancak evrensele bağıntılı olarak kendi değerini alır. Özgül ve evrensel birbirinden ayrılmazlar.[87]
“Özgül, evrensele bağlı olduğundan, yalnızca çelişkinin özgüllüğü değil, çelişkinin evrenselliği de her şeyin içinde vardır ve dolayısıyla evrensellik de özgüllün içinde vardır. Böylece belli bir nesneyi incelerken bu iki görünüşü ve iç bağlantılarını bulmaya, nesnedeki evrenselliği ve özgüllüğü, ikisini de, iç bağlantılarıyla ortaya çıkarmaya ve bu nesnenin, diğer nesneler ile bağıntılarını anlamaya çalışmalıyız. Stalin, Leninizmin İlkeleri adlı yapıtında, leninizmin tarihsel köklerini açıklarken, leninizmin doğduğu uluslararası durumu, kapitalizmi, emperyalizm koşulları altında en uç (sayfa 138) noktaya ulaşmış çeşitli çelişkilerle birlikte tahlil etmiş ve bu çelişkilerin sosyalist dönüşümü nasıl kaçınılmaz hale getirdiğini, kapitalizmin çökmesi için uygun koşulları nasıl yarattığını incelemiştir. Bütün bunların yanısıra, Rusya’nın leninizmin anayurdu oluşunun nedenlerini, çarlık Rusyası’nın emperyalizmin bütün çelişkilerini nasıl temsil ettiğini ve Rus emekçilerinin öncü rolünü de ayrı ayrı tahlil etmiştir. Stalin bu yolla, emperyalizmde çelişkilerin genelliğini tahlil etmiş, leninizmin, emperyalizm döneminin marksizmi olduğunu göstermiş ve genel emperyalizm çelişkisi içinde çarlık Rusyası emperyalizminin özgüllüğünü tahlil etmiş; Rusya’nın, proleter devriminin teori ve taktiğinin yurdu olmasının nedenini göstermiş, ve böyle bir özgüllükte çelişkinin evrenselliğinin nasıl olup da bulunduğunu açıklamıştır. Stalin’in yaptığı bu çeşit bir tahlil, çelişkinin özgüllüğü ve evrenselliği ile iç bağlarını anlamamıza yardım eder.”[88]
Metafizikçi, özgülün ve evrenselin bu birliğini korumayı bilmez. Özgülü evrensele feda eder, (örneğin bir Platon’un soyut rasyonalizminin yaptığı budur, Platon’a göre somut deneyim horgörülecek bir şeydir) ya da evrenseli özgüle feda eder (o zaman da bütün genel fikirleri kabul etmeyi reddeden ve kendisini sınırlı bir uygulamacılığa mahkum eden ampirizm olur). Marksist bilgi teorisi, böyle tutumu, diyalektiğe-karşı ve tekyanlı bir tutum sayar. Bilgi, gerçekte, duyulabilirden, dar bir çerçeve içinde sınırlı olan duyulabilirden hareket eder ve özgül bir durumu yansıtır; ama, pratikle, yeni bir güçle gene duyulabilire dönmek üzere evrensele ulaşır. Örneğin, fizikçi, başIangıçta, sınırlı bir sayıda deneysel olaylardan yararlanır; onlara dayanarak, yeni deneyimlerle gerçeği derinden dönüştürme olanağını sağlayan yasayı bulur. Bilginin iki aşaması birbirlerinden ayrılmaz: bilgi özgülden genele, genelden özgüle gider; bu hareket hiçbir zaman durmaz. Lenin, bu gidişi, bir sarmal harekete benzetir: araçsız, duyguya ilişkin bir deneyimden başlıyoruz, değer yasasını bulmak için, işlemi (örneğin bir metaın satın alınmasını) (sayfa 139) tahlil ediyoruz, buradan, somut deneyime dönüp geliyoruz (sarmal hareket); ama, değer yasasıyla silahlanmış olarak başlangıçta bu deneyimin çözümüzden kaçan derindeki anlamını, anlamış olarak: şu halde, sürecin gelişmesini öncden görebilir, süreci sınırlandırmaya ya da genişletmeye elverişli koşulları vb. ortaya çıkarabiliriz. Eğer özgülden hareket edilmezse evrensele ulaşılamaz, karşılık olarak da evrenselin kavranılması da özgülün derinleştirilmesine izin verir. Demek ki, sarmal hareket, kısır bir gidiş-geliş değildir, gerçeğin derinleştirilmesidir. Marx, kendi çağındaki kapitalizmin özgül çelişkilerini inceleyerek üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki evrensel uygunluk yasasını buldu. Bununla, kapitalizmden önceki toplumsal düzenlerin özgül çelişkilerini, bu çelişkiler evrensel uygunluk yasasından ortaya çıktıklarına göre, anlama olanağını sağladı; aynı zamanda, kapitalizmin kendisinin de daha sonraki hareketi içinde (tekelci kapitalizm, emperyalizm) her zaman daha derin ve daha özgül bir şekilde incelenmesini olanaklı kıldı.
