Modern Şiir ve Özellikleri
Çağımızın ve günümüzün şiirini yalnızca daha iyi, daha yakından tanıdığımız için değil, bütün çağların şiirlerine kendimizinkinin sisleri arasından baktığımız için, şiir derken modern şiiri anlatmak istiyoruz. Modern şiir, artık hikayeden ayrılmış olan, gelişen burjuva sınıfının, çevresinin bilincine varmasında özel bir rol oynamış olan şiirdir. Bu modern şiirin -iyisinin değil, herhangi bir modern şiirin- kendine özgü temel özellikleri nelerdir? Yunan şiirinin temel özelliği olan Mimesis (taklit), burjuva şiirinin temel özelliği değildir; Mimesis burjuva hikayesiyle oyununda görülür.
Bugün, anlayanların gözünde bir sanat olarak şiiri meydana getiren temel özellikler şunlardır:
a)Şiir ritimlidir
Herhangi bir dilin »doğal« ritminden ayrı ve üstünde olan şiirsel ritim, köklerini iki kaynaktan alır:
(1) Ritim daha kolay bir ortak bildiri yolu sağlamakta, dolayısıyla şiirin kolektif yapısını güçlendirmektedir ve şiirin içinde doğduğu toplumsal çevrenin izidir. Bunun sonucu olarak ritmin yapısı, şiirin içgüdüsel ya da coşkusal özü ile bu coşkunun kolektif olarak kendisini gerçekleştirdiği toplumsal ilişkiler arasındaki kusursuz dengeyi ustaca ve duyarlı bir yolla dile getirir. Böylece insanın kendi içgüdüleriyle toplum arasındaki ilişkiyi değerlendirmesindeki herhangi bir değişiklik, hazır bulduğu ve dolayısıyla bir şair olarak şu ya da bu yönde değiştirdiği vezin ve ritim alışkanlıkları (convention) karşısındaki tutumunda yansır, İngiliz burjuva şiirinde vezin tekniği karşısındaki tutumda görülen bu değişiklikleri bundan önceki bölümlerde genel çizgileri içinde incelemiş bulunuyoruz, »serbest vezin«e doğru son gidişin, insan kendi toplumsal ilişkilerinin kontrolünü tamamen yitirdiği için, bütün toplumsal ilişkileri körü körüne bir yadsımayla terketmek gibi son anarşik burjuva girişimini yansıttığı da açık bir gerçektir.
(2) Bu bizi şiirdeki burjuva çelişkisinin özel bir yüzüyle karşı karşıya getirir : ritmin kolektif bildiriyi ve coşkuyu kolaylaştırmasıyla. İnsan vücudunun, dış olayların geçici (arızî-casual) karakteri ile ego (benlik) arasında bir ayırıcı çizgi meydana getiren, zamanı özel ve dolaysız bir tarzda öznel olarak algılıyormuşuz gibi gösteren birtakım düzenli doğal hareketleri vardır (nabız atışı, soluk alma, vb). Bu yüzden herhangi bir ritmik hareket ya da eylem bilinç alanımızın fizyolojik öğesini çevresel öğe karşısında üstün duruma getirmekledir. Bu, coşkusal içe doğru dönüş diye adlandıracağımız ve bir matematik problemi üzerinde uğraşırken olagelen ussal içedönüşe karşıt tutacağımız kendine özgü bir çeşit içedönüş yaratır. Ussal içedönüşte ritme yer yoktur.
Ritim bir ortak şenlikteki insanları özel bir tarzda, hem fizyolojik hem de coşkusal olarak birbirine yaklaştırır. Daha önce de görmektedirler birbirlerini, ama özlenen bir araya geliş değildir bu. Tersine, birbirlerini o kadar açıkça göremez olunca, her biri kendi iç karanlığına çekilip aynı fizyolojik ve öğesel (elemental) vuruşu paylaşınca, işte o zaman, birbirlerini aynı gerçek algı dünyasında görmenin birliğinden farklı özel bir grup birliğine ulaşırlar. Bilinçsel birliğin karşıtı olan içgüdüsel birliktir bu; nesnel birliğin karşıtı olan öznel birliktir. Coşkusal içedönüşte insan genotipe (genotype), her insanda aşağı yukarı ortak olan ve yaşam boyunca dış gerçeklik tarafından değiştirilen ve kendine uydurulan içgüdüler topluluğuna döner.
