Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÖykü Çözümlemeleri'Gelinlik Kız' Öyküsünün Çözümlemesi | Ömer Lekesiz

‘Gelinlik Kız’ Öyküsünün Çözümlemesi | Ömer Lekesiz

Bir durum belirlemesiyle başlıyor “Gelinlik Kız” öyküsü: “Çocukken gidilen evler iki türlüydü: Annemin seçtiği dostluklar ve gitmek zorunda kaldığı yerler.”
Bu durum belirlemesi aynı zamanda anlatıcının “çocukken gidilen evlerle” ilgili tutumunun aydınlatılmasını beraberinde getiriyor: “Annemin gönlünce kurduğu dostlukları severdim ben.” Anlatıcımız, çocukluk zamanlarına mahsus belirlemeler yaptığının bilincinde: Bu tutumunun kendi seçiminden değil annesinin seçiminden kaynakladığını zarif bir şekilde bildiriveriyor. “Annemin gönlünce kurduğu dostluklar”dan çocuğa düşen pay, bir çocuk olarak kendisini annesine ait kılmanın ötesinde, o anlarda annesinin en anne olmasından duyduğu memnuniyet: “Öyle yerlere gideceğimizde annemin ince kıvrımlarla biçimlenmiş dudakları sevinçle çözülüyor; ruj, dudaklarda hafifçe gezinip kızıla dönüştürüyor kırmızısını.” Yine çocuk açısından bu memnuniyetin artı meyveleri: “Kapıdan kedi adımlarıyla” çıkış, annenin sokak kapısını kilitlemekle uğraşmayıp gidişi çabuklaştırması, “yazsa” sokağın çocuğa “daha bir iç açıcı serinlikte”, sonbaharsa ilikleri ısıtan ılık güneşler içinde görünmesi. Hepsinden önemlisi: İstekle yapılan bir eylemin, anneye katılmanın/karışmanın, çocuk ruhunda meydana getirdiği bu değişmelerin, bembeyaz bir mendilden süt damlatırcasına verilişi…

Şimdiden söylemeliyiz: “Gelinlik Kız” öyküsünde, çocukla, şimdi ergin bir yaşta bulunan (“. Bu yağmurlar ergenlik yıllarımın ve şimdinin yağmurlarına yabancıdır.”) anlatıcı arasına sınır konmamıştır; biri bitirip, diğeri başlamaz tahkiyeye, ikisi hep birliktedir, aynı anda aynı şeyi duyar, görür ve iletirler. Bu nedenle çocuk yer yer ergin bir konumda görünürken, ergin de çocuk konumunda görünür. Dolayısıyla burada bilinçli olarak tekleştirilmiş iki bakış açısı söz konusudur. ‘Ben çocuktum öyle gördüm’ diyen erginle, ‘ben erginim, çocuğun böyle görebileceğini düşündüm’ ya da ‘şimdi çocuk gözümü büyüterek bugünden düne böyle bakıyorum’ diyen çocuğun/erginin müşterek bakış açılarıyla zamansal boşluğun ve örgüsel dağınıklığın giderilebildiği sağlam bir bakış açısı. Örneğimiz, öykünün hemen ikinci paragrafı: “Yollarda dönüp dönüp gerime bakıyorum. Şifa’nın denize çıkan burnunda sakızağaçları vardı. Artık deniz banyolarından vazgeçilmiş günlerde, gençler onların altlarına otururlardı. Yoğurtçu tarafından sandallar çıkıyor; Kurbağalıdere’nin ağzına gelince ya Kalamış kıyılarına uzanırlar ya da Şifa’dan Moda’ya kadar gezinirlerdi. Öğlen güneşinin omuzlara eğilişi, okşayışı.” Şimdiki zamanlı ilk cümleden, geçmiş zamanlı ikinci cümleye ve diğerlerine geçiş… Şimdiki zamanda konuşanın çocuk olduğuna hükmetmemiz gerekiyor, çünkü annesiyle birlikte “yollarda” bulunan o; hemen aynı anda anlatıcı da kendi zamanından (çocuğa göre gelecek zamandan), mazideki şimdiki zamanına dönüş yapıyor. İlginç olan şu: Anlatıcı, çocukluğunun şimdisini değil, kendi şimdisini nostaljik tadlarla dönüştürerek, çocuk zamanıyla şimdiki zamanı arasındaki boşluğu ortadan kaldırırken, olay örgüsünü de sağlamlaştırıyor.
