SUNUŞ
1905-06 kışında, Prens Peter Kropotkin’in izleyicilerinden olan Gürcistan’daki bir grup anarşist, Kafkasya’da, marksistlere karşı şiddetli bir ideolojik kampanyaya girişti. Bu grup, şimdi, Tbilisi olan Tiflis’te birkaç gazete yayınladı. Anarşistler, işçi sınıfı arasında hiç bir desteğe sahip değillerdi, ama sınıf-dışı (declassed) ve küçük-burjuva gruplar arasında bazı başarılar elde ettiler.
Stalin, anarşistlere karşı “Anarşizm mi? Sosyalizm mi?” genel başlığı altında, Gürcüce bir dizi makale yazdı; bu kitapçık bu makalelerden oluşmaktadır.
İlk dört makale, Haziran-Temmuz 1906’da (20 Hazirandan 14 Temmuza kadar), Tiflis’te, Josef Stalin’in (sayfa 7) yönetimi altında yayınlanan günlük bolşevik gazetesi Akhali Çovreba’da (“Yeni Yaşam”) orijinal haliyle yayınlandı. Gazete yetkili makamlarca kapatıldığından dizi devam edemedi. Makaleler, Aralık 1906 ve Ocak 1907’de, biraz düzeltilmiş bir biçimde, 14 Kasım 1906’dan, Tiflis valisinin emriyle 8 Ocak 1907’de kapatılana kadar Tiflis’te yayınlanan haftalık bir sendika dergisi olan Akhali Droyeba’da (“Yeni Zamanlar”) yayınlandı. Editöre ait bir açıklamada şöyle deniyordu:
“Geçenlerde, Hizmet İşçileri Sendikası bize bir mektup yazarak, sosyalizm, anarşizm ve benzeri sorunlar üzerine makaleler yayınlamamızı önerdi. … Diğer bazı yoldaşlar da aynı istekte bulunmuşlardı. Bu istekleri hoşnutlukla karşılıyor ve makaleleri yayınlıyoruz. Bu makalelere gelince, bazılarının, Gürcistan basınında zaten yayınlanmış olduğunu belirtmemiz gerekiyor, (ama yazarın elinde olmayan nedenlerden ötürü bunlar tamamlanmamışlardır). Gene de, bütün makalelerin tamamını yayınlamayı gerekli gördük ve yazardan, onları halkın daha iyi anlayacağı bir biçimde, yeniden yazmasını istedik ve o da bunu severek yaptı.”
Tiflis bolşevik günlük basınında dizilerin yayını sürdürüldü: bunlar, Şubat 1907’den -“aşırı eğilimi” yüzünden- 6 Mart 1907’de kapatılmasına kadar Çıveni Çovreba’da (“Yaşamımız”) ve sonra da Nisan 1907’de Dro’da (“Zaman”) yayınlandı.
Ancak, dizi hiç bir zaman tamamlanamadı. 1907 ortalarında, Stalin, Bakü’ya gitmek üzere Tiflis’ten ayrıldı, birkaç ay sonra da orada tutuklandı. Eşyaları aranırken son bölümlere ait notları kaybolmuştur. (sayfa 8)
ANARŞİZM Mİ? SOSYALİZM Mİ?
ÇAĞDAŞ toplumsal hayatın odağı, sınıf mücadelesidir. Bu mücadele sırasında, her sınıfa, kendi ideolojisi yol gösterir. Burjuvazi, kendi ideolojisine, [şu] sözde liberalizm’e[1] sahiptir. Proletarya da kendi ideolojisine sahiptir – bu, çok iyi bilindiği gibi, sosyalizmdir.
Liberalizme, bütün ve bölünmez bir şey olarak bakılmamalıdır: bu, burjuvazinin farklı tabakalarına tekabül eden farklı eğilimlere bölünmüştür.
Sosyalizm de, bütün ve bölünmez değildir: onun içinde de farklı eğilimler vardır.
Biz, burada, liberalizmi incelemeyeceğiz – bu görevi başka bir zamana bırakmak daha iyi olur. Okuyucuya, (sayfa 9) yalnızca sosyalizmi ve onun eğilimlerini tanıtmak istiyoruz. Sanırız,, bunu daha ilginç bulacaktır.
Sosyalizm üç ana eğilime ayrılmıştır: reform, anarşizm ve marksizm.
Reformizm, (Bernstein[2] ve diğerleri), sosyalizmi uzak bir hedef olarak görür, bundan öte bir şey değil, ve gerçekte sosyalist devrimi reddeder ve sosyalizmi barşçı araçlarla kurmayı amaçlar. Reformizm, sınıf mücadelesini değil, sınıf işbirliğini savunur. Bu reformizm, gün geçtikçe çürümekte, gün geçtikçe sosyalizme benzer [yanlarının] tümünü yitirmektedir ve bizce, bu makalelerde, sosyalizmi tanımlarken, [reformizmi] incelemenin hiçbir gereği yoktur.
Marksizm ve anarşizme gelince iş başkadır: her ikisi de, bugün, sosyalist eğllimler olarak kabul edilmektedir, her ikisi de birbirlerine karşı şiddetli bir mücadele vermektedirler, her ikisi de kendilerini, proletaryaya gerçek sosyalist doktrinler olarak sunmaya çalışmaktadırlar ve kuşkusuz, bu ikisinin incelenmesi ve karşılaştırılması, okuyucuya çok daha ilginç gelecektir.
Biz, “anarşizm” sözcüğü söylenince küçümseyerek başını çeviren, yukardan bir havayla elini sallayarak, “Neden bunun üzerinde vakit harcamalı? Hakkında konuşmaya bile değmez” diyenlerden değiliz. Bizce, böyle ucuz “eleştiriler” hafifliktir ve [hiç bir] yararı yoktu.
Biz, anarşistlerin “arkalarında yığınlar bulunmadığı, ve bu yüzden, pek tehlikeli olmadıkları” düşüncesiyle kendisini avutanlardan da değiliz. Bugün sorun, kimin, daha büyük ya da daha küçük “yığınları” arkasından sürüklediği sorunu değildir; önemli olan doktrinin özüdür. Eğer anarşistlerin “doktrini” gerçeği yansıtıyorsa, o zaman açıktır ki, [anarşizm] kendine mutlaka bir yol açacak ve yığınları kendi etrafında toplayacaktır. Ama, eğer geçersizse ve yanlış bir temel üzerine kurulmuşsa, çok (sayfa 10) devam edemeyecek ve ayakları havada kalacaktır. Ama anarşizmin geçersizliği kanıtlanmalıdır.
Bazı kişiler, marksizmin ve anarşizmin aynı ilkelere dayandığını ve aralarındaki anlaşmazlıkların yalnızca taktiklere ilişkin olduğunu sanırlar, öyle ki, bu kişilerin görüşüne göre, bir eğilimi diğerinin karşısına çıkartmak yanlıştır.