Sanatçı, tipik olana ulaşmaya gayret ederek, evrenseli tek olanda ifade etmesini bildiği ölçüde büyüktür. Naziler tarafından işgal edilmiş olan Paris’in bütün sıkıntısını Eluard iki satırla, günlük bir “küçük olay” aracılığıyla ifade ediyor:

“Paris üşüyor, Paris aç
“Paris kestane yemiyor artık sokaklarda”[89]

Balzac ve Tolstoy’un kişileri içinde en başarılı olanlar zamanlarının toplumunun esas çizgilerini yansıtırlar. G. Nikolayeva’nın romanı Hasat, kahramanlarının kişisel ve ailevi tarihlerini dikkate değer bir şekilde, bir kolhozun ve sovyet toplumunun tarihine bağlar; kitabın kahramanlarının acısını çektikleri kişisel çelişkiler, kolhozun ilerlemesini köstekleyen daha geniş çelişkilerin çözüldüğü aynı hareket içinde çözülürler; ve bu Vassili ve Avdotya, kolhoz içinde geleceğin geçmişe üstün gelmesini sağlamak için savaşım vererek (sayfa 140) kendilerinde de geleceğin geçmişi yenmesini sağlarlar.
Halkların sevdikleri kahramanları nitelendiren, bu evrensel olanla tek olanın derin birliği değil midir? Haziran 1917’de bir alayın erleri Lenin’e şöyle yazıyorlar:
“Yoldaş ve dost Lenin, anımsa ki, biz, bu alayın erleri, hepimiz bir tek insan gibi, her yerde senin arkandan gitmeye hazırız, çünkü senin fikirlerin gerçekten köylülerin ve işçilerin iradesinin ifadesidir.”
Ethel ve Julius Rosenberg bütün dünyanın basit insanlarında sevgi uyandırdılar, çünkü onların özverilerinin yüceliği (genç yaşları, yaşamları, çocukları, mutlulukları), insanların barışa karşı duydukları yenilmez aşkın en alak-bullak edici ifadesiydi.

III. BAŞ ÇELİŞKİ, İKİNCİL ÇELİŞKİ

Özgülü evrensele birleştiren bağın gücünün bilincine vardıktan sonra, baş çelişki ile ikincil çelişki arasındaki ilişkileri daha açık olarak göreceğiz. Gerçekten, belli bir süreç, basit bir süreç değildir; kesin olarak şunun için ki, bu süreç, kendi özgül varlığını, kendisini tüme bağlayan birçok nesnel koşullara borçludur. Bundan, her süreçte, bir dizi çelişkinin yeraldığı sonucu çıkar. Ama bu çelişkiler arasında, biri baş çelişkidir, sürecin başından sonuna kadar varoları ve varlığı ve gelişmesi, sürecin niteliğini ve gidişini belirleyen çelişkidir. Ötekiler ikincil çelişkilerdir, baş çelişkiye bağlı çelişkilerdir.
Örneğin kapitalist toplumun baş çelişkisi nedir? Besbelli ki, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkidir. Kapitalizm varoldukça bu çelişki de vardır; ve mademki proletaryanın zaferi kapitalizmin ölüm saatini çalar, son tahlilde, kapitalizmin kaderine karar veren bu baş çelişkidir. Ama tarihsel süreci içinde ele alınan kapitalist toplum, baş çelişkiye oranla ikincil olan başka çelişkiler de taşır. Örneğin: hüküm sürmekte olan burjuvazi ile yenilmiş feodalitenin kalıntıları arasındaki çelişki; emekçi köylüler (küçük toprak sahipleri, (sayfa 141) ortakçılar, gündelikçiler) ile burjuvazi arasındaki çelişki; burjuvazi ile küçük-burjuvazi arasındaki çelişki; tekelci burjuvazi ile tekelci-olmayan burjuvazi arasındaki çelişki vb.. Kapitalizmin kendi tarihi içinde ortaya çıkan ve gelişen bütün çelişkiler. Ve bu gelişme dünya ölçüsünde gerçekleştiğine göre, başka başka kapitalist ülkeler arasındaki çelişkiyi, emperyalist burjuvazi ile sömürge halkları arasındaki çelişkiyi de dikkate almak gerekir.
Bütün bu çelişkiler yanyana sıralanmiş durumda değillerdir. Birbirleriyle içiçe girerler ve, diyalektiğin birinci yasasına uygun olarak, karşılıklı etki içinde bulunurlar. Peki bu aralarında karşılıklı etkileme ve etkilenmenin sonucu nedir? Şu: bazı koşullarda, ikincil bir çelişki öyle bir önem kazanır ki, belli bir süre için baş çelişki haline gelir, bu arada baş çelişki ikinci plana geçer (bu, hiç de onun etkisinin durduğu anlamına gelmez). Kısacası, çelişkiler donmuş, kalıplaşmış değillerdir, yer değiştirirler.
Bunun içindir ki, sömürge ülkelerde burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişki, her ne kadar, bu çelişki, bu ülkelerde sosyalizmin zaferi ile çözüleceği için son tahlilde belirleyici çelişki ise de, gene de bir zaman için ikinci plana geçer. Birinci plana geçen, sömürgeci emperyalizm ile sömürgeleşmiş ulus (bağımsızlık uğruna savaşım için ulusal bir cephede birleşen işçi sınıfı, köylüler, ulusal burjuvazi) arasındaki çelişkidir. Bu, hiçbir şekilde, sömürge ülkenin içindeki sınıf savaşımlarını ortadan kaldırmaz. (Üstelik sömürge burjuvazisinin bir kanadı, sömürgeci emperyalizmin suç ortağı olduğuna göre, hiç kaldırmaz.) Ama acil olarak çözülecek çelişki, emperyalizmin ortaya koyduğu, ve bağımsızlık için ulusal savaşla çözülen çelişkidir.
SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda Stalin, çelişkilerin yer değiştirmesi sorununu, bizim halkımız için son derece de önemli olan Almanya sorunu konusunda büyük bir ustalıkla aydınlatır.
İlkin, kapitalizmin, kendisi sürdükçe sürecek olan özgül iç çelişkiler, nesnel çelişkiler taşıdığını anımsatır. Çelişkiler, (sayfa 142) burjuvaziyi, kendi güçlüklerine emperyalist savaşta bir çözüm yolu aramaya iten çelişkilerdir. Bundan şu sonuç çıkar ki, kaçınılmaz bir şekilde (yani zoranlu olarak) çeşitli kapitalist ülkeler birbirinin amansız rakipleridirler. Amerikan kapitalizminin öteki kapitalist ülkeler üzerindeki üstünlüğünün, kapitalizmin içinde ve ondan ayrılmaz şekilde mevcut clan çelişkilere bir son vereceğini sanmak bir yanılsamadır. Hiçbir Atlantik Paktı, SSCB’ye karşı hiçbir saldırı anlaşması, bu çelişkileri gidermez. Stalin, İngiliz burjuvazisinin ve Fransiz burjuvazisinin, Amerikan kapitalizminin kendi ülkelerinin ekonomisine elkoymasına nasıl uzun zaman katlanamayacaklarını gösteriyor. Savaştan yenilmiş olarak çıkan ülkelerde de, Almanya ve Japonya’da da durum aynıdır.
Bugün herkes, Stalin’in ne kadar doğru görmüş olduğunu anlayabilir. Kapitalist ülkeler (özellikle Birleşik Devletler ve Büyük Britanya) arasındaki çelişkiler, Stalin’in bu değerlendirmesini yaptığı zamandan (Şubat 1952’den) beri önemli bir şekilde derinleşmiştir, o ölçüde ki, İngiliz ve Fransız burjuvazisinin bir kesimi, tümüyle, Sovyetlere karşı bir savaşta Amerikan kumandası altında tasfiyeye uğramaktansa SSCB ile anlaşmayı yeğler.
Böylece Stalin’in değerlendirmesinin önemini anlayabiliriz:
“Diyorlar ki, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişkiler, kapitalist ülkelerin birbirleri arasındaki çelişkilerden daha güçlüdür. Kuşkusuz, teorik olarak bu doğrudur. Bu, yalnızca bugün doğru değildir, İkinci Dünya Savaşından önce de doğru idi. Kapitalist ülkelerin yöneticileri bunu azçok anlamaktaydılar. Oysa İkinci Dünya Savaşı, SSCBye karşı savaşla başlamadı da kapitalistler arasında bir savaş olarak başladı. Neden? Çünkü, ilkin; kapitalizm için, sosyalizmin ülkesi SSCB’ye karşı savaş, kapitalist ülkelerin arasındaki bir savaştan daha tehlikelidir. Çünkü, eğer kapitalist ülkeler arasındaki savaş yalnızca bu kapitalist ülkelerin şu kapitalist ülkeler üzerindeki üstünlüğü sorununu doğurmakta ise, SSCB’ye karşı bir savaş, ister istemez, bizzat (sayfa 143) kapitalizmin varlığı sorununu ortaya koyar. Çünkü, ikinci olarak, kapitalistler, ‘propaganda’ amacıyla, Sovyetler Birliği’nin saldırganlığı hakkında gürültü koparmakla birlikte, buna kendileri de inanmamaktadırlar, Sovyetler Birliği’nin barış politikasını hesaba katmaktadırlar ve SSCB’nin kapitalist ülkelere kendiliğinden saldirmayacağını bilmektedirler.”[90]
Ve Stalin, Birinci Dünya Savaşından sonraki olayları anımsatıyor. Kapitalist ülkelerin sosyalist ülkeye karşı ortak düşmanlıkları çok büyük oldu, bununla birlikte, (Hitler çapulcularını Sovyetler Birliği’nin üstüne sürmeyi düşleyen İngiliz ve Fransız burjuvazisinin yeniden kalkındırdığı) emperyalist Almanya, ilk darbelerini, İngiliz-Fransız-Amerikan kapitalist bloğuna karşı yöneltti.