Çocuk ruhundaki olumlu değişmelerde kalmıştık. Bu bahsi daha da derinleştiriyor Selim ileri. Anneyle varolunan zamanlar taçlandırıldıkça hüzün ve sevinç karışımı, tatlı, vazgeçilemez bir sızı gibi inceden inceye somutlaşıyor mazi: “Annemin yeniden gençkız gibi yollardan geçtiği sıralarda, yağmurlardan bile gönenirdim. Bu yağmurlar ergenlik yıllarımın ve şimdinin yağmurlarına yabancıdır. Rüzgâr üşütmezdi; soğuk rüzgârlar yağmurluğumun yakasını, eteklerini açıp uçurtmazdı. Yağmurda yürüyüşlerimiz annemle. Tramvayların, otobüslerin, vapurların, ender bindiğimiz otomobillerin pencerelerine iri damlalar vururdu. Damlanın bütünleşerek cama çarpışı; dağılarak kendince su yolları açıyor. Binlerce resim çizerdim kafamda. Annemi görürdüm, kuşlar uyduruyorum, ayyıldızlı Türk bayrakları… Yağmurun çiçekdürbününden binlerce şekil geçerdi arka arkaya. Bulutlarla da hep bu oyunu oynardık. İncilâ Abla’yla. İncilâ Abla, annemin isteyerek, özleyerek gittiği evin kızıydı.”
Bir öykü için elzem olan durumlar belirlendi, bakış açıları gösterildi, teknik düzey en zirvede sabitlendi ve şimdi sıra olaya geldi: “İncilâ Abla, annemin isteyerek, özleyerek gittiği evin kızıydı.”

Olay: İncilâ adındaki genç kızın, yeni mühendis olmuş Cahid adındaki gençle beklenen nişanı gerçekleşmiyor. Cahid’in zengin bir kızla evlenme hazırlıklarındayken, İncilâ üzüntüsünden ölüyor. Tıpkı Türk filmlerindeki gibi oluyor olanlar. Ama olayın anlatıcısı Selim İleri olunca her şey değişiyor; sıradan, bildik bir konu göz kamaştıran bir dantela gibi işleniyor:
Evet: İcilâ Abla! Anlatıcının hayallerini süsleyen, oyunlarına renk katan, annesinin “özleyerek gittiği evin kızı…”
Anlatıcının, filancanın kızı, şu yaştaki kız, mavi gözlü kız yerine eve vurgu yapması (“evin kızı”) önemli. Selim İleri’nin en ölü mekanları bile renklendirecek cümleleriyle, bir hayat biçiminin, cisimleşmiş bir kültürün örneği olarak sahici bir değer taşıyor: “İncilâ Abla’ların evi. Bahariye’nin arka sokaklarındaydı. Buradaki üç kârgir konakları, zenginlik çağlarını kapadıklarından kiraya verilmişti. Ev sahipleri, herhalde pek önceden karşı yakaya taşınmışlardı. Bazı günlerde, havanın açık ve aydınlık olduğu günlerde at arabasıyle gelirdik İncilâ Abla’lara. Öteden sokağa sapar sapmaz dantelalı mendil kenarlarını hatırlatan çatı çıkmaları görünürdü. Tahta oymalar çok güzeldi. Nicedir konağın yüzü yağlıboya görmediğinden kararıp çirkinleşmişti. Damında hep sazlar bitmişti. Kırık döküktü pencerelerin kepenkleri. Bahçeden girince, konakta kimselerin yaşamadığını düşünüyordu insan. Dutağaçlarıyle akasyalar bakımsızlıktan yabanıllaşmışlardı ..”