Bu, büyük bir hatadır. Biz, anarşistlerin, marksizmin gerçek düşmanları olduğuna inanırız. Bunun sonucu olarak da, gerçek düşmanlara karşı gerçek bir mücadele verilmesi gerektiğini savunuruz. Bu nedenle, anarşistlerin “doktrinini” baştan sona incelemek ve bütün yönleriyle iyice değerlendirmek zorunludur.
Mesele şudur ki, marksizm ve anarşizm, her ikisi de, mücadele arenasına sosyalizm bayrağı altında girmelerine rağmen, bütünüyle farklı ilkeler üzerine kurulmuşlardır. Anarşizmin temel taşı, bireydir. [Anarşizmin] öğretilerine göre, [bireyin] kurtuluşu, yığınların, [yani] kolektif vücudun kurtuluşunun baş koşuludur. Anarşizmin öğretilerine göre, birey kurtulmadıkça, yığınların kurtulması olanaksızdır. Buna uygun olarak, sloganı, “Her şey birey için”dir. Oysa marksizmin temel taşı yığınlardır. [Marksizmin] öğretilerine göre, [yığınların] kurtuluşu, bireyin kurtuluşunun baş koşuludur. Yani, marksizmin öğretilerine göre, yığınlar kurtulmadıkça, bireyin kurtulması olanaksızdır. Buna uygun olarak, sloganı, “Her şey yığınlar için”dir.
Açıktır ki, burada, sadece taktikler üzerine anlaşmazlık değil, biri diğerini reddeden iki ilke bulunmaktadır.
Makalelerimizin amacı, bu iki karşıt ilkeyi yanyana koymak, marksizmi anarşizmle karşılaştırmak ve böylece herbirinin meziyetlerine ve kusurlarına ışık tutmaktır.
Tam burada, okuyucuya bu makalelerin planı (sayfa 11) hakkında bilgi vermek gerekir kanısındayız. Marksizmin bir tanımı ile [işe] başlayacağız, bu arada anarşistlerin marksizm üzerindeki görüşlerine değineceğiz, ondan sonra da anarşjzmin eleştirisine geçeceğiz. Şöyle ki, diyalektik yöntemi, bu yöntem üzerine anarşistlerin görüşlerini, ve bizim eleştirimizi; materyalist teoriyi, anarşistlerin görüşünü ve bizim eleştirimizi (burada da sosyalist devrimi, sosyalist diktatörlüğü, asgari programı ve genel olarak taktikleri tartışacağız); anarşistlerin felsefesini ve bizim eleştirimizi; anarşistlerin sosyalizmini ve bizim eleştirimizi; anarşist taktikleri ve örgütlenmeyi açıklayacağız – ve sonuç olarak da vargılarımızı vereceğiz.
Küçük topluluk sosyalizminin savunucuları olan anarşistlerin, gerçek sosyalistler olmadığını kanıtlamaya çalışacağız.
Ayrıca, proletarya diktatörlüğünü reddettikleri sürece, anarşistlerin gerçek devrimciler de olmıadıklarını kanıtlamaya çalışacağız…
Ve böylece, konumuzda ilerleyeceğiz. (sayfa 12)
1. DİYALEKTİK YÖNTEM
“Dünyadaki her şey hareket halindedir…
Yaşam değişir, üretici güçler büyür,
eski ilişkiler çöker.”
KARL MARX
Marksizm, yalnızca sosyalizmin teorisi değil, bütün bir dünya görüşü, bir felsefi sistemdir. Marx’ın proleter sosyalizmi, [bunun] mantıki bir sonucudur. Bu felsefi sisteme, diyalektik materyalizm denir.
Bu yüzden, marksizmi yorumlamak, aynı zamanda, diyalektik materyalizmi yorumlamak anlamına gelir.
Bu sisteme neden diyalektik materyalizm adı verilmiştir?
Çünkü yöntemi diyalektik ve teorisi materyalisttir.
Diyalektik yöntem nedir?
Deniliyor ki, toplumsal yaşam sürekli hareket ve gelişme halindedir. Bu doğrudur: yaşama, değişmez ve (sayfa 13) durağan bir şey gözü ile bakılmamalıdır; [yaşam ] hiç bir zaman bir düzeyde kalmaz, sonsuz bir hareket, sonsuz bir yıkılış ve yaratılış süreci içindedir. Bu nedenle, yaşam her zaman eski ve yeniyi, büyüyen ve öleni, devrimci ve karşı-devrimci olanı içerir.
Diyalektik yöntem, bize, yaşama, gerçekte olduğu gibi bakmamız gerektiğini anlatır. Gördük ki, yaşam sürekli hareket halindedir; dolayısıyla yaşama, hareketi içinde bakmalı ve sormalıyız: yaşam nereye gidiyor? Gördük ki, yaşam sürekli bir yıkılış ve yaratılış görünümü sunmaktadır; dolayısıyla yaşamı, yıkılış ve yaratılış süreci içinde incelemeli ve sormalıyız: yaşamda yıkılan nedir, yaratılan nedir?
Doğan ve günden güne gelişen yaşam, yenilemez, onun ilerlemesi engellenemez. Bu demektir ki, örneğin eğer proletarya bir sınıf olarak doğmuşsa ve günden güne büyüyorsa, bugün ne kadar zayıf va sayıca az olursa olsun, uzun vadede zafere ulaşacaktır. Neden? Çünkü büyümekte, güç kazanmakta ve ileriye doğru yürümektedir. Öte yandan, yaşamda, eskiyen ve ölümüne yaklaşan şey, bugün dev bir gücü temsil etse de, kaçınılmaz olarak bir yenilgiye uğrayacaktır. Bu demektir ki, örneğin, eğer, toprak, burjuvazinin ayağının altından yavaş yavaş kayıyorsa, ve burjuvazi, her geçen gün daha çok geriye kayıyorsa, bugün ne kadar güçlü ve sayıca çok olursa olsun, uzun vadede yenilgiye uğrayacaktır. Niçin? Çünkü, bir sınıf olarak, çürümekte, güçsüzleşmekte, eskimekte ve yaşam için bir yük haline gelmektedir.
Bundan şu ünlü diyalektik önerme doğmuştur: gerçekten var olan her şey, yani gün geçtikçe büyüyen her şey akla uygundur, ve gün geçtikçe çürüyen her şey akla aykırıdır, dolayısıyla da yenilgiden kurtulamaz.
Örneğin: Geçen yüzyılın seksenlerinde, Rus devrimci aydınları arasında büyük bir anlaşmazlık patlak verdi. (sayfa 14) Popülistler, “Rusya’yı kurtarma” görevini yüklenecek temel gücün, kır ve kent küçük-burjuvazisi olduğunu iddia ediyorlardı. Marksistler onlara sordular: neden? Çünkü diye yanıtladı popülistler kır ve kent küçük-burjuvazisi, bugün çoğunluğu oluşturuyor ve üstelik yoksulluk ve sefalet içinde yaşıyorlar.