Bu coşkusal içedönüş, kendi başına bir toplumsal olgudur. İnsanlar tüm olarak aynı içgüdü donanımını taşıdıkları için toplumun düzenli işleyen bir bütünlüğü vardır. İnsanın hazır bulduğu üretim ilişkileri, içine girdiği çevre, toplumsal olarak onun bilincine bir biçim verir, aynı zamanda herhangi bir toplumda birliği sağlar. Biri ilkel Avustralya kültürü, öbürü ise modern Avrupa kültüründe doğmuş olan iki eş genotipin birbirinden farklı olacağı ve daha sonra birlikte büyütülseler bile bir tek toplumsal karmaşığı (complex) meydana getirmeyecekleri doğrudur. Ama aynı kültürde doğmuş olan bir maymunla insan da çevre koşullarının benzerliğine rağmen farklı olurlar ve aynı karmaşığı meydana getirmezlerdi. İçgüdü ile kültürel çevre arasındaki bu çelişme toplum için mutlak önemdedir. Onun çözümlemekte olduğumuz biçimi nasıl kapitalist toplumun gelişimini etkiliyorsa, bu genel çelişme de tüm toplumun gelişimine olumlu etkide bulunur. Dilde, bu çelişme ussal içerik ya da sözcüklerle ifade edilen nesnel varlık ve coşkusal içerik ya da aynı sözcüklerle ifade edilen öznel davranış arasındaki zıtlıkla belirir. Dilin doğuşu gibi insanın doğayla mücadelesinde ortaya çıktıkları için ikisini birbirinden ayırmak olanaksızdır. Ama bilim (ya da gerçeklik) birincinin özel alanıdır; şiir (ya da yanılsama) ise ikincinin ülkesidir. Demek ki bir bakıma şiir, toplum için, insanın Doğayla mücadelesi gibi başsız ve sonsuzdur.
Bu, şiirin kendinde, kendi içine çekilerek hemcinsleriyle coşkusal bir birliğe giren insan biçimini alır. Dolayısıyla burjuva şair kendi bireyliğini dile getirdiğini, ruhunun en dip köşesindeki sanat dünyasına girerek gerçeklikten kaçtığını varsayarken, gerçekte ussal gerçekliğin toplumsal dünyasından coşkusal beraberliğin toplumsal dünyasına geçiyordur. Burjuva şair (sandığı gibi) anti-sosyal olunca ve kendisini tamamen »sanat için sanat« dünyasına adayınca, Mallarme’nin L’Apresmidi d’un Faune’u ve Apollinaire’in Alcools’ündeki gibi, ritmi gittikçe daha göze çarpıcı ve uyutucu olur. Burjuva ancak anarşist aşamaya geçip de burjuva toplumu bütünüyle yadsıyınca, sözcüklerini yalnızca kişisel çağrışımlarla seçince ritim ortadan kalkabilir, çünkü şair artık öbür insanlarla ortak içgüdülere sahip olmak gibi toplumsal bir bağdan bile korkmakta ve bu yüzden yalnız beyinsel bir başkalık taşıyacak sözcükleri seçmektedir. Çok güçlü coşkusal çağrışımı olan sözcükler seçerse bu, güçlü bir ritmin uyuşturuculuğu (hipnoz) ile birleşince, onu insani içgüdülerin ortak derinliğine gömecektir. Gerçeküstücülerin, acayip çağrışımları ne kadar kişisel olursa olsun, coşkusal değil de ussal olan sözcük bileşimleri seçme tekniği de buradan gelir. Nihayet bu, ancak dilden ve anlamdan ayrılmakla mümkün olur, çünkü bilincin bütün içerikleri temelde hem genetik, hem de çevresel bakımdan toplumsaldır.
Böylece, ritim şiir için temeldir ve »Ritim uyuşturucudur, aşırı duygululuk yaratır« ya da »Vezin kalıpları toplumsal normları ifade eder« gibi basit formüllerle bir yana itilemez. Ritmin anlamı tarihseldir ve herhangi bir belli zamanda, toplumun temel çelişkisinin dilde ortaya çıkışına bağlıdır.
b) Şiirin başka dile çevrilmesi zordur
Çevirilerin şiirin aslında uyandırdığı kendine özgü coşkunun pek azını aktarışı şiirin temel özelliklerinden biri olarak bilinir. Bir çeviriyi okuduktan sonra şiirin yazıldığı dili öğrenmiş olan herkes söyler bunu. Ölçü yeniden yaratılabilir. »Duygu« denen şey eksiksiz çevrilebilir. Ama o çok özel şiirsel coşku kaybolur. Fitzgerald’ın Rubailer’i ya da Pope’un İlyada’sı gibi çeviriler iyi şiir iseler gerçekte yeniden yaratmalardır da ondan. Yeniden yaratılan şiirsel coşkunun ise şiirin aslının uyandırdığına benzerlik taşıdığı durumlar pek enderdir.
Bunu, şiirdeki herhangi gizemli bir aşkın niteliğe yormaya hakkımız yok. Böyle olabilir de, olamaz da. Sözcük oyunlarının özel bir karakteristiğidir bu. Şiirin temel özelliklerinden biridir. Hiç kimse, Savaş ve Barış gibi ya da Budala gibi büyük romanların çevirilerinin, İngiliz okuyucusuna asıllarındaki her şeyi verdiğini ileri süremez. Ama bu eserlerin çevirilerinde bile taşıdıkları olağanüstü güç, örneğin İnferno’nun ya da Odiseus’ün çevirileriyle karşılaştırıldığında bize gösterir ki romanın önemli estetik nitelikleri çeviriyi – şiirin niteliklerinin yapmadığı bir tarzda – yaşatmaktadır. Kuşkusuz, biçimsel ölçü kalıbının aktarılmasındaki güçlükten gelmemektedir bu. Tersine – ki bu çok kez görmezlikten gelinen bir noktadır – Fransız şiirinin biçimsel ölçü kalıbı şiir şeklindeki İngilizce çevirilerinde büyük ölçüde yeniden kurulabilir; Fransız düz yazısındaki vurgusuz konuşma ritmiyse İngilizce düz yazı çevirilerinde aynı derecede korunamaz. Ama, bir yabancı şairden, az da olsa bir tat almak isteyen eleştirmenler, sözcük sözcük yapılmış bir düzyazı çeviriyi, ölçülü çeviriye üstün tutarlar.
c) Şiir usa aykırıdır
Şiir tutarsız ya da anlamsız demek değildir bu. Şiir dilbilgisi kurallarına uyar ve genellikle bir şey açıklayabilir, yani söylediği şeyler aynı dilde ya da başka dillerde farklı düzyazı biçimleri halinde söylenebilir. Ama Spinoza’nın felsefesi bir izleyicisi tarafından açıklandığında Spinoza’nın felsefesi olarak kalırken; ya da Tolstoy’un bir romanı başka bir dile çevrildiğinde yine Tolstoy’un romanı olarak kalırken; peri masalı kim anlatırsa anlatsın aynı peri masalı olarak kalırken, bir şiirin açıklanması, aslının aynı ifadelerle de yapılmış olsa, artık aynı şiir değildir – belki şiir bile değildir. »Ussal« (aklî – rasyonel) sözcüğüyle, insanların, çevrelerinde görür görmez kabul ettikleri düzenlere uygunluğu kastediyoruz. Bu anlamda bilimsel kanıtlar ussaldır; şiir, değildir. Ama dilde çevresel uygunluktan ayırt edilebilir bir başka ortak taraf ya da toplumsal uygunluk olduğunu görmüştük. Bu, coşkusal ya da öznel uygunluktur. »İç gerçeklikle uygunluk« diyelim buna. Yine şiirin bu temel özelliğinin onun ritmik biçimiyle bağlı olduğunu da görmüştük. Öyleyse, açıktır ki şiir çevresel uygunluğu bakımından usa aykırıdır, çünkü coşkusal uygunluğu bakımından ussaldır ve bu iki uygunluk biçimi arasında bir çelişki vardır. Bu çelişki tek başına varolan bir çelişki değildir : bu uygunluklar dilin içine girmiştir çünkü yaşamın kendinde vardır. Gerçekte şiir, insanın coşkularıyla çevresi arasındaki çelişkinin : insanın doğayla mücadelesinin gerçek ve somut biçimini alan çelişkinin bir yüzünün dile gelişinden başka bir şey değildir. Şiir bu mücadelenin bir ürünü olduğu için tarihsel gelişiminin her aşamasında insanın çevresiyle olan etkin ilişkisini kendi alanı içinde yansıtır.
Plato, İon’dan yaptığımız alıntıda şiirin bu türden usa aykırılığını belirtir. Shelley’in : »Şiir aklın etkin gücüne bağlı olmayan bir şeydir,« derken söylemek istediği de buydu.
d) Şiir sözcüklerle kurulur
Basmakalıp bir söz gibi görünebilir bu; ama hemen her zaman ve her fırsatta, bilmesi gerekenlerce unutuluyorsa, hiçbir şey basmakalıp değildir. Örneğin, Matthew Arnold der ki: »Şiir için fikir her şeydir; gerisi bir yanılsama, kutsal bir yanılsama dünyasıdır. Şiir coşkusunu fikre bağlar; fikir olgudur. Bugün dinimizin en güçlü yanı onun bilinçsiz şiiridir.«
Son cümlenin bir hakikati çarpıttığını biliriz. Ama ilk ikisi o kadar karmakarışıktır ki daha sonraki bölümler Arnold’un iyi bir sanatçı olarak şiirin önemli bir yanını belirttiğini göstermesine rağmen bu cümlelerin gerçek anlamını seçmekte güçlük çekeriz.
Shelley de şu dağınık sözleri söyler : »Dil, renk, biçim, din ve eylemlerdeki uygar alışkanlıklar tüm olarak şiirin araç ve gereçleridir; konuşmanın, etkiyi nedenin eşanlamlısı olarak kabul eden yanıyla bütün bunlar şiir diye adlandırılabilir.«
Bu dağınıklığın altında, şiirin insanın toplumdaki gerçek varoluşu ile ortaya çıktığı hakikati yatmaktadır.
Bir de söyle der Shelley : »Şairlerle düzyazıcılar arasında bir ayrım yapmak çok bayağı bir hatadır… Plato aslında bir şairdi. Lord Bacon bir şairdi… Bir şiir, kendi dış gerçeği içinde ifade edilen hayatın imgesinin ta kendisidir…«
Burada, hiçbir şey gizlemeyen bir dağınıklıkla konuşur Shelley. Bacon bir şair değildi. Bu abartmalı sözler, burjuva ekonomisinin gelişmesiyle »saf ve temiz ilişkilerin« bir kenara atılışının şaire bir aşağılık duygusu vermeye başladığı bir zamanda şiiri haklı çıkarma girişimleridir.
Mallarme’nin ressam arkadaşına öğüdü çok ünlüdür: »Şiir sözcüklerle yazılır, fikirlerle değil.« Bu, bizim ileri sürdüğümüz olumlu özeliğe, doğrulayamayacağımız olumsuz bir özellik ekler. Şiir elbette ki fikirler, yani zihinsel imgeler uyandırır, yoksa sesten başka bir şey olmazdı. Bu yüzden biz burada kendimizi şu öneriyle sınırlıyoruz: »Şiir sözcüklerle kurulur.«
Okuyucu bu temel özelliğin gerçekte bir önceki temel özellikten: »Şiirin başka dile çevrilmesi zordur« özelliğinden doğduğunu görecektir. Çünkü şiir yalnızca fikirlerle, yani dinleyicide yalnızca fikirler uyandırma amacıyla yazılmış olsaydı, bir başka dilde kafada aynı fikirleri uyandıran sözcüklerin seçilmesiyle çevrilebilir olurdu. Böyle olmadığına göre, sözcük, uyandırdığı fikirden ayrı birtakım öğeleri de taşımalıdır içinde sözcük olarak. Dolayısıyla nesnel olarak sözcük demek olan ses-simgesinin ya da kara kara işaretlerin kendi içlerinde özel bir büyü taşıdıklarını söylemeksizin şiir, romandan ayrı bir tarzda sözcüklerle yazılır, diyebiliriz. Gerçekten de sözcük, fikirden başka, çeviriyle dile getirilemeyen özellikte duygusal bir »coşku« yaratır.
e) Şiir simgesel değildir
Basmakalıp bir söz söylemiş olmakla suçlanamayız artık. Tersine, alışılagelen ideal şiir kavramı belli belirsiz simgesel bir şey olduğu için basmakalıplığın tam tersini ileri sürmüş oluyoruz belki de. Ama şiirin usa aykırı oluşunun hemen ardından, zorunlu olarak, onun simgesel olmayışı gelir.
Sözcükler simgeseldir derken neyi kastederiz, onların yalnızca simgeler olduklarını, başka bir şey olmadıklarını mı? Sözcüklerin kendilerinin bir şey olmadığını, onlarla değil onların gösterdikleri şeylerle ilgili olduğumuzu kastederiz. Örneğin, bir matematikçi sekiz artı dokuz eşittir on yedi diye yazdığı zaman sözcüklerin kendileriyle değil deneysel gerçeklikte rastlanan birtakım genelleştirilmiş sınıfların sıralanışı ile ilgilidir. Çünkü kullandığı sözcükler simgeseldir; yani cümle, kişisel anlamdan arıtılmış olduğu için hangi sözcükler kullanılırsa kullanılsın tamamen aynı geçerliğe sahip olurdu. Örneğin gösterilen sıralama işlemleri Fransızcada, Almancada ya da İtalyancada farklı sözcüklerle de anlatılsa bir matematikçi için tamamen aynı olurdu; çünkü sözcüklerin kendileri gerçek matematiksel sıralanış işlemlerini temsil eden keyfî bir anlaşma (convention) olarak kabul edilir. Yukarıdaki ifade 8 + 9 = 17’ye çevrilse, cümle, matematikçinin gözünde yine de yeteri kadar anlamlıdır. Hatta daha da ileri gidebiliriz : yarının matematikçileri anlaşsalar da 8’in yerine 9’u, 9’un yerine 8’i ve 17’nin yerine 23’ü koysalar, artı işareti yerine eksi, eşit işareti yerine büyüktür işaretini kullansalar, 9 – 8 L 23 cümlesi simgesel olarak 8 + 9 = 17 ile ifade edilen deneysel işlemlerin tam ifadesi olurdu. Ama yarın bütün sözcükleri kaldırsak da İngilizce sözlükteki her sözcüğe bir numara verseydik, Hamlet’in bir konuşmasındaki şiirsel içerik, bir sıra numara ile ifade edilemezdi. O içeriğe ulaşmak için numaraları aklımızdan yine asıl sözcüklere çevirmek zorunda kalırdık. Evrensel bir matematik dilinin gelişmesini mümkün kılmış olan matematiğin simgesel dilinin son derece çevrilebilme kabiliyeti böylece simgesel olmayan şiirin çevrilmezliğiyle zıtlık içinde bulunmaktadır. Bu evrensel matematik dili lojistik ya da simgesel mantıktır.
1 Sözcüklerin bu göstericilik özelliği üzerine Ogden ve Richards’ın »Anlamın Anlamı« adlı eserinde güzel bir tartışma vardır.
2 Peano tarafından bulunmuş ve Russell ile Whitehead tarafından geliştirilmiştir. Ek: »Principia Mathematica«. Bulucularının umutlarını gerçekleştirememiştir henüz.
Şiir, niteliklerinden bir kısmı başka bir dile aktarılabildiği ölçüde bir simgecilik (sembolizm) öğesi taşıyor demektir.
Gene gördük ki, şiir, nasıl ussal uygunluktan yoksun olmasına rağmen coşkusal uygunlukla dolu ise, aynı şekilde, dış simgecilikten – dış nesnelerle ilişkiden – yoksun olmasına rağmen iç simgecilikle – coşkusal durumla ilişkiyle – doludur. Yani her gerçek sözcük hem bir dış ilişkiyi hem de öznel bir durumu göstermektedir. Böylece bilimsel kanıt bir değer yargısı taşımaktadır; onu atmak olanaksızdır. Bu yargılar ancak lojistikte atılabilir. Şiirse, içinde dış nesnelerle bir ilişki taşır – hem onları atmak hem de şiir olarak kalmak olanaksızdır.
Bir bilimsel kanıttan, lojistiğe indirgemek için, bütün değer yargılarının atılışı gibi, bütün dış ilişkiler de şiirden atılırsa şiir ne olur? »Anlamsız« ses olur; ama coşkusal ilişkilerle dolu bir ses – başka bir deyişle müzik olur; müzikse, lojistik gibi, çevrilebilir ve evrenseldir. Yani görüyoruz ki, şiirin özelliği olan ilişki ile coşkunun birbiri içine karışması birbiri içinde kaybolması demek değildir; bu karışma içgüdü ve çevre zıt kutupları arasındaki bir diyalektik ilişkiyi, kökleri İngiltere, Fransa ya da Atina’nın gerçek somut toplumsal yaşamındaki bir ilişkiyi ifade eder. Şiir, dibe çökmüş toplumsal tarihtir, insanın doğayla mücadelesinin coşkusal alın teridir.
f) Şiir somuttur
Bundan önceki olumsuz ifadeye denk düşen olumlu bir ifadedir bu. Ama somutluk, simgeselliğin otomatik olarak ters anlamı değildir. Örneğin, simgesel bir dil, özel karşısında geneli yadsıyarak somuta daha çok yaklaşabilir. Aritmetik, cebirden daha somuttur, çünkü simgeleri daha az genelleştirilmiştir. İki simgesinin, iki tuğlanın yerini tuttuğu, iki at, iki insan vb. için başka simgeler gerektiren bir matematik simgeciliği, varolan matematiksel simgecilikten düpedüz daha somut olurdu; ama daha az simgesel olmazdı, çünkü keyfi işaretlemeye bakarak yine de alışılmış (conventional) ve algıya açık olurdu. Ama şurası da açıktır ki, simgesel bir dil somutlaştıkça ağırlaşır, hantallaşır. İki insan birbirinin aynı olmadığına göre kusursuz bir simgesel dilde mümkün her insan çifti için farklı simgeler bulmak gerekecekti.
Matematiğin genelliği dış gerçekliğin bir genelliğidir; dolayısıyla matematiğin özeliliği de dış gerçekliğin bir özeliliği olmuş olur; ve dış gerçeklik içinde nesnelerin sayısı sonsuz olduğuna göre matematik genel olmak zorundadır. Matematik, en genelleştirilmiş şey olduğu için dış gerçeklikle uğraşmada en elverişli bir araçtır. Yalnızca sıralamalarla, yani sınıflarla uğraştığı için evrenin sonsuz özeliliğiyle baş edebilir. Sonsuzluğun matematikte o kadar çok karşımıza çıkışı bir rastlantı değildir.
Şiirle karşılaştırın bunu. Onun vatanı öznel tavırlardır. Yani bilinç alanı, gerçek nesnelerle, onlar karşısındaki öznel tavırlardan ibarettir. Bu gerçek nesneleri en genel tarzda sıralamakla matematik sonsuzca : bütün dış gerçekliği kavrayabilen bir tek simgeye varır. Ama şiir bütün bu öznel tavırları en genelleştirilmiş tarzda sıralarsa egoya: bütün öznel gerçekliği kavrayabilen tek simge olan egoya varır.
Gerçekte soyut olan, öznel gerçekliğe bakarak genelleştirilmiş olan müziktir, şiir değil; tıpkı dış gerçekliğe bakarak matematiğin soyut oluşu gibi. Müzikte çevre kaybolur gider, ego büyür, genişler, bütün dram onun duvarları içinde geçer. Matematik, dıştan soyut ve genelleştirilmiştir; müzikse içten.
Ama şiir bilimsel kanıt gibidir, »katkılı«dır. Coşkuları gerçek nesnelere başlanmıştır ve bu onlara bir kendine özgülük verir. Gerçeklik, egonun görüşü içinde dolanıp durur. Bu demektir ki şiir, tıpkı bilimsel kanıtın somut ve özelleştirilmiş oluşu gibi somut ve özelleştirilmiştir; ama tabiî her iki durumda da somutluk ve genellik, gerçekliğin farklı alanlarını gösterir.
Örneğin şair
Sevgilim kırmızı, kırmızı bir güle benzer
dediğinde dil simgesel değildir; çünkü, hiçbir zaman, sözcüklerin taşıdığı alışılmış anlamdan yola çıkılarak dizenin aslındaki şiirsel coşkuyu içinde taşıyan bir açıklama yapılmak istenirse, »nişanlım, gülgillerden kırmızı renkli bir çiçektir« diye bir şey söylenemez. Dize simgesel değildir. Dolayısıyla da onun somut olması zorunluluğu düşünülemez. Ama eğer somut olmasaydı, ifadenin bu yeni biçimiyle doğru olması gerekirdi. Yani, soyut olsaydı kendine özgü bir durum, şaire, belli bir sevgiliye, bir ruh haline, bir zamana, bir şiire özgü bir ifade değil, oldukça genel bir ifade olurdu: şöyle ki, konuşan, nerede ağzını açıp da »sevgilim« diye başlasa, belli bir olguymuş gibi aklına sevgilinin »kırmızı, kırmızı bir gül gibi« oluşu gelirdi.
Ama şiir soyut değil de simgesel olmayan somut bir dil olduğuna göre, yazdığımız ikinci bir şiirde
Sevgilim beyaz, beyaz bir güldür
ya da
Çiçekler açıyor madem, sevgilim gül değildir
demek hakkını kazanırız.
Ama simgesel olmayan soyut bir dille bu ifadeyi ancak ilkinden başka bir şiir yapısı içinde, yani başka bir dilde yeniden kurmak hakkına sahip olabilirdik. Bu noktanın yanlış anlaşılması, Plato’yu bütün şairlere yalancı gözüyle bakmaya götürür : ama bu noktayı anlamış olan Sidney, şairin »yalancı olmadığını, çünkü hiçbir şey demediğini, hiçbir şeyi olumlamadığını« açıklayarak ona cevap verir.
Böylece şiirdeki öznel genelleştirmenin bu somut özelliği, şiire, yanılsamanın yarı kabulünü vermeyi gerekli kılan şeyden başkası değildir – onun fantastik dünyası içindeyken söylediklerini kabul etmek fakat bütün romanların ve şiirlerin bütün söylediklerinin gerçek maddi dünyada olduğu gibi yadsıma ve çelişme ilkelerinin uygulanacağı bir dünya meydana getirmesini istememek gibi bir yarı kabul. Bu, romanlar ve şiirler arasında varolana benzer bir bütünlük gerekmeyeceği demek değildir. Bu bütünleniş estetiğin alanıdır. Herrick’i Milton’un altına, Shakespeare’i ise her ikisinin üstüne sıraya koymak ve onların niçin ve nasıl ayrıldıklarını geniş ve karışık ayrıntılarla açıklamak, estetiğin asıl görevidir. Ama böyle bir iş standart, bütünlenmiş ve bilimsel – yani ussal – değil de estetik bir dünya görüşü gerektirir. Sanatın mantığıdır bu.
Bu somutlaşma ve özellik, şiir gibi katkılı olan ama karşı kutba daha yakın olan bilimsel kanıt alanına da uygulanır. Herkes bilir ki biyoloji, fizik, toplumbilim ve ruhbilim, hepsinde ayrı yasaların uygulandığı alanlardır, ama daha genelleştirilmiş bir alana uygulanabilen bir yasanın daha az genelleştirilmiş herhangi bir alanda çürütülmemesi gerektiğini söyleyen birleştirici bir ilke de vardır : örneğin, toplumbilimin yasaları fizik yasalarını çürütmez. Aynı şekilde şiir de bu uygunluğu göstermelidir : hangi fantastik dünyada olursa olsun, onun yaşantıları hep aynı »Ben«in başından geçer; romanlar da aynı uygunluğu göstermelidir : »Ben« (karakter) ne olursa olsun, sahneler hep aynı insan toplumunun gerçek dünyasında uzanır; bu coşkusal »ben«in yapısı ya da gerçek dünya estetik yargıyı belirler. Bu ego, içinde belli bir sanat mantığı bulunan »dünya görüşü«dür gerçekte.
Bu »katkılılık«, ne bilimin ne de şiirin »gerçekten« doğru olmadıkları demek midir? Tam tersine. Çünkü hakikat yalnız gerçekliğe, gerçek somut : yaşama uygulanabilir, ve gerçek somut yaşam ne tümden öznel ne de tümden nesnel değil, iki şey arasındaki (insanla Doğa) bir diyalektik etkin ilişki olduğu içindir ki bizim »doğru« ölçütünü uygulayabileceğimiz, mücadelenin bu »katkılı« ürünleridir yalnız. Hakikat daima toplumsal insanı gösterir -insanla ilişkili olarak »doğru«dur bir şey. Dolayısıyla, Russell’ın da gösterdiği gibi, matematiğin ölçütü hiçbir zaman »doğru« değildir, değişmezliktir. Aynı şekilde müziğin ölçütü »güzellik«dir. Dilin, bütün ürünlerinde her ikisinin karışımını taşıması insanın yaşamında daima Keats’in öngörüsünü gerçekleştirmeye can atmasındandır: Güzellik hakikattir, hakikatse güzellik; çevreyi içgüdüye, değişmezliği güzelliğe ve gerekliliği arzuya uydurmaya -bir kelimeyle, özgür olmaya çabalamaktadır insan. Dil bu mücadelenin ürünüdür, çünkü bir insanın değil, bir araya gelmiş insanların mücadelesidir yapılan; dil ise bu birleşik mücadelenin aracıdır; onun için dilde, her yerde, insanın çevresinin olduğu kadar insanlığın da damgası vardır. Bilim nasıl çevre kutbuna yakınsa şiir de içgüdüsel kutba yakındır. Değişmezlik, bilimin, güzellikse şiirin erdemidir – hiçbiri hiçbir zaman saf güzellik ya da saf değişmezlik olamaz, ama onları gelişme yolunda ileri iten de bunu başarmak için verdikleri mücadeledir. Bilim matematiğe, şiirse müziğe özlemdir daima.
g) Şiir yoğun etkilenmelerle tanımlanır
Bunlar şiire özgü etkilenmelerdir, yani estetik etkilenmelerdir. »Karınız dün öldü« gibi bir telgraf, okuyanda olağanüstü yoğun etkiler yapabilir, ama estetik etkiler değildir bunlar. Dil simgesel olarak kullanılmıştır burada; bu telgrafı alan mutsuz koca, karısının tehlikede olduğunu daha önceden bilseydi ve (çok cimri olduğu için) karısının ölümü halinde bunun kendisine »Kippers« (ringa balıkları) gibi bir parola ile haber verilmesini söylemiş olsaydı bu kısacık haberin yaratacağı etki yine aynı güçte olurdu. Telgraf şiir biçiminde de olsaydı aynı şey olacaktı. The Times gazetesinin ölüm ilanları sütununda yayımlanan şiir biçimindeki haberler şiirdeki biçim özelliklerini taşır ve onları oraya koyduranlar için kuvvetli etkilere sahiptir; ama bu etkiler estetik etkiler değildir.
Bu iki durumda bir başka şey daha denenebilir. Bu ölümlerle ilgili olmayan kimseler için sözcükler aynı etkileri taşımayacaktır. Estetik olmayan etkiler bireyseldir, ortak değil; ve toplumsal yaşantılara değil, özel yaşantılara bağlıdır. Bu yüzden, coşku toplumsal bir biçim içinde gerçekleştirilemeyen ya da gerçekleşmemiş bir özel kişisel yaşantıdan geliyorsa şiirin bu coşkusal anlam yüküyle yüklü olması yetmez. Coşku bir araya gelmiş insanların yaşantısından çıkmış olmalıdır; böylece şiirsel »Ben«in neden ibaret olduğunu görürüz. Matematiğin sonsuzu, ne derece, bir kişinin algı dünyasının sonsuzu ise, bu »Ben« de uygar bir toplumda o derece bir tek bireydir. Matematiğin sonsuzu, maddi dünyanın : bütün insanların algı dünyalarınca ortak dünyanın sonsuzudur. Şiirin Ben’i ise bir arada yaşayan bütün insanların coşkusal dünyalarınca ortak bir »Ben«dir. »Uygar toplumdaki birey« görüşünün hiçbir zaman üstüne çıkamamış olan burjuva eleştirisi, estetik nesneler ve coşkuları diğerlerinden ayıran şeyin ne olduğu sorununu nasıl çözebîlir? Estetik nesneler, bireysel insana değil bir arada yaşayan insanlara özgü coşkular uyandırdıkları sürece estetiktirler. Estetik coşkunun tarafsız, kesinliksiz ve nesnel özelliği de buradan gelmektedir. (Christopher Caudwell)