Anlatıcının “Annemin onları nereden tanıdığını çıkaramıyorum. Belki uzaktan bir yakınlık, hısımlık vardı aramızda.” sözleriyle önce belirli bir mesafe koyup sonra, onların sıcak ilgileriyle “vazgeçemeyecekleri” insanlar konuma yükselttiği aile, konağın “hemen bahçeye açılan en alt” katında, kilerde bozma evde oturuyorlar. Penecerleri kapalı tutularak mevsimlerin renginden, ışıktan, kokudan adeta tecrit edilen eve iki şey hakim: “…suskunluk ve sıcak.” Bu ağır ortamı dağıtan şeyler, “İncilâ Abla’nın yeşil marul yapraklarıyle beslediği kanaryasının ötüşleri…”. Taşlıkta duvarların ak badanalı, Nuhbe Hanım’ın odasının da gül kurusu olduğun ayrımsıyor anlatıcı.
Ziyaret ettikleri ailenin hikâyesiyle, aile çevresini ve beli başlı ilgilerini de şöyle veriyor anlatıcı: “Dışarda yaşanan kalabalıklardan, eğlencelerden, sevinçlerden, hatta üzüntülerden ve kederlerden bu eve sızabilen bir tek bizlerdik: Annemle ben. Başka gelen giden yok muydu oraya? Sanki üst katlarda kimse oturmuyordu ve biz, kimsenin yaşamadığı bir konağa tanıktık. Öbür kiracılarla merdiven başında, bahçede, dut ağaçlarının gölgeliğinde, hiçbir yerde hiçbir yerde karşılaşmadık. Nuhbe Hanım’ın sözünü ettiği insanlar geçmiş, göçmüşlerdi. Solgun yüzleri, sarkık yanaklarıyle çektikleri fotoğrafları gösterirdi bana eski tanıdıklarının. Anılarıyle yetiniyordu. İffet Hanım’sa böyle şeyleri düşünmeye, anmaya fırsat bulamazdı sanırım. Evi evirip çeviren, kotarandı İffet Hanım. İncilâ’yla birlikte bütün günler çalışırlardı. Kasnağa geçmiş işler biter bitmez, İffet Hanım satmaya götürürdü. İncilâ’nın babasından kalan azıcık emekli aylığına, dul ve yetim maaşına İffet Hanım’ın zorlukla sattığı işlemelerin, göz nurunun, el emeğinin pek ucuza gider karşılığını eklerlerdi. Üçü bir başlarına erkeksiz yaşıyorlardı. Belki de dış dünyayla ilgisiz yaşamları bundandı. İffet Hanım’ın elinde en canlı iplikler hüzne bulanır; en göz kamaştırıcı çiçekler acı çökertirdi. Oysa İncilâ Abla’nın suzenîleri, sarmaları, hesapişleri huzur verirdi içimize.”
Erkeksiz, kıt kanaat geçinen bir aile ama gelenek ve göreneklerini ihmal etmeden yaşayan bir aile: Ayakkabılar taşlıkta çıkarılıyor eve girerken. Naftalin kokulu terlikler getiriliyor konuklara. “harikulâde” çay fincalarıyla ikramda bulunuluyor misafirlere (“Bunlar porselendi. Kulplarıysa çaya eğilmiş, çatı yudumlamaya hazır gümüş kuşlardı…”). Çaylar içildikten sonra evin kızı, büyükannesinin (“nedense” dargın küskün bakışları arasında ud çalıp türkü söylüyor. Onca yoksulluklarına rağmen misafire ikramdan kaçınılmıyor (“Benim için taze meyveler, balbademler, içfıstıkları getirir; sessizce bir yana bırakırdı. Gerçekte onurun saklatdığı bir yoksulluk, odalardan taşlığa, taşlıktan mutfağa belli belirsiz sinmişti.”)