Buna marksistler cevap verdi: kır ve kent küçük-burjuvazisinin bugün çoğunluğu oluşturduğu ve gerçekten yoksul olduğu doğrudur, ama sorun bu mudur? Küçük-burjuvazi, uzun süreden beri çoğunluğu oluşturmaktadır, ama bugüne kadar, proletaryanın yardımı olmaksızın, “özgürlük” mücadelesinde hiç bir inisiyatif göstermemiştir. Neden? Çünkü küçük-burjuvazi, bir sınıf olarak, büyümemektedir; tam tersine, gün geçtikçe parçalanmakta ve burjuvaziye ve proletaryaya [dönüşerek] dağılmaktadır. Öte yandan, yoksulluk da, burada belirleyici önem taşımaz; kuşkusuz, “serseriler” küçük-burjuvaziden daha yoksuldur, ama hiç kimse, “Rusya’yı kurtarma” görevini yüklenebileceklerini söylemeyecektir.
Gördüğünüz gibi, sorun, bugün hangi sınıfın çoğunluğu oluşturduğu ya da hangi sınıfın daha yoksul olduğu değil, hangi sınıfın güç kazandığı ve hangisinin çürüdüğüdür.
Ve proletarya, durmadan büyüyen ve güç kazanan, toplumsal yaşamı ileri doğru iten ve bütün devrimci unsurları kendi etrafına toplayan tek sınıf olduğuna göre, ona, bugünkü hareketin temel gücü gözü ile bakmalı, onun saflarına katılmalı ve onun ilerici çabalarını, kendi çabalarımız olarak benimsemeliyiz.
İşte marksistler böyle cevap verdiler. Açıktır ki, marksistler, yaşama diyalektik açıdan bakarlarken, popülistler metafizik [yöntemle] tartışıyorlar – onlar toplumsal yaşamı, durağan kalan bir şey olarak betimliyorlardı. (sayfa 15)
Diyalektik yöntem, yaşamın gelişmesine işte böyle bakar.
Ama hareket vardır, hareket vardır. Proletaryanın ayağa kalkarak, silah depolarına hücum ettiği, ve irticaya karşı bir saldırıya giriştiği “Aralık Günleri”[3] sırasında, toplumsal yaşamda hareket vardı. Ama, proletaryanın “barışçı” gelişme koşulları altında, tek tek grevler ve küçük sendikaların kurulması ile yetindiği daha önceki yılları hareketine de, toplumsal hareket adı verilmelidir
Açıktır ki, hareket farklı biçimlere bürünmektedir. Ve bu yüzden, diyalektik yöntem, hareketin iki biçimi olduğunu söyler evrimci ve devrimci [hareket].
İlerici unsurlar, günlük faaliyetlerini kendiliklerinden sürdürdükleri ve eski düzeni, küçük, nicel değişmelere uğrattıkları zaman, hareket evrimcidir.
Aynı unsurlar, birleştikleri, bir tek görüşle donandıkları ve eski düzeni yok etmek ve yaşamı nitel olarak değiştirmek, yeni bir düzen kurmak amacıyla düşman kampını süpürüp geçtikleri zaman, hareket devrimcidir
Evrim, devrimi hazırlar ve ona zemin yaratır; devrim, evrim sürecini tamamlar ve onun daha ileri faaliyetini kolaylaştırır.
Doğada da benzer süreçler yer alır. Bilim tarihi göstermiştir ki, diyalektik yöntem, gerçekten bilimsel bir yöntemdir Astronomiden başlayıp, toplum bilime kadar her alanda, evrende hiç bir şeyin öncesiz ve sonsuz olmadığı, her şeyin değişip, her şeyin geliştiği düşüncesinin kanıtını buluruz. Ve bu demektir ki, diyalektiğin ruhu, zamanımız biliminie tümüne işlemiştir
Hareketin biçimlerine gelince, diyalektiğe göre küçük nicel değişikliklerin uzun dönemde nitel değişikliklere yol açacağı gerçeğıne gelınce – bu yasa, doğa tarihi için de, aynı ölçüde geçerlidir. Mendeleyev’ın, “unsurların devri çizelgesi” nicel değişikliklerden, nitel değişiklikler (sayfa 16) doğmasının doğa tarihinde ne büyük önem taşıdığını göstermektedir. Aynı şey, biyolojide, yeni-darvinizmin[4] yerini almakta olan yeni-lamarkizm[5] ile sergilenmektedir.
Friedrich Engels’in, Anti-Dühring’inde[6] yeter derecede ışık tutttuğu diğer gerçekler hakkında bir şey söylemeyeceğiz.
Diyalektik yöntemin kapsamı işte budur.
ANARŞİSTLER, diyalektik yönteme ne gözle bakarlar?
Herkes bilir ki, Hegel[7] diyalektik yöntemin babasıydı. Marx, bu yöntemi arındırdı ve geliştirdi. Anarşistler bunun farkındalar kuşkusuz. Hegel’in bir tutucu olduğunu biliyorlar, ve böylece, bundan yararlanarak, “restorasyonun” savunucusu diye Hegel’e şiddetli küfürler yağdırıyorlar, büyük bir gayretle, “Hegel’in restorasyonun filozofu olduğunu … mutlak biçimiyle bürokratik anayasacılığı övdüğünü, onun tarih felsefesindeki genel düşüncenin restorasyon döneminin felsefi eğilimine bağlı olduğunu ve ona hizmet ettiğini” ve vesaire vesaire, “kanıtlamaya” çalışıyorlar.[8]
Ünlü anarşist Kropotkin,[9] yapıtlarında aynı şeyleri “kanıtlamaya” çalışır. (Bkz: örneğin, Bilim ve Anarşizm adlı Rusça yapıtı.)[10]
Bizim kropotkincilerimiz, Çerkezişvili’den[11] Sh. G’ye[12] kadar hepsi, bir ağızdan Kropotkin’in [söylediklerini] tekrarlıyorlar.
Gerçekten, kimse bu konuda onların söylediklerine karşı çıkmıyor; tam tersine, herkes, Hegel’in devrimci olmadığı görüşüne katılıyor. Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi[13] adlı yapıtlarında, Hegel’in tarih görüşlerinin, halkın egemenliği düşüncesiyle esastan çeliştiğini herkesten once kanıtlayanlar, Marx ve Engels’in kendileridir. Ama buna rağmen, anarşistler “kanıtlama” çabalarına devam ediyorlar (sayfa 17) ve Hegel’in bir “restorasyon” savunucusu olduğunu “kanıtlama” çabalarına, her geçen gün devam etmeyi gerekli sayıyorlar. Bunu niçin yapıyorlar? Muhtemelen, bu yolla Hegel’i gözden düşürmek ve okuyucularına “gerici” Hegel’in yöntemınin de “iğrenç” olduğunu ve bilimsel [sayılamıyacağı] sanısını vermek için.