“Ve Hitler Almanyası, Sovyetler Birliği’ne karşı savaşa giriştiğinde İngiliz-Fransız-Amerikan bloğu, Hitler Almanyası ile saf tutmaktansa, tersine, Hitler Almanyası’na karşı SSCB ile güçbirliği yapmak zorunda kaldı.”[91]
Sonuç:
“Sonuç olarak, kapitalist ülkelerin pazarlar elegeçirmek için savaşımları ve rakiplerini batırma istekleri, pratikte, kapitalizm cephesi ile sosyalizm cephesi arasındaki çelişkiden daha güçlü çıktı.”[92]
Çelişkilerin bu yer değiştirmesi İkincil bir çelişkinin, bir zaman için, baş çelişki haline gelmesi, bütün pratik sonuçları içinde, gözönüne alınmalıdır. Buna iki örnek veriyoruz:
a) Savaş suçlusu generallerin kadrosuna katılmasıyla ve Fransız burjuvazisinin suç ortaklığıyla yeniden silahlandırılan Wehrmacht, Sovyetler Birliği’ne saldırmaya niyetleniyor. Ama nasıl ki 1940’ta Hitler, Moskova üzerine yürümeden önce Paris’i elegeçirdiyse, aynı şekilde, Oradour canilerinin kendi öz ekonomik güçlüklerini çözmek için ülkemizi işgal (sayfa 144)etmeye ve yağma etmeye hazır olduklarını saptamak da yerinde olur. Nazilerin koruyucusu ve suç ortağı Adenauer’in siyaseti, bu bakımdan hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor. Ve Eisenhower, “Alman ordusunun, biz Amerikalıların gerekli göreceğimiz her yönde saldırabilmesini sağlayacak biçimde, işleri düzenlemek bizim çıkarımızadır ve görevimizdir” diye demeç verdiği zaman, bunu, işte böyle anlamak gerekir.
Çin-Hindi’nde döktüğü kanlarla zayıflamış ve Amerikan emperyalizmi tarafından soyulmuş bir Fransa, işte (Fransız burjuvazisinin yardımıyla belini doğrultmuş olan!) Alman burjuvazisi için, Sovyetler Birliği’nden daha kolaylıkla yutulacak bir av.
b) Kapitalist ülkeler arasındaki çelişkiler öyle bir önem kazanıyor ki, Amerikan emperyalizmi için bu ormanda kendi yasasını kabul ettirmek gittikçe daha güç bir hale geliyor: Amerikalıların baskılarına karşın Bonn antlaşmalarının ve Paris antlaşmasının onaylanmasının gecikmesi birçok başka örnekler arasında bir tanesidir. Sovyet diplomasisi, karşıtların diyalektiğine iyice egemen olmasını bildiği için, kapitalistler arasındaki çelişkilerden en büyük yararı sağlamaktadır. (SSCB, böylelikle, kapitalist İngiltere ile olan ticaretini geliştirmektedir.) Farklı düzenler arasında barış içinde birarada yaşama, böylece, kapitalizmin iç çelişkilerinin, her ne kadar kapitalizm-sosyalizm çelişkisine oranla ikincil iseler de önemli bir rol oynayacakları bir savaşımın ürünü olacaktır.
Şu halde, bir süreç incelendiği zaman, onu bütün gelişmesi içinde izlemenin ve ani bir görüşle yetinmemenin ne kadar gerekli olduğu görülüyor. Bugün doğmuş olan şu ya da bu ikincil bir çelişki, gerçekten yarın baş çelişki olacak.
Bu tahlil yöntemi, bugünün Fransası’na uygulandığında, çok karmaşık bir çelişkiler topluluğunu ortaya koyar: Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki; (kentlerin ve köylerin) küçük-burjuvazisi ile burjuvazi arasındaki çelişki; burjuvazinin rakip kanatları arasındaki çelişki vb.. Ama aynı zamanda, dış planda, Fransız emperyalizmi ile sömürdüğü (sayfa 145) sömürge halklar arasındaki çelişki de vardır; Fransız emperyalizmi ile öteki emperyalizmler, en başta Amerikan emperyalizmi ve yeniden doğan Alman emperyalizmi arasındaki çelişki vb. vardır. Ve elbette ki, Fransız kapitalizmi ile sosyalizm arasındaki çelişki de vardır. Bütün bu çelişkileri aynı plan üzerinde yerleştirebilir miyiz? Hayır. Eğer çağdaş Fransız toplumunu bütünüyle ele alacak olursak, baş çelişki, proletarya ile buijuvazi arasındaki savaşım, burjuva devrimin zaferinden beri[93] Fransız tarihini kırmızı bir şerit gibi kateden ve sonucuyla, sosyalizmin zaferini sağlayarak ülkenin geleceğini belirleyecek olan savaşımdır. Ama kapitalist burjuvazi, varlığını sürdürebilmek için Amerikan emperyalizminin himayesini davet etti. Böylece ulusun çıkarlarına ihanet etti. Şu halde onun sınıf siyaseti, yalnız devrimci proletaryaya karşı değil, burjuvazinin yankee egemenliğinden kazanç sağlamayan kanadı da dahil olmak üzere, öteki sınıflara da karşıdır. Sonuç olarak: yukarda belirttiğimiz baş çelişkiden doğan ikincil bir çelişki gelişmektedir (bir yanda Amerikan einperyalizmi ve ulusal-olmayan burjuvaziye karşı, öte yanda işçi sınıfının güdümünde Fransız ulusu). Bu ikincil çelişki öyle bir önem kazandı ki, bir zaman için baş çelişki haline geliyor. İşçi sınıfının ve ulusun öncüsü Fransız komünistlerinin güncel görevi, karşı durulmaz bir ulusal birlik cephesinin başında, iflas etmiş burjuvazinin ayaklar altında çiğnediği ulusal bağımsızlık bayrağını yükselterek ve ileri götürerek, bu çelişkiyi çözmektir.[94]
Şurası açıktır ki, teorik bakımdan kötü silahlanmış bir devrimci parti, çelişkilerin kaşılıklı hareketini anlayamayacak ve önceden göremeyecektir. O, ancak olayların kuyruğuna takılacaktır. (sayfa 146)

IV. ÇELİŞKİNİN BAŞLICA YÖNÜ VE İKİNCİL YÖNÜ

Hareket halindeki çelişkilerin özgül niteliğini incelemek, yalnızca her seferinde baş çelişkiyi ikincil çelişkilerden ayırmak demek değildir. Ayni zamanda her bir çelişkinin her iki yönünün bağıntılı önemlerini ortaya çıkarmaktır da.