Anlatıcının, son, ailenin dışarıyla olan ilişkileriyle ilgili tespiti: “Şaşırmam gereken konulardan biri, İffet Hanım’la İncilâ Abla’nın bize hiç gelmemeleriydi. Nuhbe Hanımın yaşlılığına, yürüyemeyecek kerte yorgun oluşuna bağlardım bunu.”
Nuhbe Hanım, İffet Hanım’ın annesi. “Taşlıktan girilince” karşıya düşen odada oturuyor. “Çok yaşlı bir kadın…”. “Vücudunun yorgunluğuna karşın, aklı dinç…”. “İhtiyarlığından yerinden kalkmıyor, sabahtan akşama kadar bir köşe koltuğunda dua ediyor ve “Mor kadife üzerine sırma işlemeli kesesinden elyazması Kur’an’ını” çıkartıp, “hiç sıkılmadan ezbere bildiği ayetleri tekrar tekrar” okuyor. Ara ara da sigara içiyor. Onun elini öpen anlatıcı, elinin “her vakit tuhaf, baygın bir menekşe kolonyası” koktuğunu, “kapağı sincap rengi…”nde olan kolonyasını başucundan ayırmadığını tespit ediyor.
Saçlarına “kına” yakan Nuhbe Hanım, “Önü işlemeli beyaz” incecik tülbentlerle örtüyor saçlarını, kalın tülbentlerini de terlediğinde sırtına konulmak üzere yatağın ucundaki bohçada tutuyor.
Ellerini “ikide bir” yakalarına işlenmiş rokoko yapraklarına değdiren Nuhbe Hanım, belli ki çocukları seviyor, çocuk yetiştirmeyi de iyi biliyor (“Benle büyük insanmışım gibi konuşuyor.”).
Nuhbe Hanım’ın eşyası yıllardır yenilenmediği için evin kökeni haline gelmiş eşyalarından bazılarını da hatırlıyor anlatıcı: “Duvara dayalı, parlaklığını yitirmiş pirinç topuzlarla bezeli yüksek, demirden karyolası; sağlı sollu, yastıklarla tıka basa doldurulmuş koltuk; üzerinde iki büyük gaz lambasının durduğu aynalı konsol… Şimdi sadece bunları anımsayabiliyorum.” Bir de ” Sonraları Nuhbe Hanım’ın yanından ayırmadığı İncilâ Abla’nın mevlut şekerlerini…” Ki buna aşağıda değineceğiz.
İffet Hanım, sevecen, müşfik bir kadın (“beni kucaklar, saçlarımı defalarca öpüp koklardı.”). Nuhbe Hanım’ın kızı denemeyecek kadar, “Ufak tefek…”, “içi tez” bir kadın. Yaşı kestirilemeyecek kadar çok çökmüş. “Annesine sigara saran elleri, tütünden olacak, sapsarı…” “Modası geçmiş uzun elbiseler” giyiyor ve elbiselerini değiştirdiği halde “göğsüne taktığı elmas iğne”yi değiştirmiyor. “Ne dalı olduğu anlaşılmayan bir altın çubuğa oturtulmuş taşlar” ihtiva eden iğnenin taşlarının tümüne su kaçmış, kararmış. Bir de saçlarını topuz yapıyor İffet Hanım. O topuza da çocuğun sayamayacağı kadar çok kemik tokalar, firketeler takıyor.
Sürekli bir hüznü yaşayan ve yayan İffet Hanım (“İffet Hanım’ın elinde en canlı iplikler hüzne bulanır; en göz kamaştırıcı çiçekler acı çökertirdi.”), “hâlâ tükenmez” kuruyor kış aylarında.