Anarşistler bütün bununla diyalektik yöntemi çürütebileceklerini sanıyorlar.
Biz iddia ediyoruz ki, bu yolla kendi cehaletlerinden başka hiç bir şeyi kanıtlayamazlar. Pascal[14] ve Leibnitz[15] devrimci değillerdi, ama keşfettikleri matematiksel yöntem, bugün bilimsel bir yöntem olarak kabul edilmektedir. Mayer[16] ve Helmholtz[17] devrimci değillerdi, ama fizik alanındaki buluşları bilimin temeli olmuştur. Lamarck ve Darwin de devrimci değillerdi, ama onların evrimci yöntemi biyoloji bilimini ayakları üstüne oturtmuştur… O halde, tutuculuğuna rağmen, Hegel’in diyalektik yöntem denen bilimsel bir yöntem bulmayı başardığı neden kabul edilmesin ?
Hayır, bu yolla, anarşistler kendi cehaletlerinden başka bir şey kanıtlıyamazlar.
Devam edelim. Anarşistlerin görüşüne göre, “diyalektik metafiziktir”, ve onlar, “bilimi metafizikten, felsefeyi ilahiyattan kurtarmak istediklerine göre”, diyalektik yöntemi reddetmektedirler.[18]
Ah bu anarşistler! “Kendi günahları için başkasına kabahat bulmak” diye bir deyim vardır. Diyalektik, metafiziğe karşı mücadele içinde olgunlaşmış ve bu mücadele içinde ün kazanmıştır; ama anarşistlere göre diyalektik metafiziktir!
Diyalektik bize dünyadaki hiç bir şeyin öncesiz ve sonsuz olmadığını, dünyadaki her şeyin geçici ve değişken olduğunu anlatır; doğa değişir, toplum değişir, alışkanlıklar ve gelenekler değişir, adalet kavramları değişir, (sayfa 18) gerçeğin kendisi değişir – işte bunun için diyalektik, her şeye eleştirici [bir gözle] bakar; işte bunun için değişmez olarak konan bir gerçeğin varlığını yadsır. Bunun sonucu olarak, “bir kere keşfedilince, sadece ezberlenmesi gereken” soyut, “dogmatik sözleri” de reddeder.[19]
Oysa, metafizik, bize tümüyle farklı bir şey anlatmaktadır. Onun açısından dünya öncesiz ve sonsuz ve değişmez bir şeydir,[20] bir kimse veya bir şey tarafından ilk ve son olarak belirlenmiştir – işte bunun için, metafizikçiler, “öncesiz ve sonsuz adaleti” veya “değişmez gerçeği” ağızlarından düşürmezler.
Anarşistlerin “babası” Proudhon,[21] dünyada, gelecekteki toplumun temeli olma işini görecek ilk ve son olarak belirlenmiş değişmez bir adalet bulunduğunu söyler. İşte bunun için Proudhon’a metafizikçi denmektedir. Karl Marx, Proudhon’a karşı, diyalektik yöntem yardımıyla savaştı ve dünyadaki her şey değiştiğine göre, “adaletin” de değişmesi gerektiğini ve dolayısıyla “değişmez adaletin” sadece metafizik saçmalık olduğunu kanıtladı.[22] Oysa metafizikçi Proudhon’un Gürcü çömezleri, “Marx’ın diyalektiği metafiziktir” diye tekrarlamaya devam ediyorlar!
Metafizik, örneğin, “bilinmez”, “kendi içinde şey” gibi çeşitli bulanık dogmalar kabul eder ve uzun vadede yavan bir ilahiyata dönüşür. Proudhon ve Spencer’in[23] tersine, Engels, diyalektik yöntem yardımıyla, bu dogmalara karşı savaştı,[24] ama anarşistler -Proudhon ve Spencer’in öğretilileri- bize diyorlar ki, Proudhon ve Spencer bilim adamlarıdır, Ma:rx ve Engels de metafizikçidirler!
İkisinden biri: ya anarşistler kendilerini aldatıyorlar ya da ne dediklerini bilmiyorlar.
Her halde, kuşku yok ki, anarşistler, Hegel’in metafizik sistemiyle onun diyalektik yöntemini birbirine karıştırıyorlar. Hegel’in değişmeyen düşünceye dayanan (sayfa 19) felsefi sisteminin baştan sona kadar metafizik olduğunu söylemeye bile gerek yok. Ama Hegel’in, bütün değişmez düşünceleri reddeden diyalektik yönteminin baştan sona kadar bilimsel ve devrimci olduğu da açıktır.
İşte bunun için, eleştirilerinde, Hegel’in metafizik sistemini yerin dibine batıran Karl Marx, aynı zaman. da, onun diyalektik yöntemini övmüştür. [Bu yöntem] Marxın dediği gibi “hiç bir ekleme gerektirmez ve özünde eleştirici ve devrimcidir”.[25]
İşte bunun için, Engels, Hegel’in yöntemiyle, onun sistemi arasında büyük bir fark görmektedir. “Her kim esas ağırlığı hegelci sisteme verirse, her iki alanda da epeyce tutucu olabilir; her kim diyalektik yönteme temel nokta gözü ile bakarsa, hem siyasette, hem dinde, en aşırı muhalefete mensup olabilir.”[26]
Anarşistler, bu farkı göremiyorlar ve düşüncesizce, “diyalektik, metafiziktir” diye iddia ediyorlar.
Devam edelim. Anarşistler, diyalektik yöntemin, “kurnazca laf kalabalığı”, “bir safsata yöntemi”, “mantık perendeleri”[27] olduğunu, “bu yöntem yardımıyla hem gerçeğin, hem de yalanın aynı kolaylıkla kanıtlandığını”[28] söylüyorlar.
Böylece, anarşistlerin görüşüne göre, diyalektik yöntem hem gerçeği, hem yalanı kanıtlamaktadır.
İlk bakışta, anarşistlerin öne sürdüğü suçlamanın bir temeli varmış gibi görünebilir. Örneğin, Engels’in metafizik yöntemin izleyicileri hakkında neler söylediğine kulak verelim:
“O şöyle konuşur: Evet evet, hayır hayır, çünkü bunun ötesinde olan her şeyden, şeytanlık gelir. Ona göre, bir şey, ya vardır, ya yoktur; bir şey, aynı zamanda, hem kendisi, hem de başka bir şey olamaz. Olumlu ve olumsuz, birbirlerinin dışındadırlar.”[29]
Anarşistler öfkeyle bağırıyorlar: nasıl olur bu? Bir (sayfa 20) şeyin aynı zamanda hem iyi, hem kötü olması mümkün müdür? Bu “safsata”dır, “sözcüklerle oynamaktır”, ve bu durum “gerçeği ve yalanı aynı kolaylıkla kanıtlamak istediğinizi” ortaya koymaktadır!…
Ama sorunun özüne girelim.
Bugün, biz, bir demokratik cumhuriyet istiyoruz. Demokratik cumhuriyetin bütün yönleriyle iyi olduğunu, ya da kötü olduğunu söyleyebilirmiyiz! Hayır, söyleyemeyiz! Neden? Çünkü, demokratik cumhuriyet, sadece bir yönüyle, feodal sistemi yıkacağı için iyidir; ama öte yandan burjuva sistemini güçlendireceği için kötüdür. Bu yüzden biz şöyle deriz: Demokratik cumhuriyet, feodal sistemi yıktığı ölçüde iyidir -ve biz onun uğruna savaşırız; ama burjuva sistemini güçlendirdiği ölçüde kötüdür- ve biz ona karşı savaşırız.
O halde, aynı demokratik cumhuriyet, aynı zamanda, hem “iyi”, hem “kötü” olabilir – hem “evet”, hem “hayır”dır.
Aynı şey, proletaryayı güçlendirdiği ölçüde “iyi” olan ve ücret sistemini güçlendirdiği ölçüde “kötü” olan sekiz saatlik işgünü için de söylenebilir.
Engels, diyalektik yöntemi yukarda aktardığımız sözcüklerle nitelendirdiği zaman, işte bu türden gerçekleri gözönünde tutuyordu.
Oysa, anarşistler bunu anlayamıyorlar ve kesinlikle açık bir düşünce, onlara bulanık bir “safsata” gibi geliyor.
Kuşkusuz anarşistler, bu gerçekleri görüp görmemekte serbestirler, kumsaldaki kumları bile görmezlikten gelebilirler – bunu yapmaya pekala hakları vardır. Ama anarşizmden farklı olarak, yaşama gözlerini kapatarak bakmayan, yaşamın nabzını elinde tutan ve açıkça: yaşam değiştiğinden ve hareket halinde olduğundan, yaşamdaki her olgu iki eğilime sahiptir – olumlu bir [eğilim] ve (sayfa 21) olumsuz bir [eğilim]; ilkini savunmalı, ikincisini reddetmeliyiz, diyen diyalektik yöntemi işin içine katmalarına ne gerek var?
Biraz daha ilerleyelim. Anarşistlerin görüşüne göre, “Diyalektik gelişme, felaketle sonuçlanan bir gelişmedir, öyle ki, bununla, önce geçmiş kökünden yıkılır ve sonra da gelecek [bundan] oldukça bağlantısız bir biçimde kurulur.. ..Cuvier’in[30] afetleri, bilinmeyen nedenlere bağlıydı, ama, Marx’ın ve Engels’in felaketlerini diyalektik doğurur.”[31]
Bir başka yerde, aynı yazar şöyle yazıyor: “Marksizm darvinizme dayanır ve onu eleştirisiz kabul eder.”[32]
Dikkat edin buna!
Cuvier, Darwin’in evrim teorisini reddeder, yalnızca afetlerin varlığını kabul eder ve afetler “bilinmeyen nedenlerden doğan” beklenmeyen karışıklıklardır. Anarşistler, marksistlerin Cuvier’in görüşüne sarıldığını ve darvinizmi tanımadığını söylerler.
Darwin, Cuvier’in afetlerini reddeder, tedrici evrimi kabul eder. Ama aynı anarşistler, “marksizmin darvinizme dayandığını ve onu eleştirisiz kabul ettiğini”, yani marksistlerin Cuvier’in afetlerini tanımadıklarını söylerler.
Kısacası, anarşistler, marksistleri, Cuvier’in görüşlerine sarılmakla suçlamakta ve aynı zamanda da Cuvier’in değil de, Darwin’in görüşlerine sarıldıkları için kınamaktadırlar.
İşte size anarşi! Çavuşun dulu kendini dövdü diye bir söz vardır. Açıktır ki, Nobati’nin 8. sayısındaki Sh. G. 6. sayıdaki Sh. G.’nin ne dediğini unutmuş.
Hangisi doğru – 8. sayısı mı, 6. sayısı mı?
Gerçeklere dönelim. Marx der ki: “gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o günkü üretim ilişkileriyle -ya da aynı şeyin hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle- (sayfa 22) çatışmaya girerler. … O zaman bir toplumsal devrim dönemi başlar.” Ama, “hiç bir toplumsal düzen, içerebileceği bütün üretici güçler gelişmeden, asla yok olmaz.”.[33]
Eğer Marx’ın bu tezini çağdaş toplumsal yaşama uygularsak, toplumsal nitelik taşıyan bugünkü üretici güçlerle, özel nitelikteki, ürünü mal edinme biçimi arasında, sosyalist devrimle sonuçlanması gereken temel bir çatışma olduğunu göreceğiz.[34]
Gördüğünüz gibi, Marx ve Engels’in görüşüne göre, devrim, Cuvier’in “bilinmeyen nedenlerinden” değil, “üretici güçlerin gelişmesi” adı verilen çok kesin ve köklü toplumsal nedenlerden doğar.
Gördüğünüz gibi, Marx ve Engels’in görüşüne göre, devrim, Cuvier’in düşündüğü gibi beklenmeyen bir biçimde değil, ancak üretici güçler yeter derecede olgunlaştığı zaman gelir.
Açıktır ki, Cuvier’in afetleriyle, Marx’ın diyalektik yöntemi arasında ortak hiç bir şey yoktur.
Öte yandan, darvinizm, yalnızca Cuvier’in afetlerini reddetmekle kalmaz, gelişmenin, devrimi de içeren, diyalektik yönden kavranmasını da reddeder; oysa, diyalektik yönteme göre, evrim ve devrim, nicel ve nitel değişmeler, aynı hareketin zorunlu iki biçimidir.
Açıktır ki, “Marksizmin … darvinizmi eleştirisiz kabul ettiğini” iddia etmek de yanlıştır.
Böylece, Nobati’nin, her iki halde de, hem 6. sayıda, hem de 8. sayıda yanılmış olduğu ortaya çıkmaktadır.
Son olarak, anarşistler, bizi kınayarak şöyle diyorlar: “Diyalektik … kişinin kendi dışına çıkmasına ya da atlamasına, ya da kendi üstünden atlamasına hiç olanak vermez.”[35]
İşte bu, gerçeğin ta kendisi, Anarşist Baylar! Bu konuda kesinlikle haklısınız, aziz beylerim. Diyalektik yöntem gerçekten de böyle bir olanak sağlamıyor. Ama (sayfa 23) neden? Çünkü “kendi dışına atlamak, ya da kendi üstünden atlamak” vahşi keçilere göre bir harekettir; oysa diyalektik yöntem insanlar için yaratılmıştır.
İşin sırrı budur!…
İşte anarşistlerin diyalektik yöntem konusundaki görüşleri genel olarak bunlardır.
Açıktır ki, anarşistler, Marx ve Engels’in diyalektik yöntemini anlayamıyorlar; kendilerine göre bir diyalektik uydurmuşlar, ve işte bu diyalektiğe karşı böyle amansızca savaş veriyorlar.
Yapabileceğimiz tek şey, bu manzaraya baktıkça gülmektir, çünkü insan, kendi tasarladığı şey ile savaşan, kendi bulduklarını yere çalan ve bu arada da muhaliflerini yere çaldığını hararetle iddia eden birini gördüğü zaman gülmekten kendini alamıyor. (sayfa 24)
2. MATERYALİST TEORİ
“İnsanların varlığını belirleyen şey,
onların bilinçleri değildir; tam tersine,
onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”
KARL MARX
Diyalektik yöntemin ne olduğunu şimdiden biliyoruz.
Materyalist teori nedir?
Dünyadaki her şey değişir, yaşamdaki her şey gelişir, ama bu değişiklikler nasıl oluşur, bu gelişme hangi biçimde ilerler?
Örneğin, biliyoruz ki, yeryüzü, bir zamanlar, akkor halinde, kızgın bir kütle idi; sonra yavaş yavaş soğudu, bitkiler ve hayvanlar ortaya çıktı, hayvanlar aleminin gelişmesini, belirli bir maymun türünün ortaya çıkması izledi ve bütün bunların ardından insan ortaya çıktı.
Doğa, genel çizgileriyle, işte böyle gelişti. (sayfa 25)
Gene biliyoruz ki, toplumsal yaşam da durağan kalmadı. İnsanların ilkel komünizme dayanarak yaşadıkları bir dönem vardı. O dönemde, [insanlar] geçimlerini ilkel avlanma ile sağlıyorlar; ormanlarda dolaşıyorlar ve yiyeceklerini bu yolla elde ediyorlardı. Bir zaman geldi ki, ilkel komünizmin yerini anaerkil toplum aldı, [bu toplumda] insanlar, gereksinmelerini esas olarak ilkel tarım aracılığıyla karşılıyorlardı. Daha sonra, anaerkil toplumun yerini, ataerkil toplum aldı, [bu toplumda] insanlar, geçimlerini esas olarak sığır yetiştiriciliğiyle sağlıyorlardı. Ataerkil toplumun yerini, sonraları, köleci düzen aldı, [bu düzende] insanlar geçimlerini nispeten daha gelişmiş tarım aracılığıyla sağladılar. Köleci düzeni feodalizm izledi ve, bütün bunlardan sonra da, burjuva düzen geldi.
Toplum, genel çizgileriyle işte böyle gelişti. Evet, bütün bunlar çok iyi biliniyor … Ama bu gelişme nasıl oldu? “Doğanın” ve “toplumun” gelişmesine sebep olan bilinç midir, yoksa, tam tersine, bilincin gelişmesıne sebep olan “doğanın” ve “toplumun” gelışmesı midir?
İşte materyalist teori, soruyu böyle koyar.
Bazılan der ki, “doğa” ve “toplumsal yaşam”dan önce, sonradan onların gelişimine temel teşkil eden, evrensel bir düşünce vardır, öyle ki, “doğa” ve “toplumsal yaşam” olgularının gelişmesi, deyim yerindeyse, dış biçimdir, evrensel düşüncenin gelişmesinin sadece bir ifadesidir.
İşte, örneğin, zamanla birkaç eğilime bölünen idealistlerin doktrini böyledir.
Daha başkaları ise derler ki, ta baştan beri, dünyada, karşılıklı olarak birbirlerini yadsıyan iki güç vardır – düşünce ve madde, bilinç ve varlık; ve buna uygun olarak, olgular da iki kategoriye bölünmüşilir – düşüncel (sayfa 26) ve maddi, [bunlar] birbirlerini yadsırlar, birbirleriyle çarpışırlar, öyle ki, doğa ve toplumun gelişmesi düşüncel ve maddi olgular arasında sürekli bir mücadeledir.
Örneğin, zamanla idealistler gibi birkaç eğilime bölünen ikicilerin (dualist) doktrini de işte böyledir.
Materyalist teori, hem ikiciliği, hem de idealizmi kesinlikle reddeder.
Kuşkusuz, dünyada hem düşüncel, hem de maddi olgular vardır, ama bu, bunların birbirlerini yadsıdıkları anlamına gelmez. Tam tersine, düşüncel ve maddi yanlar, aynı doğanın ya da toplumun iki farklı biçimidir. Biri olmaksızın ötekini kavrayamazsınız; bunlar, birlikte vardır, birlikte gelişirler, ve dolayısıyla birbirlerini yadsıdıklarını düşünmemiz için bir neden yoktur.
Böylece, ikicilik denen şeyin geçersiz olduğu ortaya çıkar.
Maddi ve düşüncel – iki farklı biçimde ifade edilen tek ve bölünmez bir doğa; maddi ve düşüncel – iki farklı biçimde ifade edilen tek ve bölünmez bir toplumsal yaşam: işte, doğanın ve toplumsal yaşamın gelişmesine böyle bakmalıyız.
İşte, materyalist teorinin birciliği (monism) böyledir.
Materyalist teori, aynı zamanda, idealizmi de reddeder.
Gelişimi sırasında, düşüncel yanın ve genel olarak bilincin, maddi yandan önce geldiğini düşünmek yanlıştır. Dıştaki “ölü” doğa denen şey, daha hiç canlı yokken de vardı. İlk canlının hiç bilinci yoktu; yalnızca uyartılma yeteneğine ve duyunun ilk belirtilerine sahipti. Daha sonra, hayvanlar, organizmalarının ve sinir sistemlerinin yapısına uygun olarak, tedricen duyu güçlerini geliştirdiler, bu da yavaş yavaş bilince dönüştü. Eğer maymun hep dört ayağının üzerinde yürümüş, hiç arka (sayfa 27) ayakları üzerine kalkmamış olsaydı, onun torunu insan da, akciğerlerini ve ses tellerini özgürce kullanamayacak, ve bu yüzden de konuşamayacaktı; ve bu, bilincinin gelişmesini esaslı olarak geciktirecekti. Veya bir başka biçimde koyarsak, eğer maymun, arka ayakları üzerinde ayağa kalkmamış olsaydı, onun torunu insan da, hep dört ayak üzerinde yürümek, aşağı bakmak, izlenimlerini aşağıdan edinmek zorunda kalacaktı; yukarıya ve çevreye bakamayacak, dolayısıyla da beyni, dört ayaklı hayvanlarınkinden daha fazla bir izlenim edinemeyecekti. Bütün bunlar, insan bilincinin gelişmesini, esaslı biçimde geciktirmiş olacaktı.
Böylece, bundan, bilincin gelişimi için belirli bir organizma yapısının ve sinir sisteminin gelişiminin gerekli olduğu çıkar.
Böylece, bundan, dış koşulların gelişiminin, maddi yanın gelişiminin, bilincin gelişiminden önce geldiği çıkar: önce dış koşullar değişir, önce maddi yan değişir, sonra da buna uygun olarak düşüncel yan değişir.
Böylece, doğanın gelişme tarihi, idealizm denen şeyi kesinlikle çürütür.
İnsan toplumunun gelişme tarihi için de, aynı şey söylenmelidir.
Tarih gösteriyor ki, eğer insanlar, farklı zamanlarda, farklı düşünceler ve isteklerle doluyorlarsa, bunun nedeni, insanların, gereksinmelerini karşılamak için doğayla, değişik zamanlarda, değişik yollarla savaşmaları ve buna uygun olarak da iktisadi ilişkilerinin farklı biçimlere bürünmesidir. Bir zamanlar, insanlar, doğayla, ilkel komünizm temeli üzerinde, kolektif olarak savaşırlardı; o zamanlar, onların mülkiyeti, komünist mülkiyetti, ve bu yüzden, o zamanlar, “benim” ile “senin” arasında hemen hemen hiç bir ayırım gözetilmiyordu, bilinçleri komünist nitelik taşıyordu. Öyle bir zaman geldi ki, “benim” ile (sayfa 28) “senin” arasındaki ayırım, üretim sürecinin içine işledi ve mülkiyet, özel, bireyci bir niteliğe büründü. Bu yüzden de insanın bilinci, özel mülkiyet duygularıyla doldu. Ondan sonra da üretimin tekrar toplumsal bir nitelik kazandığı ve dolayısıyla, mülkiyetin de yakında toplumsal bir nitelik kazanacağı yeni bir dönem, yani içinde bulunduğumuz dönem geldi – ve işte bunun içindir ki, insanların bilinci yavaş yavaş sosyalizm ile doluyor.
İşte basit bir örnek. Ufak bir işliğe (atelyeye) sahip olan bir ayakkabıcıyı ele alalım. Ama bu adam büyük ayakkabı fabrikatörlerinin rekabetine dayanamayarak işliğini kapamış ve örneğin Tiflis’te Adelhanov’un ayakkabı fabrikasında bir işe girmiş olsun. Adelhanov’un fabrikasına sürekli bir biçimde ücretli işçi olmak düşüncesiyle değil, biraz para artırmak, işliğini tekrar açmasını sağlayacak küçük bir sermaye biriktirmek amacıyla girmiştir. Gördüğünüz gibi bu ayakkabıcı, toplumsal durumu ile, şimdiden proleterdir, ama bilinci ile hâlâ proleter değildir, tümüyle küçük-burjuvadır. Bir başka deyişle, bu ayakkabıcı, daha şimdiden küçük-burjuvalık durumunu yitirmiştir, [bu durum] yokolup gitmiştir; ama onun küçük- burjuva bilinci daha yok olmamış, gerçek durumunun gerisinde kalmıştır.
Açıktır ki, burada, [yani] toplumsal yaşamda da, önce dış koşullar değişir, önce insanların koşulları değişir ve sonra da buna uygun olarak bilinçleri değişir.
Ama, biz, ayakkabıcımıza dönelim. Bildiğimiz gibi, biraz para artırmaya ve işliğini yeniden açmaya niyetlenmektedir. Bu porleterleşmiş ayakkabıcı, çalışmaya devam eder, ama para artırmanın çok güç bir iş olduğunu görür, çünkü kazandığı, geçimine ancak yetmektedir. Üstelik, özel bir işlik açmanın öyle pek çekici olmadığını da görür: bina ve eklentileri için ödemek zorunda olduğu kira, alıcıların kaprisleri, para darlığı, büyük ayakkabı (sayfa 29) fabrikatörlerinin rekabeti ve benzer dertler – özel zanaatçının kafasını kurcalayan sıkıntılar işte bunlardır. Öte yandan, proleterya, böyle endişelerden nispeten kurtulmuştur; alıcılarla veya bina ve eklentilerinin kirasını ödeme zorunluğuyla kendini sıkıntıya sokmamaktadır. Her sabah fabrikaya gider, akşamleyin de “sakin kafayla” evine döner ve cumartesi günleri aynı sükunetle “ücretini” cebine atar. Burada, ilk kez ayakkabıcımızın küçük-burjuva hayalleri dağılır; burada, ilk kez, onun ruhunda proleter özlemler uyanır.
Zaman geçer, ve ayakkabıcımız görür ki, parası en. temel gereksinmelerini bile karşılamaya yetmemektedir, ve ücretlerdeki bir artışa müthiş ihtiyacı vardır. Aynı zamanda, işçi arkadaşlarının sendikalar ve grevlerden söz ettiğini duyar. Ayakkabıcımız, bu noktada, koşullarını iyileştirmek için, kendine bir işlik açmanın değil, patronlarla savaşmanın gerekli olduğunu anlar. Sendikaya katılır, grev hareketine girer ve kısa sürede sosyalist düşüncelerle dolar. …
Böylece, uzun vadede, ayakkabıcının maddi koşullarındaki bir değişikliği, bilincindeki bir değişiklik izlemiştir: önce maddi koşulları değişmiş ve bir süre sonra da, buna uygun olarak, bilinci değişmiştir.
Sınıflar hakkında ve bir bütün olarak toplum hakkında da aynı şey söylenebilir.
Toplumsal yaşamda da önce dış koşullar değişir, önce maddi koşullar değişir, sonra buna uygun olarak da insanların düşünceleri, alışkanlıkları, gelenekleri ve dünya görüşleri değişir. İşte bu yüzden Marx şöyle der: “İnsanların varlıklarını belirleyen şey, bilinçleri değildir, tam tersine, bilinçlerini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”[36]
Eğer maddi yana, dış koşullara, oluşa ve aynı türden olgulara öz dersek, düşüncel yana, bilince ve aynı türden olgulara biçim diyebiliriz. Böylece, şu ünlü (sayfa 30) materyalist önerme doğar: Gelişme süreci sırasında, öz biçimden önce gelir, biçim özün gerisinde kalır.
Ve, Marx’ın görüşüne göre, iktisadi gelişme, toplumsal hayatın “maddi temeli”, özü; hukuki-siyasi ve dini-felsefi gelişme de, bu özün “ideolojik biçimi”, “üstyapısı” olduğuna göre, Marx, bundan şu sonucu çıkarır: “İktisadi temelin değişmesiyle, geniş üstyapının tamamı, az ya da çok bir hızla, biçim değiştirir.”[37]
Kuşkusuz, Marx’ın görüşüne göre, bu, Sh. G’nin sandığı gibi, biçim olmaksızın öz olabileceği anlamına gelmez.[38] Biçim olmaksızın öz olanaksızdır, ama kastedilen şey, belli bir biçimin, özün gerisinde kalması nedeniyle, bu öze asla tamamen uymaması; ve bunun için yeni özün bir süre kendini eski biçimle örtmek “zorunda olması” ve bunun, aralarında bir çatışmaya yol açmasıdır. Örneğin, zamanımızda ürünün mal edinilme biçimi, özel nitelik taşır [ve bu,] üretimin toplumsal özüne uymaz. Günümüzdeki toplumsal “çatışmanın” temeli budur.
Öte yandan, bilincin, oluşun bir biçimi olduğu düşüncesi, niteliği bakımından bilincin de madde olduğu anlamına gelmez. Bu, ancak, teorileri, Marx’ın materyalizmiyle esastan çelişen ve Engels’in Ludwig Feuerbach’da haklı olarak alay ettiği (Büchner ve Moleschott[39] gibi) kaba materyalistlere ait bir görüştür. Marx’ın materyalizmine göre, bilinç ve oluş, düşünce ve madde, genel bir deyişle, doğa veya toplum adı verilen aynı olgunun farklı iki biçimidir. Dolayısıyla birbirlerini yadsımazlar;[*] bir ve aynı olgu da değillerdir. Anlatılmak istenen tek şey, doğanın ve toplumun gelişmesinde, bilinçten, yani kafalarımızda oluşan şeyden önce, buna ilişkin maddi bir değişikliğin, yani bizim dışımızda oluşan şeylerin geldiğidir. (sayfa 31) Her belirli maddı değişikliğin ardından, ergeç buna uygun bir düşüncel değişiklik gelir.
Bize, pekala denecektir, belki de bu, doğa ve toplum tarihine uygulanmış biçimiyle doğrudur. Ama, nasıl oluyor da kafamızda, aynı zamanda farklı kavramlar ve düşünceler doğabiliyor. Şu dış koşullar denen şey, gerçekten var mıdır, yoksa, var olan sadece bu dış koşullara ait kavramlarımız mıdır? Ve eğer dış koşullar varsa, ne dereceye kadar algılanabilir ve kavranabilir?
Bu konuda, materyalist teori, kavramlarımızın, “egomuzun”, ancak “egomuz” üzerinde izlenimler yaratan dış koşullar var olduğu sürece var olduğunu söyler. Her kim düşünmeden kavramlarımızdan başka bir şeyin var olmadığını söylerse, bütün dış koşulların varlığını yadsımak zorundadır, dolayısıyla da diğer insanların varlığını yadsıması, yalnızca kendi “egosunun” varlığını kabul etmesi gerekir – ki bu da, saçmadır ve bilimin ilkeleriyle kesinlikle çelişmektedir.
Dış koşulların gerçekte var olduğu açıktır. Bu koşullar bizden önce de vardı ve bizden sonra da var olacaktır; ve bilincimizi ne denli sık ve ne denli kuvvetle etkilerlerse, o kadar kolay algılanabilir ve kavranabilir hale gelirler.
Farklı kavram ve düşüncelerin kafamızda aynı zamanda nasıl doğduklan sorununa gelince, burada, doğa ve toplum tarihinde yer alan şeylerin kısa bir tekrarının bulunduğunu gözlemlemek durumundayız. Bu durumda da, bizim dışımızdaki nesne, bizim onu kavramamızdan önce gelir; bu durumda da, kavramımız, biçim, nesnenin gerisinde -özün gerisinde- kalır. Bir ağaca baktığım ve onu gördüğüm zaman, bu, ancak, bu ağacın benim kafamda bir ağaç kavramının uyanmasından da önce var olduğunu ortaya koyar; yani kafamda [kendisine] tekabül eden kavramı yaratan bu ağaçtır. (sayfa 32)
İşte, Marx’ın materyalist teorisinin özü kısaca budur. İnsanlığın pratik faaliyetleri açısından materyalist teorinin taşıdığı önem hemen anlaşılabilir.
Eğer, ilkönce iktisadi koşullar değişiyor ve insanların bilinci, daha sonraları buna uygun olan bir değişmeye uğruyorsa, açıktır ki, belirli bir ülkünün temellerini, insanların kafalarında, hayallerinde değil, iktisadi gelişmenin koşullarında aramalıyız. İktisadi koşullan görmezlikten gelen ve onların gelişmesine dayanamayan bütün ülküler yararsızdır ve kabul edilemezler.
Materyalist teoriden çıkarılan ilk pratik sonuç budur. Eğer insanların bilinci, alışkanlıkları ve gelenekleri, dış koşullarca belirleniyorsa, eğer uygun olmayan hukuki ve siyasi biçimler, iktisadi bir öze dayanıyorlarsa, halkın gelenek ve alışkanlıklarında ve siyasi sisteminde köklü bir değişiklik yaratabilmek için, iktisadi ilişkilerde, köklü bir değişiklik doğmasına yardım etmemiz gerektiği açıktır.
Bu konuda, Karl Marx, şöyle diyor. “Materyalizm ile,. ..sosyalizm arasındaki zorunlu karşılıklı bağlantıyı anlamak için çok büyük bir kavrayışa gerek yok. Eğer insan, bütün bilgisini, algılarını vb. duyu aleminden kuruyorsa… o zaman, bundan, onda gerçek insanlığı tadacağı ve kendisi bizzat insanlığı tanıyacağı deneysel bir dünyanın buna göre düzenlenmesi sorunu olduğu sonucu çıkar. Eğer insan, materyalist anlamda değil de, yani şundan ya da bundan sakınma yeteneğinin olumsuz gücü nedeniyle değil de, kendi gerçek kişiliğini ortaya koyarak olumlu güç nedeniyle özgürse, o zaman, bireyleri suçlarından dolayı cezalandırmak yerine, topluma karşı suç üreten yerleri ortadan kaldırmak gerekir. … Eğer insan koşullar tarafından biçimlendiriliyorsa, o zaman, koşullar, insanca biçimlendirilmelidir.”[40]
Materyalist teoriden çıkartılacak ikinci pratik sonuç (sayfa 33) budur.
Akhali Droyeba (“Yeni Zamanlar”), Nr. 5, 6, 7 ve 8; 11, 18, 25 Aralık 1906 ve 1 Ocak 1907
Cıveni Çovreba (“Yaşamımız”), Nr. 3, 5, 8 ve 9; 21, 23, 27 ve 28 Şubat 1907
Dro (“Zaman”), Nr. 21, 22, 23 ve 26; 4, 5, 6 ve 10 Nisan 1907
Türkçe baskısı, “Anarchisme ou Socialisme?” (Oeuvres, t. 1, Paris 1952) adlı yazıdan “Anarşizm mi? Sosyalizm mi?” adıyla Sol Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Birinci baskı, Kasım 1974