Her çelişki, gerçekte, zorunlu olarak iki yön taşır, bu yönlerin birbirine karşıtlığı, ele alınan süreci nitelendirir. Şimdi, bu iki yön ya da bu iki kutup aynı plana konacak şeyler değillerdir. Bir çelişkiyi alalım (A karşı B, B karşı A). Eğer A ve B, sürekli olarak ve kesinlikle eşdeğer iki kuvvet olsaydı, hiçbir şey değişmeyecekti; iki kuvvet sonsuz olarak birbirlerini dengeledikleri için bütün hareket duracaktı. Şu halde, her zaman, çok az da olsa, ötekine üstün gelen bir güç vardır ve böylelikle çelişki gelişir. Belirli bir anda başlıca rolü oynayan, yani yüzyüze karşıtların hareketini belirleyen yöne, çelişkinin başlıca yönü diyoruz. Öteki yön, ikincil yöndür.
Ama, nasıl ki, baş çelişki ve ikincil çelişkiler yer değiştirebiliyorlarsa şu ya da bu ikincil çelişki birinci plana geçiyorsa aynı şekilde, bir çelişkinin başlıca yönü ile ikincil yönünün karşılıklı durumları da devingendir. Belli koşullarda başlıca yön ikincil, ikincil yön ise başlıca yön durumuna geçer.
Dördüncü dersimizde belirttiğimiz gibi, su, molekülleri biraraya toplama eğilimindeki yapışma kuvvetiyle, molekülleri birbirinden uzaklaştırma eğilimindeki dağılma kuvveti arasındaki çelişkinin bulunduğu yerdir. Katı durumda, çelişkinin başlıca yönü, moleküller arasındaki yapışma kuvvetidir; gaz durumunda ise başlıca yön dağılma kuvvetidir. Sıvı durumu ise, iki kuvvet arasında kararsız denge durumudur.
Fransa’da, Eski Düzende, feodalite ile kapitalizm arasındaki çelişkinin başlıca yönü, “feodal” yöndü. Ama, kapitalist burjuvazi, eski üretim ilişkilerine karşı savaşımında öyle gelişti ki, yeni ilişkilerin, kapitalist ilişkilerin üstünlüğünü kabul ettirdi. Çelişkinin ikincil yönü olan bu kapitalist ilişkiler, (sayfa 147) böylece başlıca yön halirie geldiler.
Çok önemli bir not: görüyoruz ki, çelişkinin iki yönünün birbirine karşı durumu, köklü olarak değişince, başlıca yön ikincil yön haline, ikincil yön başlıca yön haline gelince, nitel bir değişme vardır (dördüncü derse bakınız). Ve aynı zamanda, eski karşıtlar birliğinin parçalanması, yeni bir karşıtlar birliğinin ortaya çıkışı vardır.
Her defasında, başta gelen ve esas olan yönü belirlemek gerekir, çünkü, çelişkinin hareketini belirleyen bu yöndür. Baş çelişkinin başlıca yönü, işte diyalektik tahlilin kesin uygulama noktası. Bu, ikincil yönün hiçbir önemi bulunmadığı anlamına gelmez. Eski ile yeni arasındaki savaşıma bakalım: doğuşunda, yeni henüz çok zayıftır, çelişkinin ancak ikincil yönü olabilmektedir. Ama yeni olduğu için gelecek onundur; o, başlıca yön olacaktır ve onun zaferi bir nitel değişikliğe neden olacaktır.
Tarihsel materyalizmi incelerken üretimin, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki temel bir çelişki üzerinde nasıl geliştiğini ve bu çelişkinin başlıca yönünün nasıl kimi kez üretici güçler, kimi kez de üretim ilişkileri olduğunu (16. derse bakınız) göreceğiz.
Başka bir örnek: toplumsal pratik ve devrimci teori bir karşıtlar birliği oluştururlar, her biri öteki üzerinde etki yapar. Eğer süreç uzun bir dönemde dikkate alınacak olursa, belirleyici yön pratiktir: marksizm, proletaryanın nesnel savaşımları olmaksızın kurulamaz ve gelişemezdi. Ama belirli anlarda ikincil yön başta gelen yön olur, teori kesin bir önem kazanır. Bunun gibi, 1917’de Bolşevik Partisi, nesnel durum konusunda doğru bir teorik değerlendirme getirmemiş olsaydı, bu duruma elverişli sloganları atamayacak, yığınları seferber edemeyecek ve onları zafere giden atılış için örgütlendiremeyecekti. Rusya’da devrimci hareketin geleceği uzun bir süre için tehlikeye düşmüş olacaktı. Demek ki, teorik yön yalnızca ihmal edilmeyecek bir yön olmakla kalmaz, bazı koşullarda, başlıca yön haline, yani belirleyici yön haline de geçer. (sayfa 148)
“Lenin’in, ‘Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz” sözlerini söylediği sırada devrimci teorinin yaratılması ve savunulması, baş ve belirleyici bir rol oynuyordu. Herhangi bir iş yapılacağı zaman, bu işin yapılması ile ilgili buyruklar, yöntemler, plan ya da ilkeler yoksa, ana ve belirleyici etken, buyruk, yöntem, plan ya da ilkedir.”[95]
Nesnel etmenle öznel etmen karşılıklı etki durumunda bulunurlar, ve her an onların karşılıklı bağıntılı önemlerini en yakından değerlendirmek gerekir.