İncilâ Abla’ya gelince: Anlatıcıyla annesinin geldiklerini gördüğünde “delicesine” sevinecek kadar rolsüz yapmacıksız bir kız İncilâ Abla.
Anlatıcı, zihninde çok önemli bir yer tutan İncilâ Abla hakkında şunları söylüyor: “İncilâ Abla, geçmiş zamanlardan kalma bir perikızı gibiydi. Kızıl saçlarını omuzlarına döker, ağır ağır tarardı. Papatya sularıyle yıkanıyordu kızıl saçları. Papatya kaynıyor ocakta. İkimiz ufalıyoruz papatyaları. İncilâ Abla’yla karanfil kurusu kaynatıp esans yapıyoruz. Onunla birlikte olmaktan mutluluk duyardım. İlişirdim kucağına. Defterime kenarsüsü yapardı Faber kalemlerimle. Çukulata yaldızlarını biriktiriyor, kırışıkları ince parmaklarıyle düzeltiyor; ben gelince bana verecek. Kimi vakitler annesi gibi saçlarını topluyor, ama onun topuzu sıkı değil. Aralardan kaçan yumuşak bukleler ensesine düşerdi.”
Kanarya besliyor İncilâ Abla, insanın içine huzur veren suzenîler, sarmalar, hesapişleri yapıyor. İbrişimlerle, “elvan elvan iplikler”le uğraşıp duruyor. Ud çalıp şarkı söylüyor. Cahit’ten ayrıldıktan sonra ne yapıp ettiği sadece küçük ihsaslarla verilen İncilâ Abla’nın, asıl o durumdaki psikolojisini de merak etmiyor değiliz hani. Ve fırsat versek, metin dışı arayışalara yönlendirecek ikinci bir merakımızı da zor dizginliyoruz: Çocuk için İncilâ Abla, annesiyle birlikte gittikleri evin kızı olmaktan daha öte, daha özel bir değere sahip; bir amca, dayı kızı ya da doğrudan doğruya bir kardeş, bir abla… Ama bu bir öykü neticede, bir kadeh bal şerbeti; biz de bize sunulanı içmekle yükümlüyüz.
İncilâ Abla’nın ölümüne sebep değil vesile olan Cahit, anlatıcıyla ananesinden başka misafirin gelmediği eve, “ilkyaz öğleden sonrasında”, pat diye misafir olarak geliveren “Geniş omuzlu, uzun boylu, insanın elini sıkarken güvenç veren.”, “genç ve yakışıklı bir adam”. “Taşlıktaki masayı çevreleyen iskemlelerden birine oturmuş, kahve” içen bu “Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu” (ki onun için bu isimleri de yeni) karşılaşıyor anlatıcı onunla. Aynı anda, pencerelerin kepenklerinin aralandığını, eve, eski eşyayı büyüleyen gün ışığının dolduğunu farkediyor. Başka değişikliklere, yeni gelişmelere ve yeni ilgilere de tanık oluyor anlatıcı: “O gün kandil simitleri yedik Nuhbe Hanım’ın odasına doluşup. Nuhbe Hanım bayağı gençleşmişti. Cahit ağbinin getirdiği siyah-beyaz damalı başörtüsünü göstermişti anneme. Onları arayıp soran bir başka insanın gizli gururunu taşıyordu. ‘Cahit ağbine şiir okusana’ dediler bana. Cahit ağbime başımı çeviriyor, sonra utançla yere eğiyordum. Bahçeye çıktık; İncilâ Abla, Cahit Ağbi üçümüz. Camları boydan boya çatlak limonlukta kuru otlara oturduk. Taşlığa girip pıtpıt terliklerimizi giydiğimizde güneş batıyordu. Nuhbe Hanım’ın odası alacakaranlığa bürünmüştü. Cahit Ağbi, alacakaranlıkta, İncilâ ablayı seyrediyordu sezdirmeden. Cahit Ağbi’ye defterimi, İncilâ Abla’nın yaptığı kenar süslerini gösterdim. Çarpım cetvelini çıkardım okul çantamdan. Boncukların yerlerini değiştirdim. Pergelle suda halkalar çizdi defterime Cahit ağbi. Nuhbe Hanım, oradan oraya koşturan İffet Hanım’ın terli yüzüne bir şeyler mırıldanarak üfledi. İncilâ Abla ud çalmadı. Eriştelerimizi patiska bir torbaya koydu İffet Hanım; ‘Sana da vereceğim Cahit,’ dedi. ‘Size gelip yerim teyzeciğim.’ Hasan amcanın, Kâmran yengenin yinelenen adları. Nuhbe Hanım’ın kadife kesesinden çıkan elyazması Kur’an. Ayrılırken annem, İncilâ ablayı sevecenlikle kucaklıyor.”
“İlkyaz aylarında Cahit Ağbi’ye hep rast”lıyorlar Nuhbe Hanım’larda. “Misafir odası şimdi” onlara olduğu gibi, Cahit için de açılıyor. Bu arada Cahit işe giriyor, mesleği aile tarafından kutsanıyor (“İşe girmişti Cahit ağbi. Mühendisliğin önü şimdi açıktılar, herkes mühendis olmak istiyordular…”) ve o “Kadıköyü’ne geçtiğinde, ne yapıp ne edip, Nuhbe Hanım’larda erişte yiyor…”
Cahit’in gelip gitmelerindeki artmaya paralel olarak İncilâ’ların evindeki hareket de artıyor. “İffet Hanım kasnakları konsolun gözüne kaldırmış durmadan bir şeyler dikiyor…”. Anlatıcının sayfalarını çevirdiği Manidifata’lar ortalıktan kalkıyor. “Taşlıktaki masanın altına beyaz kâğıtlar yayılıyor, kumaşlar biçiliyor….”
Sonunda anlatıcı, annesinden olan-bitenlerin nedenini öğreniyor: “İncilâ Abla’yla evlenecekler.”
Ve o neşe içinde süren hummalı çalışmalar, çabalamalar: “İffet Hanım’ların odasındaki cilalı tahta sandık açılıp kapanıyordu. Okul çıkışlarında genellikle buraya geliyorduk annemle. Tahta sandığın açılıp kapanışlarına. “Eskiden,” diyordu Nuhbe Hanım, “kızların çeyizinde bir teli ipekten, bir teli ketenden kıvır kıvır dokunmuş hilâli gümlekler makbuldü.” Herkes gülüyordu onun anlattıklarına. Aralık kepenklerden şişman dut sinekleri giriyordu odaya. Hevessiz, coşkusuz günlerim. İncilâ Abla’yı, o dutağaçlarının gölgelediği evden ayrı düşünemiyordum. İncilâ Abla bir perikızı olmaktan uzaklaşıyor, etiyle-kemiğiyle gerçeğe dönüşüyordu. Çarşaflardan sıcaktutacağına, her şey hazırlanıyordu çeyizde.”
Gün geliyor,” Nişan elbisesi dikilirken söz” bozuluyor. Anlatıcı, annesi Süheylâ Hanım’ın “O uğursuz mum” çiçeklerine yüklediği bu üzücü gelişmeyi “Cahit Ağbi’nin İncilâ Abla’yla nişanlanmayışının nedeni belirsizdi.”den hemen birkaç satır sonra “Nişan bozulmasından bir yaz geçmişti”ye geçerek biraz kararsız ve karışık veriyorsa da, gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: “Cahit ağbinin gelişleri seyrekleşmişti. Limonluğa geçip şarkılar söylemiyordu artık. İncilâ Abla’yı kucaklayışlarında soğuktu, bıkkındı. Oturup kalkması, giyinip kuşanışı başkalaşmıştı. Defterime gönyesiyle üçgenler yapmadı boy boy. Mum çiçekleri limonlukta kendi kendilerine bitmişlerdi. ‘Yıllarca otun üremediği limonlukta.”, “Annem konuşmuyordu sorduğum vakit. Ben onlara gitmediğimizde çarçabuk unutuyordum.”
Sonraki gidişlerinde “İffet Hanım’ı kıpkırmızı gözlerle” buluyor, “Uçuk pembe tafta nişan elbisesi eski gardıroba asılmış” olarak görüyorlar. Süheylâ Hanım onları –kendisinin de inanmadığı sözlerle– teselli etmek için çırpınıyorsa da sonuç değişmiyor. Süheylâ Hanım’ın “misafir gününde beyaz eldivenler geçirmiş, güneş şemsiyeli bir kadın”ın “İncilâ’yı da bundan sonra kimse almaz,” sözü gerçek gibi görünüyor. Aynı kadın, mahallenin ortak görüşünü de yansıtıyor: “Az gezmedi o mühendis çocukla. Limonlukta şarkıların bini bir paraydı. Gökleri çınlattı âvazeleri.” Mahallenin görüşlerine yeni görüşler ekleniyor ve İncilâ’nın çeyizi Kızılay’a satılıyor. (Hallerini bilmeyişlerinden söz edildi İffet Hanımların; Kızılay’a satılan hesapişleri, mürver iğneler, civan kaşları.)
Yaz da geçiyor. Ana – oğul, Cahit’i “yanında kısaca boylu, çok şık bir kızla Moda’da” görüyorlar. Cahit’in selamı reddediliyor, uzaktan el sallaması boşa çıkarılıyor (Cahit ağbi, anneme selam vermek istemişti: Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu, “Tanıyacaksın Süheylâ.” Buz gibi durmuştu annem. Bana el sallamıştı Cahit ağbi, kolumdan çekip sürüklemişti annem.)
Öykünün sonuna yaklaşırken, sulu sepken bir yağmurun damlaları gibi düşüyor Selim İlerinin seçtiği sözcükler:
“Düğünler yaşanıyor. Gelin güleryüzle iniyor merdivenlerden. Çocuklar geziniyor ortalıkta. Kadınlar aynalarda yapılı saçlarını düzeltiyorlar. Düğün pastası kesiliyor.
Ben hiç düğünlere gitmiyorum.
İçinde akide şekerleriyle bir tek lokumun olduğu pembe kâğıdı açmıştım. Pembe kâğıt külahta İncilâ Ablamın soluk baskılı fotoğrafını görmüştüm. Limonluğa kar yağıyordu. Kar, çatlak camlardan içeriye yağıp eriyordu.
Kuru ayazın ardından yağmurlar geldi.
‘Hoş geldiniz,’ dedi annem.
‘Şakır şakır yağmur, manşonumu ıslattı,’ dedi annemin güneş şemsiyeli konuğu. Çizmelerini çıkardı. Manşonunun tüylerini kabarttı. Soba yanan odaya girerken, ‘İşittiniz mi?’ diye sordu. ‘Sizin İncilâ’nın Cahit, eski elçilerden Regaip beyin kızıyla nişanlanmış, yıldırım nikahıyla evleneceklermiş.’ Bir an sustu anlamlı göz süzmelerle. “Regaip bey çok seviniyormuş. Sevinir elbet, Cahit hem güzel çocuk hem de istikbali açık.’
Annem, misafir hanıma muzlu pastadan tutmuyordu.”
***
“Gelinlik Kız”ı tüketmek her babayiğin harcı değil. Tekniğini, kurgusunu anlamak, tiplerini tanımak/tanıtmak, çocuğu ve onun ergin konumunu değerlendirmek, Süheylâ Hanım’ın asil, vakur ve hüzünlü tavırlarını çözümlemek… Bunların her biri ayrı bir çabayı gerektiriyor. Eh, bizim adımız da, Hıdır!
(Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü, Cilt: 4, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2001, ss: 83-104)

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments