BAZI kişileri sırf düşük çeneli oldukları için uzağımda tutmuşumdur. Bunu bencilliğim sayın isterseniz. Dinlememeyi pek güzel becersem de düşük çeneliyle baş edemem. Bakarım adam kafamı sıkılmış limona döndürmüş, karşımda dört saattir konuşuyor. Ya bir de dediklerini can kulağıyla dinleseydim? Eskiden bazı inceliklere önem verirdim. Örneğin evime gelmiş biri densiz de olsa el üstünde tutulması gereken biriydi. Şimdi eskisi kadar sabırlı değilim. Kendini bilmez birilerine “Arkadaş, sen yavaş yavaş toplan git bakalım, benim işim var!” dediğim olmuştur şu son yıllarda. Babamın ve annemin asla yapmadığı, dünya yıkılsa yapamayacağı şey!
Toplum kabalaştıkça sizi de bir ölçüde kaba davranmaya itiliyorsunuz. Ben gün boyu çok az konuşurum. Kimi görüyorum ki kiminle konuşayım. Bazen bütün gün yirmi otuz sözcükle yetindiğim olur. Ali odasında ben salonda bir çalışmaya koyulduk mu akşamı buluveririz. Sabah kahvaltısında ve akşam yemeğinde ne söylediysek birbirimize hepsi o. Öğretmenlik yaparken çok konuştuğum olurdu ama gevezelik için değil: genç insanlar biraz bir şey öğrensinler diye. Dersten çıktım mı gene suspus olurdum. O sıra yanıma gelen bir densizin boş boş konuşmaya hazırlandığını görürsem onu oradan uzaklaştırmanın bir yolunu buluverirdim.
Kafası boş insanlar çok konuşurlar. Çok çabuk bilgi ürettikleri için ya da çok çabuk bilgi ürettiklerini sandıkları için bir fırsat çıktı mı ya da birini tenhada sıkıştırdılar mı başlarlar atıp tutmaya. Söyleyecek sözünüz yoksa ya şakacılık adına sululuk edeceksiniz ya da o zahmete bile katlanmadan dedikodu yapacaksınız. Dedikodu tutkusunun anahtar deliği merakına kadar indirgendiği bir toplumda konuşmak için konu mu bulunmaz! Gazetelerimiz bile ya bismillah daha ilk sayfalarında, karga erzak teminine çıkmadan dedikoduyla başlıyorlar. Falanca oyuncu Bodrum’da eski sevgilisini görünce ne yapmış? İki yıllık “ilişki”sini bitiren “çok yetenekli” at suratlı güzel kadın kaç kilo zayıflamış ve “aşk”ını unutmak için düzenlediği partiye kimleri çağıracakmış? Falanca güzele “uzatmalı” sevgilisi neden herkesin içinde yaradana sığınıp okkalı bir tokat çakmış? Dünyanın her yerinde gazetelerin ikinci sayfaları değerlidir: orada ciddi yorumlar, uzman görüşleri, önemli konular üzerine geniş çerçeveli bilgiler yer alır. Bizde öyle olmuyor. Bakıyorsunuz, bir “bayan” yazar kocaman bir makale yazmış: belden aşağıyla ilgili çok esprili ve çok derinlikli imalarda bulunuyor. Sabahın köründe mideniz bulanmaz mı? Rüyanda mı gördün be bayan? (”Kadın”lığı bir türlü kendilerine yakıştıramıyorlar, ben de ağzımı artık “bayan”a alıştırıyorum, “şarz”a alıştırdığım gibi.) Her sayfada ayaklarını burnunuza uzatmış çok güzel ve çok anlamsız bir ya da birkaç bayanla karşılaşabilirsiniz. İnsanların bilinç düzeyi hızla düşerken gazeteler zorla da olsa düzeylerini korusalar kötü mü olur?
Gevezelikten doğru düşünmeye vakit kalıyor mu? Gevezelik gerçek bilinç etkinliklerini kalın bir toz tabakasıyla örtüyor. Ağzından bal akıtıyor dediğimiz insanların gerçekte bir yerden bir şey akıttığı yok. Sonra, canım benim, bir de bakıyorsunuz bizim geveze dostumuz dilin bozulmakta olduğundan yakınmaya başlamış. Dil nedir diye sorsanız söyleyecek tek sözü yok. Bu koşullarda çok garip şeyler oluyor ve elbet bilinç bozulunca dil de bozuluyor. Felsefenin asıl sahipleri bir zaman önce “öteki” diye bir terim kullanmaya başladılar. Bunu çok önce kullanmalıydılar ama öyle değil. Bunlar derin felsefe bilgisinin değil gevezeliklerin ardından yalan yanlış bilgi üretmenin utanılası sonucudur. “Öteki”yi ne için kullanıyorlar? Latincedeki “alter” yerine, fransızcadaki “autrui” yerine kullanıyorlar. Dilimizi başka dillere benzeterek geliştirecek değiliz ama dilin mantığı diye bir şey vardır. “Alter” ya da “autrui” düpedüz “başkası” demektir, yani ben olmayan özne demektir. “Öteki”den neyi anlarsınız? Ben olmayan bir başka özneyi değil ben’in dışında bulunan birden çok nesneyi anlarsınız. Diyelim sizin dışınızda yani öznenin dışında iki nesneden birini anlarsınız. Dükkana girdiğinizde ayakkabıcı sorar: “Vitrinde beğendiğiniz ayakkabı bu mu?” Yanıtlarsınız: “Hayır, öteki, şu bağcıklı olanı!”
Şairin dileği yıllar sonra karşılığını buldu dostlarım. Ne diyordu: “Düşünmemek düşünmekten iyidir / Düşünmeden yaşayalım Mara / Günü ve saatleri ne yapacaksın…” Eskiden çok konuşmak ayıptı, sözü biraz uzattık mı annelerimiz kaşlarını kaldırıverirlerdi. Şimdi çocuklar özgür yetişiyorlar. Oh, sefam olsun! Eskiden siyaset adamları, biri dışında, az konuşmaya özen gösterirlerdi. Şimdi uzat mikrofonu, eniştem ya da ablam seni saatlerce bir güzel tıraşlasın. Profesörse daha iyi ya! Seçkinlerin sayıları gün geçtikçe artıyor. Nicelik arttıkça nitelik düşüyor mu? Bilmem, bana öyle geliyor.