“Bunu söylemekle materyalizme ters mi düşüyoruz? Hayır. Çünkü, bütün olarak tarihin gelişmesinde maddi şeylerin manevi şeyleri, toplumsal varlığın toplumsal bilinci belirlediğini kabul etmekle, aynı zamanda, manevi şeylerin ve toplumsal bilincin toplumsal varlık üzerindeki, üstyapının ekonomik altyapı üzerindeki etkilerini de kabul ediyoruz ve kabul etmek zorundayız.”[96]
Ve Mao Çe-tung belirtiyor ki, diyalektik materyalizmin mekanik materyalizme kesin üstünlüğünü sağlayan da budur. (Mekanik materyalizme göre, durum ve koşullar ne olursa olsun, ağır basan öğe ağır basan öğe kaldığı, ikincil öğe ikincil öğe kaldığı için mekanik materyalizm metafiziktir.)

V. ÇELİŞKİ ÜZERİNE GENEL SONUÇLAR PRUDONCULUĞA KARŞI MARKSİZM

“Diyalektik, esas olarak, şeylerin kendi özündeki çelişkinin incelenmesidir.”[97]
Lenin, diyalektiğin çekirdeği olarak kabul ettiği bu dördüncü yasanın büyük önemi üzerinde ısrarla durur.
Bu yasayı kavrama güçsüzlüğü, sosyalizmi yüreğinden yaralar. Bunun en önemli örneği Proudhon’dur. Komünist Parti Manifestosu’nda Marx, Proudhon’u, tutucu sosyalizm (sayfa 149) ya da burjuva sosyalizmi kategorisi içinde sınıflandırır.
“Sosyalist burjuva, modern toplumsal koşulların bütün üstünlüklerini istiyor, ama buradan zorunlu olarak çıkan savaşımlar ve tehlikeler olmaksızın. Bunlar mevcut toplumu istiyorlar, yeter ki, devrimci ve çözücü öğeleri çıkartılmış olsun. Proletaryası olmayan bir burjuvazi istiyorlar.”[98]
Gerçekte Proudhon, karşıtların birliğini, iyi yan ile kötü yanın birliği olarak değerlendirir. İyi yanı koruyarak kötü yanı atmak ister. Bu, çelişkinin içte olma niteliğini yadsımaktır: burjuvazi-proletarya çelişkisi, kapitalist toplumun gerçek yapıcı öğesidir, ve kapitalist sömürü ancak bu çelişkiyle birlikte ortadan kalkar. Temelden birbirine karşıt olan sınıfların çıkarlarının uzlaşması ütopyadır.
Marx, Proudhon’u şöyle nitelendiriyor:
“Bilim adamı olarak, burjuvaların ve proleterlerin üstünden süzülerek uçmayı arzular; oysa sermayeyle emek, ekonomi politikle komünizm arasında ileri geri yalpalayan küçük-burjuvadır yalıizca.”[99]
Diyalektiği bu bilmeyişi, Proudhon’u reformculuğa, devrimci eylemin, yani sınıf savaşımının yüzlerce kez yinelenen yadsınmasına götürür. Onun için, imparator Napoléon III’e şu (18 Mayıs 1850 tarihli) mektubu yazmasında: “Öğretilerin sentezinin simgesi olan sınıfların uzlaşmasını savundum.”; gene not defterine 1847’de şöyle yazmasında: “Le Peuple (“Halk”) işçilerin gazetesi olacağı sırada, Le Moniteur Industriel ile, efendilerin gazetesi ile anlaşmanın yolunu bulmalı.” ; ve ensonu, Badinguet’nin hükümet darbesinden sonra söylediği: “Louis Napo1éon, tıpkı amcası gibi devrimci bir diktatördür; ama şu farkla ki, birincil konsül az önce devrimin birinci evresini kapatıyordu, başkan ise ikinciyi açıyor.” sözlerinde şaşılacak bir yan yoktur.
Blum gibi (İnsanlık Merdiveni adlı kitabın yazan), Jules Moch gibi (daha önceki derslerimizden birinde sözünü ettiğimiz Karşılaştırmalar’da) sosyalist liderler, “dengenin ve (sayfa 150) kararlılığın evrensel yasaları”na saygı göstermek bahanesiyle prudonculuğu yeniden canlandırmaya çalışıyorlar. Böylelikle burjuvazi karşısında teslimiyeti haklı gösteriyorlar. Böylece, Blum’un deyişiyle, “kapitalizmin sadık temsilcileri” gibi davranıyorlar. Teslim olmak, proletaryayı burjuvaziye teslim etmek, işte onların sözde “iki cephe üzerinde savaşım”larının sözde “üçüncü güç”lerinin gerçek anlamı. Sosyal-demokrasi baştan aşağı oportünizmdir; proletarya, eğer sınıf düşmanını yenmek istiyörsa, onunla kıyasıya savaşmalıdır.
Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in bilimsel sosyalizmi tek devrimci olandır, çünkü, karşıtların savaşımını, gerçeğin temel yasası olarak birinci plana alır. Onun için de devrimci proletaryanın “karşıtı” gerici burjuvaziye karşı ve diyalektiği yadsıyarak savaşın tam orta yerinde proletaryayı savaşımdan alıkoymak için çelişkileri maskelemeye çabalayan sosyal-demokrasi liderlerine karşı amansız bir savaşım yürütür.
Karşıtların savaşımının yenilik getirici erdemini bilen, militan diyalektikçiye örnek, Fransa’da, Maurice Thorez’dir. Devrimci liderin kendi “çıraklığını” andığı Fils du Peuple’de (“Halkın Çocuğu”nda) şöyle yazıyor:
“Marx’ın önemli bir fikri kafamda yer etmişti: diyalektik hareket, devrimi ve karşı-devrimi aralıksız bir savaşıma sürükler; devrim, karşı-devrimi her gün daha azgın, daha girişken yapar; karşı-devnm ise devrimi ilerletir ve devrimi, kendisine gerçekten devrimci bir parti edinmeye zorlar.”[100]
Ama diyalektik, yalnızca, sınıf savaşımının (burjuvaziye karşı proletarya), sosyalizmi doğuracak olan savaşımın oluşturduğu baş çelişkiyi anlamak ve sonuna kadar götürmek olanağını sağlamakla kalmaz. Burjuvaziye karşı ittifakı gerçekleştirebileceği büyük güçleri tanımak olanağını da sağlar proletaryaya. Burjuvazinin gerici siyasetinin gelişmesi de, emekçi köylü yığınlarının, orta sınıfların, aydınların vb. gittikçe büyüyen muhalefetine neden olur. Gerici burjuvaziye karşı Halk Cephesinin, yurdun bağımsızlığı uğruna Ulusal (sayfa 151) Cephenin teorisyeni Maurice Thorez’nin belirttiği gibi, bunlar, diyalektiğin günışığına çıkardığı çelişkilerdir.
Bütün çelişkiler ilk bakışta göze görünmezler, onun içindir ki, diyalektik , her zaman dış görünüşten gerçeğe gider ve hareketi hızlandırmak isterken, onu engelleyen sabırsızlıklardan kaçınır. Şu ya da bu küçük bir memur RPF’ye oy veriyor. L’Aurore gazetesini okuyor, anti-komünizm propagandası ile besleniyor… Bu adam bir gerici midir? Bu memur, RPFye oy veriyor, L’Aurore’u okuyorsa, bu hoşnut olmadığı ve RPF’de ve L’Aurore’da müttefikler bulacağına inandığı içindir. Onun davranışı, kurbanı olduğu nesnel çelişkilerin öznel yansısıdır. Teoriye egemen olan bir militanın görevi, hoşnut olmayan bu küçük-burjuvanın, kendisinin de kurbanı olduğu kapitalizmin nesnel çelişkilerinin bilincine varmasına, bunları kendinde açıkça görmesine, ve “küçüklerin özgürlüğü” adına büyük kapitalistlerin özgürlüğünü bağnazlıkla savunan RPF ve L’Aurore’un değil, ancak proletaryanın bütün emekçilerle ittifakı halinde yürüttüğü savaşımın bu çelişkilere çözüm getirebileceğinin bilincine varmasına yardım etmektir.
Bir gözlem: Zorunlu bir şey olan çelişkileri araştırmanın, fikir karışıklığı ile hiçbir ilgisi yoktur. Karşıtların birliğini araştırmak bahanesiyle her şeyi birbirine karıştırmamalıdır. Kendisiyle çelişki halinde olan bir düşünce, diyalektik düşünce değildir. Niçin? Çünkü, diyalektik bir düşünce, çelişkiyi kavrar, oysa kendisiyle çelişme halinde olan bir düşünce, çelişkinin kurbanıdır: böyle bir düşünce, karmakarışık bir düşüncedir.
Örnek: bazı burjuva ve, sosyal-demokrat yöneticiler yıllarca şöyle dediler: “Vietnam’la görüşmelere girişmeyi ve barış yapmayı elbette ki istiyoruz, ama Ho Şi-minh’le görüşmeyi istemiyoruz.” Diyalektik olmayan bir uslamlama; çünkü, gerçeğe sırt çeviriyor; gerçekte, barış yapmak, düşmanla görüşmelere girişmektir. Vietnam’da sömürgeci burjuvazinin düşmanı da Ho Şi-minh’dir, başka hiç kimse değil.
Görülüyor ki, bu mantık yanlıştır. Eğer gene de nedenini (sayfa 152) kendimize soracak olursak, bu uslamlamanın yukarıdaki sözleri söyleyenlerin kurbanı oldukları nesnel bir çelişkiyi, yani savaşı sürdürmek isteyen sömürgecilerin çıkarları ile barış isteyen (sömürgecileri, barışı görüşmeye zorlayan) halkın çıkarları arasındaki çelişkiyi yansıttığı için yanlış olduğunu bulacağız. Demek ki, yanlış ve karışık bir uslamlama, tamamıyla nesnel ve diyalektik olan bir gerçeği ifade edebilir. Diyalektik tahlil, yanlış bir uslamlamadan onun gizlediği ya da bilmediği bir gerçeğe ulaşır. (sayfa 153)

YOKLAMA SORULARI

1. Çelişkinin özgül niteliği nedir? Bir-iki örnekle açıklayınız.
2. Şu ya da bu büyük artistin, büyük bir yazarın yapıtında özgül ile evrenselin birliğini nasıl gerçekleştirebildiğini gösteriniz.
3. Kesin bir örnekle, ikincil bir çelişkinin, nasıl baş çelişki haline gelebileceğini gösteriniz.
4. Kesin bir örnekle, bir çelişkinin ikincil yönünün nasıl başlıca yön haline geldiğini gösteriniz.
5. Ne bakımdan, Lenin’in ifadesine göre, karşıtların savaşımı “diyalektiğin çekirdeği”dir?
6. Sosyalizm, diyalektik yöntemi bırakırsa, neden soysuzlaşır?

Dipnotlar

[79] Mao Çe-tung, “Çelişki Üzerine”, Teori ve Prattik, s. 34.
[80] Bielinski, Seçme Yapıtlar, c. III, 1948, Rusça baskı.
[81] J. Stalin, “SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları”, Son Yazılar, 1950-1963, s. 64.
[82] J. Stalin, Son Yazılar, 1950-1953, s. 95-99.
[83] Stalin, Bir Kere Daha Sendikalar Üzerine.
[84] Şubat 1917 Devriminin amacı, çarlığı yıkmaktı. Bu bir burjuva demokratik devrimdi. Lenin ve bolşevikler bu soruna, doğru olan yöntemi uyguladılar: köylüyü kendi tarafına kazanmaya ve çarlıkla uzlaşmaya vararak devrimi tasfiyeye çalışan liberal kralcı burjuvaziyi tecrit ederek, proletaryanın köylü ile ittifakını sağlayarak çarlığı yenilgiye uğrattılar.
Ekim 1917 Devriminin amacı, emperyalist burjuvaziyi yenmek, emperyalist savaştan çıkmak, proletarya iktidarını kurmaktı. Bu bir sosyalist devrimdi. Lenin ve bolşevikler bu soruna doğru yöntemi uyguladılar. Köy emekçileri kitlesini kendi tarafına kazanmaya ve emperyalizm ile anlaşmaya vararak devrimi tasfiye etmeye çalışan küçük-burjuvazinin (menşeviklerin, sosyalist-devrimcilerin) kararsızlığını felce uğratarak proletaryanın yoksul köylü ile ittifakını sağlama yoluyla emperyaist burjuvaziyi yenilgiye uğrattılar. (Bu konuda bkz: Stalin, “Strateji ve Taktik”, Leninizmin Sorunları, s. 70-84; J. Stalin, Leninizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 66-81.)
[85] Mao Çe-tung, “Çelişki Üzerine”, Teori ve Pratik, s. 36-37.
[86] Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tüzüğü, 3-İ.
[87] Zaten aynı sürecin, duruma göre hem evrensel, hem özgül olabileceğini görmekteyiz. Artı-değer yasası, kapitalizmin özgül yasasıdır, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki zorunlu uygunluk yasası ise evrenseldir (bu yasa, örneğin kapitalist toplum için olduğu kadar, kölelik toplumu için de geçerlidir). Ama artı-değer yasası, kapitalizmin ayrı ayrı aşamalarında aldığı somut, özgül yönler bakımından evrenseldir: bu bakımdan azami kâr yasasından daha geniş bir evrensellik gösterir. Üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliğinin zorunlu uygunluğu evrensel yasasına gelince, bu yasa toplumların özgül yasasıdır.
[88] Mao Çe-tung, “Çelişki Üzerine”, Teori ve Pratik, a. 45-46.
[89] Paul Eluard, “Courage”dan, Poèmes, s. 295.
[90] J. Stalin, “SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’, Son Yazılar, 1950-1953, s. 92-93.
[91] J. Stalin, aynı yapıt, s. 93.
[92] J. Stalin, aynı yapıt, s. 93-94.
[93] Eski feodal düzende, daha o zaman proletarya ile burjuvazi arasında savaşım vardı, ama o dönemde bu henüz ikincil bir çelişkiydi.
[94] Bkz: J. Stalin, “Sovyetler Birliği Komünist Partisi XIX. Kongresi Kapanış Toplantısı Konuşması”, Son Yazılar, 1950-1953, s. 187.
[95] Mao Çe-tung, “Çelişki Üzerine”, Teori ve Pratik, s. 52.
[96] Mao Çe-tung, aynı yapıt, s. 52-53.
[97] Lénine, Cahiers philosophiques.
[98] Marx, Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İllkeleri, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 141.
[99] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 115.
[100] Maurice Thorez, Fils du Peuple, s. 65.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments