Uzun yıllardan sonra Türkiye felsefecileri (ve genel olarak aydınları) arasındaki sohbet ve tartışmalara yakından kulak misafiri olduğumda, Martin Heidegger isminin hiç tereddüt etmeden telaffuz edildiğini görmek, ondan genellikle olumlu, bazen de tarafsız olarak bahsedildiğine şahit olmak beni şaşırtmıştı.[1] Kimisi Hegel’i Heidegger açısından yorumlamaya koyulduğunu söylüyordu, kimisi Heideggercilerle Marksistlerin birleştiğini ilan ediyordu, kimisi ise Heidegger’i özgürlükçü düşünürler arasına katıyordu.Postmodernist sistem eleştirilerinin etkisinde kalıp özgürlükçü bir felsefe kurmak için Heidegger lehine Marx’tan vazgeçilmesini savunanlar da yok değildi.
Otuz yıla yakın bir süreden beri Almanya’da yaşayan, orada yaşanan felsefi ve siyasi tartışmaları yakından izleyip bu tartışmalara değişik yazılarlara müdahale etmiş, daha da önemlisi, bu otuz yılın neredeyse on yılını ağırlıklı olarak felsefe, sosyal bilimler, siyaset bilimi ve ekonomi politik olmak üzere değişik akademik dallarda öğrenim görmekle geçirmiş, Alman felsefe ve düşünce tarihi üzerine araştırmalar yapmış birisi olarak, bu tablo karşısında şok olmuştum. Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihi, değişik biçimlerde hep faşizm üzerine yapılan tartışmalarla doludur ve bu bağlamda faşizmi destekleyen birçok felsefecinin yanında ismi en başta gelenlerden ve en çok anılanlardan birisi hiç kuşkusuz Heidegger’dir. Bu nedenle felsefeci olarak faşizmi desteklemiş olan Heidegger’in isminin hiç duraksamadan anılması karşısında şaşıp kalmaktan daha doğal bir şey olmaz; çünkü filozof her şeyden önce dünya bilgesidir. Milliyetçilik, hele Heidegger’in savunduğu türden açık faşist Alman milliyetçiliği felsefenin doğasına aykırıdır. Fakat aynı rahatlığı örneğin Marx’ın veya Sartre’ın ismi anıldığında gözlemek mümkün değildir.
Heidegger’den bu kadar rahatlıkla bahseden Türkiye felsefecileri ve aydınları Heidegger’in kim olduğunu ve sözüm ona felsefe diye ortaya koyduğu düşüncenin içinde faşist Nazizm ideolojisinin saklı olduğunu ya bilmiyorlar[2]; ya da Türkiye’de daha doğru dürüst kurulamadan Heidegger’in düşünceleri aracılığıyla girişilen felsefenin yıkılışı ileri safhalara ulaşmıştır. Ve bu entelektüel atmosfer içinde yetişenler her bakımdan içler acısı bu durumu çok doğal olarak algılıyorlar; ya da bir nevi uyuşturulmuş ve bu nedenle etraflarında olup biten hiçbir şeyi algılamıyorlar. Elbette, diğer taraftan, örneğin Heidegger gibi sözüm ona bazı felsefecilerin bilinçli olarak gencecik ve felsefe aşkıyla yanıp tutuşan genç insanlara faşist bir ideolojiyi felsefe adı altında benimseterek zehirlemeye çalıştıklarını da (en azından bir olasılık olarak) dışlamamak gerekmektedir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, edindiğim ilk izlenimlere göre durum hiç de iç açıcı değildi. Daha sonraki gözlemlerim ve araştırmalarım da bunu doğrulamıştır. Özellikle bazı çevrelerin Türkiye’de felsefe adı altında felsefenin yıkılışını örgütlendiğine kanaat getirdim. Bunun nedeni nedir? Belirttiğim gibi, Heidegger faşist bir Nazizm ideologudur ve felsefenin doğasına aykırı Nazizm ideolojisini felsefeye sokmakla ve ona felsefi bir görünüm vermekle felsefeyi yıkmayı denemiştir. Diğer bir deyişle Heidegger’in felsefe adı altında ortaya koyduğu, felsefenin yadsınmasından başka bir şey değildir. Bu nedenle felsefe ancak onun ortaya koyduğu varoluşçu felsefenin yadsınması sonucu mümkün olabilir. Bu konuda ortaya konmuş uluslararası bütün araştırmaların açık sonucuna karşın, Heidegger’in felsefede neredeyse ilk anılan isim olması felsefeyi yıkmak için yapılan girişimin açık göstergesi değil de nedir! Aşağıda göreceğimiz gibi, sorun sadece felsefenin geleceğiyle ilgili değildir, bu soruna açıklık getirmek aynı zamanda insanlığın geleceğiyle de ilgilidir; çünkü Heidegger’in ortaya koyduğu felsefi kavrayış aracılığıyla insanlığı ve insancıl değerleri yadsıyan bir düşünce tipi resmi kurumlar ve akademiya aracılığıyla dünya çapında yayılmaktadır.
Heidegger Neden “Üzgünüm” Demedi?, Neden Özür Dilemedi?
Heidegger’in eski öğrencilerinden Hans Jonas Anılar’ında, “benim savaştan [İkinci Dünya Savaşı’ndan] sonra felsefe yapmam, önce Heidegger’in varoluşçu felsefesinden dönüş emaresi altındadır”[3] diyor. Heidegger, Jonas’ı hem en çok etkileyen hem de en çok hayal kırıklığına uğratan felsefecidir. İşaret etmiş olduğu hesaplaşmanın nedeni budur. Jonas, Heidegger ile hesaplaşmasını o kadar ciddiye alır ki, Heideggerci varoluşçu felsefenin karşısına “yaşamın felsefesi” (Philosophie des Lebens) olarak adlandırdığı felsefesini koymuştur. Jonas’ın yaşam felsefesinin Dilthey’ın kurmaya çalıştığı “yaşam felsefesi” (Lebensphilosophie) ile karıştırılmaması gerekir. Bu iki felsefe arasındaki ayrımı burada ayrıntılı olarak tartışmak yazının çerçevesini aşacaktır. Fakat kısaca en önemli ayrıma işaret edecek olursak: Dilthey’ın kurmaya çalıştığı “yaşam felsefesi”, Nietzsche’nin Nihilizmi yanında yirminci yüzyıl Alman irasyonalizminin baş kaynaklarındandır. Bu, Heidegger’in varoluşçu felsefesi için de geçerlidir, çünkü Heidegger’in felsefesinin birçok temel kavramının kaynağı ya Dilthey’ın yaşam felsefesinin bizzat kendisidir ya da onun yakın çevresinde yapılan tartışmalardır. Bunun karşısında Jonas, kendi felsefesini Aydınlanmacılığın klasik akıl felsefesi üzerine kurmaya çalışmıştır. Bu bakımdan irasyonalizmin karşıtı bir felsefe olarak düşünülmüştür.
Jonas anılarında, uzun yıllar düşündükten sonra, Heidegger artık seksen yaşına geliyor, Nazi olması, rektörlük konuşması ve Husserl’e karşı “bayağı ve utanç verici davranışı”[4] nedeniyle, Hannah Arendt’ten farklı olarak kendisini hiçbir şekilde affetmiş olmasam da, hayatımda önemli rol oynadı, ölmeden önce aramızdaki ilişkiye açıklık kazandırmak için kendisini ziyaret edip görmem doğru olabilir, diye düşündüğünü ve bu nedenle savaştan neredeyse çeyrek yüzyıl sonra, 1969’da Heidegger ile görüşmeye karar verdiğini belirtiyor. Görüşme yirmi dakika kadar sürer ve sohbet Marburg dönemine ait anılar üzerine birkaç sözden ileri gitmez. Jonas bu görüşmede kendisi için asıl önemli olan şeyler üzerine konuşulmadığını belirtiyor. Jonas’ın üzerine konuşmayı arzuladığı şeyler neydi? Almanya’da 1933 yılından sonra yaşananlar, Nazi-Almanya’sında Yahudilere yapılanlar, annesinin akıbeti vb. temel şeyler. Bunlar üzerine konuşulmadığı için Jonas, Heidegger tarafından acı bir şekilde hayal kırıklığına uğratıldığını belirtiyor: “Bu görüşme ile Heidegger’e olan ilişkime dair pençeleşmeme son verdim. Ama onun tarafından açıklık getirme, hele üzüntü belirten bir söz olmadı.”[5] Jonas, Heidegger’den “üzüntü belirten bir söz” duymak istemekte belki haklı olabilirdi. Peki, Heidegger açısından bunu yapmak ne kadar doğru olabilirdi? Bu sorunun yanıtını aşağıda veremeye çalışacağım. Önce Jonas’ın Anılar’ından iki pasaj aktarmak istiyorum. Böylelikle sorunun yanıtı kendinden anlaşılır olacaktır.
Hans Jonas hem Husserl’den hem de Heidegger’den felsefe dersleri almış, Yahudi olduğu için Almanya’yı terk etmek zorunda kalmış olan yirminci yüzyılın ünlü düşünürlerinden birisidir. Heidegger’in artık açıkça Nazi olduğuna dair haberi Londra’da alır ve kelimenin gerçek anlamıyla bir şok yaşar, çünkü Heidegger’e hayrandır ve Freiburg’da Husserl’den ders almayı bırakıp Marburg’a Heidegger’in yanına gitmesinin nedeni de budur. Jonas, yaşamış olduğu şoku ve hayal kırıklığını şöyle anlatıyor:
Heidegger, düşünce orijinalitesi konusunda düşünce tarihinin devasa bir figürüydü, yeni alanı işlenecek hale getirmiş çığır açan birisiydi. Dönemin en derin düşünürünün, kahverengi[6] taburların uygun adımla rap rap edişine uyması, bana felsefenin feci hezimeti, dünya-tarihsel rezaleti, felsefi düşüncenin iflası olarak görünüyordu. O zamanlar felsefenin böyle bir şeye karşı koruması, onun böyle bir şeye karşı aklı emin kılması gerektiği düşüncesini besliyordum. Evet, ben, en yüksek, en önemli şeylerle uğraşmanın insanın aklını asilleştireceğine ve ruhunu daha iyi yapacağına da kanaat getirmiştim. Ve şimdi felsefenin bunu besbelli yapmadığını, bu tini [Heidegger’i] Hitlere kendi katkısını yapma konusunda yanlış yoldan korumadığını gördüm. Tersine, eğer konuştuğum kişiler haklıydıysa, hem de onu besbelli ki bunun için istidatlı hale getirmişti. O zamanki genel gidişe uyup sürüklenenler, direnemeyenler, hemahenklik –bütün bu konularda aptallık, körlük, zayıflık, korkaklık, neden olarak ileri sürülebilirdi, ama dönemimin en önemli, en orijinal felsefi düşünürünün de katılmış olması, benim için çok büyük bir darbeydi– sadece kişisel açıdan değil, aynı zamanda felsefe tarihinin kendisinde ciddiye alınması gereken olay anlamında.[7]
Hem Heidegger’i en yakından tanıyan öğrencilerinden hem yirminci yüzyıl Alman felsefesini belirleyen hem de bu dönemin Alman felsefesini belirleyen hemen her düşünürü kişisel olarak tanıyan birisi olarak Jonas’ın kendi sözlerinin bu kadar uzun aktarılmasının nedeni şudur: Bir eser, bir dilden başka bir dile çevrildiğinde, eserin oluşmuş olduğu ulusal-kültürel bağlamdan büyük oranda soyutlanıyor. Buna bir de kuşaklar arası fark eklenince söz konusu bağlam neredeyse tamamıyla kayboluyor. Bu, Heidegger’in kitaplarının Türkçeye çevirisi için de geçerlidir. Hem Heidegger’e çok yakın olmuş hem de Heidegger’in kuşağıyla doğrudan ilişkili olan birisi olarak Jonas’ı doğrudan aktarmak, kaybolan bağlamın en azından biraz yakalanmasına yardımcı olabilir.
Jonas, yukarıda “eğer konuştuğum kişiler haklıydıysa” derken, bununla, Londra’da bulunduğu sırada Heidegger’in Nazilere katıldığını öğrenince, yapmış olduğu rektörlük konuşmasının haberini alınca ve Husserl’e karşı davranışlarını duyduktan sonra yaşadığı şok ve şaşkınlık içinde, böyle bir şeyin nasıl olabileceğini sorduğu birçok arkadaşının o an ve daha sonra konu hakkında tartıştığı kişilerin verdiği yanıtı kastediyor. Bir arkadaşının kendisine verdiği yanıtı yine Jonas’ın kendi sözleriyle aktarıyorum:
Londra dönemimde onun [Heidegger’in] Nazi olduğunu duymuştum ve şaşkınlık içinde arkadaşlarımla bunun nasıl mümkün olduğu üzerine sohbet ederken, bu konuda yetkin olanlardan birisi bana, basit bir şekilde gelişmeyi sadece fark etmediğimi söyledi ve bana sordu: “neden ona gittin? Bunu hala kavrayamıyorum. Ve bu seni neden şaşırtıyor? Bu konuda Heidegger’in düşüncesinde var olan temeller görülebilirdi. Bu aslında bir sürpriz değildir, çünkü Heideggerci düşüncenin birçok özelliği, örneğin kan ve toprak romantiği ve benzer şeyler, ulusal uyanışı onun açısından olumlanır kılmaktadır.” Bu insanların sonradan edindikleri bilgiye dayanarak konuşup konuşmadığının ya da söyledikleri gibi bunun onlar için çok önceden gerçekten görülebilir olup olmadığının doğruluğu konusunda kanaat getirebilecek durumda değilim. Bu, Heideger’in üzerinde büyük etkisi olmuş birisi olarak benim için her bakımdan korkunç, acı verici hayal kırıklığıydı ve hem de sadece kendimle ilgili bir hayal kırıklığı değildi, aynı zamanda insanları böyle bir şeye karşı korumayan felsefenin gücüne dair de bir hayal kırıklığıydı.[8]
Jonas’tan aktardığım pasajlarda, Heidegger’e karşı duyduğu kişisel öfke ve onun siyasi tutumu sonucu yaşadığı hayal kırıklığı ile Nazi ideoloji karşısında çaresiz kalan felsefeye duyduğu hayal kırıklığının iç içe geçmesi çok doğaldır. Fakat Jonas’ın sorunu kişiselleştirdiği söylenemez. Öyle ki, Heidegger’in Nazi oluşunu “benim için her bakımdan korkunç, acı verici hayal kırıklığıydı” diye nitelendirirken, bunu aynı zamanda “felsefenin feci hezimeti, dünya-tarihsel rezaleti, felsefi düşüncenin iflası” olarak tanımlıyor ve ekliyor: Heidegger’in Nazi oluşu karşısında “yaşadığım (…) sadece kendimle ilgili bir hayal kırıklığı değildi, aynı zamanda insanları böyle bir şeye karşı korumayan felsefenin gücüne dair de bir hayal kırıklığıydı”. Fakat Jonas felsefenin böyle bir gücünün olduğunu bizzat yaşayarak görmüştü. Johnas Anılar’ında, Marburg’da felsefe dersi aldığı ve kendisini hiçbir şekilde etkilememiş olan başka bir hocasından bahsediyor: Julius Ebbinghaus. Ebbinghaus, Jonas’ın deyimiyle “kavgacı ortodoks bir Kantçı”dır ve Nazi-Almanyasında antifaşist kalmayı başaran düşünürlerdendir. Savaştan sonra ilk karşılaşmalarında Jonas, Ebbinghaus’a Nazi-döneminde antifaşist ilkelerinden vazgeçmemiş olması karşısında duyduğu derin saygıyı ifade eder. Bunun üzerine Ebbinghaus, “Evet Jonas, size bir şey söylemek istiyorum – benim bu döneme öyle dayanmam Kantsız mümkün olmazdı” der. Bunu Jonas şu şekilde yorumluyor:
Benim için yaşanan felsefenin ne olduğu aniden açıklık kazandı. Bunun karşısında çok daha önemli ve çok daha orijinal filozof olan Heidegger, bütün anlamını yitirmektedir. Felsefenin aynı zamanda belli bir sınanmış kamusal yaşam ve davranış tarzını yükümlü kıldığını, Kantçı kavramıştı ve varoluşçu-filozof kavramamıştı.[9]
Kendisine bir bakıma rehber olan bu iki karşıt örnek nedeniyle Jonas, yaşamış olduğu hayal kırıklığından dolayı felsefeye sırtını dönmüyor, tersine hesaplaşmasını belli bir felsefeyle, insanları Nazizme karşı korumayan, tersine onu ideolojik olarak temellendiren Heideggerci varoluşçu-felsefeyle yapıyor.
Şimdi bu söylenenlerin ışığında yukarıda sorduğumuz soruya dönebiliriz: Heidegger, neden “üzgünüm” demedi?, neden özür dilemedi? Heidegger’in böyle bir açıklama yapmasının önkoşulu nedir? Jonas Anılar’ında 1969 yılında Heidegger ile arasında gerçekleşen yirmi dakikalık görüşmenin öntarihine ilişkin ayrıntılı bilgi veriyor. 1959/60 yılında bir konferans vermek üzere Heidelberg’de bulunmaktadır. Heidegger, Jonas’a kendisiyle beraber okumuş eski arkadaşlarından birisi aracılığıyla selam gönderir. Jonas, Heidegger’in bu davranışı karşısında önce ne yapacağını bilemez, kendisini hiç iyi hissetmez, nefesi kesilir. Almanya’yı terk ederken Jonas, ben bu ülkeye geri dönersem, asker olarak döneceğim, der. Ve gerçekten de sanki Faşizmi yendiğini belgelemek istercesine söz verdiği gibi Almanya’ya Britanya üniformasında asker olarak geri döner. Onun gözünde, Heidegger, haklı olarak, insanlığa büyük acılar çektirmiş yendiği faşist Almanya’nın bir temsilcisidir. Bu nedenle kendisine iletilen selamın karşısında nefesinin kesilmesi çok doğal.
İletilen selamın Jonas’ı rahatsız etmesinin çok daha önemli başka bir nedeni var. Gönderilen selam, insanların günlük hayatlarında pek üzerine düşünmeden, alışkanlıktan, aniden sergiledikleri türden bir davranışın ifadesi değildir hiç kuşkusuz: “bunun yüzeysel bir jest olmadığı bence açıktı”. “Heidegger hiçbir şeyi spontane, irticalen (ex tempore) ve düşünmeden yapmazdı”.[10] O halde, Heidegger’in selam göndermesinin nedeni neydi? Selam göndermekle Heidegger, Jonas’a görüşmek istediğini belli etmek istemektedir. Jonas selamı getirene teşekkür eder, fakat teşekkür ediş biçimiyle Heidegger ile görüşmek istemediğini de hissettirir.
Jonas, bunun üzerine bir arkadaşıyla konuşur ve düşüncesini öğrenmek ister. Söz konusu kişi, Heidegger ile aynı dönemde Marburg Üniversitesi’nde hocalık yapmış olan teolog Rudolf Bultmann’dır. Bultmann, Jonas’ın sorusuna bir anısıyla yanıt vermek istediğini söyler. Bultmann, Heidegger ile 1933 yılından beri on beş yıl görüşmemiştir. Zürih’te bir otelde kalırken kendisine beklemediği bir haber gelir. Heidegger de aynı otelde kalmaktadır ve odasına çıkıp Bultmann ile görüşmek istediğini bildirir. Görüşme gerçekleşir. Bultmann görüşmede Heidegger’e şunu söyler:
Martin, daha fazla erteleyemezsin, kamuya açık bir açıklama yapmanın şimdi artık zamanıdır. Biz senden bunu bekliyoruz, sen bunu kendine ve bize borçlusun. 1933’de kamuya açık olarak yaptığın açıklamaya ilişkin şimdi de kamuya açık olarak açıklama yapmak ve gerçek bir ikrarda bulunmak zorundasın.[11]
Bunun üzerine Heidegger, Bultmann’a bunu yapacağına söz verir. Bultmann, bu anısını anlattıktan sonra Jonas’a döner ve şunu söyler: “Ve sevgili Jonas bey, sevgili Arkadaş: aradan on yıl geçti ve o hala sözünü yerine getirmedi.”[12] Bultmann bu sözleriyle Jonas’a Heidegger ile görüşmek istememesinin doğru olduğunu söylemek ister. Aradan bir on yıl daha geçmiştir ve Heidegger hala ikrarda bulunmamıştır, 1933 yılında “Alman ulusal kalkışmasını, nasyonal-sosyalist programı genel olarak desteklemiş olmasının, Husserl’e karşı davranışının ve benzer şeylerle Yahudilerin aforoz edilmesine katılmış olmasının” yanlış olduğunu açıklamamıştır. Bütün bu olanlara karşın Jonas, yukarda belirtilen nedenlerden dolayı Heidegger ile görüşmek ister. Ne var ki Heidegger, bu son derece özel görüşmede bile, Jonas’ın beklentisini bilmesine karşın, o zaman yaptığının yanlış olduğunu söylememiştir, ‘üzgünüm’ dememiştir, özür dilememiştir.
Her şeyi son derece bilinçli yapan Heidegger, 1933’te yaptıklarını da, 1945’ten sonra yaptıklarını da son derece bilinçli yapmıştır; ne kamuya açık olarak ne de özel görüşmelerinde, üzerinde muazzam bir kamu baskısı oluşmasına rağmen, Nazi-Almanyası döneminde yaptıklarının yanlış olduğunu açıklamaması ya da söylememesi dikkat çekicidir. Heidegger’in böyle bir açıklama yapabilmesi için, hem kişisel olarak yaptıklarının hem de Nazi-Almanyasının yaptıklarının yanlış olduğunu kabul etmiş olması gerekir. Fakat Heidegger bu davranışıyla, yani özür dilememekle, yanıldığını açıklamamakla, Alman faşizmi döneminde verdiği ırkçı dersleri hiç değiştirmeden yayınlamaya devam etmekle bunun böyle olmadığını, tersine yaptıklarının ve genel olarak yapılanların şu veya bu şekilde açıkça arkasında durduğunu belirtmiş oluyor. Heidegger, bu nedenle ne ‘üzgünüm’ demiştir ne özür dilemiştir ne de yanıldığını açıklamıştır. Tersine öldükten sonra yayınlanmak üzere Der Spiegel dergisinin kendisiyle yaptığı söyleşide Heidegger, bütün belgeleriyle kanıtlanmış olan Husserl’e yaptıklarını yalanlasa da, Hitler’i çoktan beri “önder” olarak anmadığını iddia etse de, davranışlarıyla aslında “nasyonal ve özellikle bir sosyal bakış açısı” olarak tanımladığı Nasyonal-Sosyalist idealine sadık olduğunu söylüyor. Kısacası, Heidegger’in sergilemiş olduğu davranışlardan hareketle “nasyonal-sosyalist” idealine sadık kaldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Heidegger’in ölünceye kadar tutarlı bir şekilde sergilediği tutumunu dikkate alan aklı başında hiç kimse, çıkardığımız bu sonuca itiraz etmeyecektir.
Kişi ve Yapıt, Siyasetçi ve Felsefeci Heidegger
Heidegger üzerine yürütülen tartışmalarda asıl sorunlu olan konu da zaten bu değildir. Aşağı yukarı herkes, Heidegger’in savunucuları bile, bir açıklama yapmış olmasının doğru olacağını kabul edecektir. Heidegger’in savunucuları tarafından felsefesine alan yaratmak için ileri sürülen iddialar daha çok başka sorular etrafında dönüyor. Bu sorulardan birisi, Heidegger’in siyasi davranışıyla felsefesi, Heidegger ile yapıt arasında kesin bir ayrım yapıyor. İkinci soru, Jürgen Habermas’ın ortaya attığı bir dönüş tezinden kaynaklanıyor. Habermas’a göre Heidegger’in muhafazakâr dönüşü 1929’dan sonra olmuştur. Habermas böylelikle Varlık ve Zaman’ı içinde felsefi bir görünüme büründürülmüş Nazi ideolojisinin saklı olduğu bir yapıt olarak değil, tersine ‘salt felsefi’ eserler arasına yerleştirmek istemektedir. Aşağıda bu birbiriyle yakından ilişkili iki iddiaya karşı en az otuz yıldan beri Heidegger araştırması yapan Fransız düşünürü Emmanuel Faye’nin ve yıllardan beri Alman felsefesi üzerine çalışan İtalyan düşünürü Domenico Losurdo’nun Cemaat, Ölüm, Batı: Heidegger ve Savaş İdeolojisi[13] başlıklı kitabında ifade ettiği bazı temel tezlerini ortaya koymak istiyorum.
Faye otuz yıllık araştırmaları sonucu, ileri sürülen iddialardan farklı bir sonuca ulaşıyor. Önce Fransızca olarak 2005 yılında yayınlanan ve şu an Almancaya çevrilmiş ve İngilizceye çevrilmekte olan Heidegger: Nazizmin Felsefeye Sokuluşu–Yayınlanmamış 1933-1935 Seminerleri Çerçevesinde[14] adlı 20. yüzyıl Alman felsefe tarihine dair çalışmasında Heidegger’in Freiburg’da rektör olmadan çok önce, rektörlükten ayrıldıktan sonra ve İkinci Dünya Sanaşı’ndan sonra da Nazi-ideolojisinin ana düşüncelerine sadık kaldığını ve bunlara felsefi bir görünüm kazandırmaya çalıştığını, Heidegger’in yayınlanmış ve yayınlanmamış neredeyse bütün çalışmalarına, tarihsel ve biyografik araştırmalarına, yazışmalarına dayandırarak gözler önüne sermektedir. Faye’nin kitabında Heidegger’in özellikle 1933-1935 seminerlerini merkeze almasının nedeni, bunların yayınlanmamış olmasıdır. Böylelikle şimdiye kadar yayınlanmış olan belgelere dayanarak Heidegger’in felsefesine dair ortaya konan tezleri ek olarak gerekçelendirme olanağı sunmaktır. Daha da önemlisi, bu seminerlerin Nazizmin “emrinde muazzam siyasi eğitim dersleri” olması ve Heidegger’in siyasi düşüncesinin yanında felsefi düşüncesinin niteliğine ilişkin de tezler ileri sürmeyi olanaklı kılmasıdır. 1945’ten sonra Heidegger’in Nazizm ile ilişkisi üzerine yapılan çalışmalar, daha çok onun siyasi tutumunu merkeze almıştır. Faye kitabında, bu yayınlanmamış seminerlerinden hareketle, söz konusu edilen siyasi tutumun Heidegger’in felsefesine nasıl yansıdığını göstermek istemektedir.
Faye, bu devasa çalışmasında tezlerini ifade etmek için o kadar dramatik sözler, açık ve radikal kavramlar seçiyor ki, sanki bununla, bundan böyle artık kimse Heidegger’in kim olduğunu ‘bilmiyordum’ diyemez, demek istemektedir: ya Heideggerci varoluşçu felsefeden yana olunacak ya da onun karşısında. İlk seçenekten yana olanlar, felsefenin yıkılışını devam ettirmeye ve böylelikle insanlık düşmanı Nazi-ideolojisinin felsefe adı altında yayılması için çaba göstermeye; ikinci seçenekten yana olanlar ise, felsefeden yana insanlığın kurtuluşu için kavgaya soyunmuş oluyorlar. Bu iki seçeneğin ortası yoktur ve her iki durumda da seçim son derece bilinçli olarak yapılmış demektir. Faye’nin araştırmalarının sonuçlarını ifade ederken ne kadar dramatik sözler seçtiğini göstermek için, kitabından iki pasajı buraya aktarmak istiyorum:
Biz henüz Nazizmin ve Hitlerizmin ‘düşünce’de yayılmasının ne anlama geldiğinin çapını tam olarak kavrayabilmiş değiliz. Fark ettirmeden insan ruhunu ele geçiriyor, onu bir burgaç gibi mülk ediniyor ve böylelikle insan içindeki her türlü direniş kavramını söndürüyor. İnsanlığın bir dünya savaşıyla ödemek zorunda kaldığı silahların zaferi, hayati zorunluluk da olsa ilk zaferdi. Bugün uzun ve sessiz, felsefeden hukuka ve tarihe kadar insan düşüncesinin bütün alanlarında süren başka bir meydan muharebesi vuku bulmaktadır, bir meydan muharebesi ki, bunda insanlığın geleceği söz konusudur.[15]
Faye’nin düşüncelerini ifade etmek için seçmiş olduğu bu son derece radikal ve dramatik sözlerin anlamı kelimesi kelimesine alınmalıdır. Söz konusu olan, felsefede gerçekten bir meydan muharebesidir. Nazizm insan yaşamının bütün alanlarını ele geçirip, buralarda insanlık namına ne varsa yok etmek istemektedir. Heidegger bunu felsefe alanında yapmak istemiştir. Nazizmi destekleyen birçok felsefeci olmuştur. Fakat Heidegger bunların içinde savaştan sonra da okunan neredeyse tek felsefecidir. Bunun nedeni, Heidegger’in diğer felsefecilerden farklı olarak felsefi kavram ve kategorileri kullanarak, onların içini boşaltarak faşist düşünce tipini ortaya koymuş olmasıdır. Yüz iki cilt olarak planlanan ve yakında tamamlanmış olacak toplu eserlerinde işlenen bu düşünce, “Nazizmin Temeli”ni oluşturmaktadır. Jonas için olduğu gibi Faye için de ‘felsefede Heidegger sorunu’, felsefenin, insancıl değerlerin ve insanlığın geleceğine dair bir sorunudur. Bu nedenle, Heideggerci felsefenin yayılması karşısında “tepki göstermek, düşünceyi etkilemesine karşı direniş göstermek” gerekmektedir. “Felsefenin insan için, düşünce için, onun genel gelişimi ve mükemmelleşmesi uğruna gerçekte ne anlama geldiğini anlayabilmek için bunun bilincinde olmak vazgeçilmezdir.”[16] Çünkü:
Heidegger, felsefeyi zenginleştirmek yerine, bir hareketin hizmetine sunmakla onun yıkılışı için çalışmıştır; bu hareket, kendisini hayatta tutan katilce aşağılamada ve girişmiş olduğu tamamıyla yok etmede bütün insancıl değerlerin ve de bütün düşüncenin radikal yadsımasını ortaya koymaktadır.[17]
Faye’nin, yukarda sergilediğim gibi, Jonas’ın belirlemeleriyle ve aşağıda göstereceğim gibi Losurdo’nun tezleriyle uyum içinde olan, Heidegger’in felsefede girişmiş olduğu yıkımın ve ortaya koyduğu felsefenin niteliğine ilişkin genel belirlemelerinden sonra, yukarıda işaret ettiğim sorulara dönebiliriz. Heidegger bağlamında kişi ve yapıt veya diğer bir deyişle siyasetçi Heidegger ile felsefeci Heidegger arasında bir ayrım yapılabilir mi? Bu konuda Faye ve Losurdo çok açık. Bunu önce Faye’den hareketle sonra da Losurdo’ya dönerek göstermek istiyorum. Faye kitabında Heidegger bağlamında kişi ve yapıt arasındaki ilişkiye dair ortaya koyduğu tezi şöyle özetliyor:
Biz, Heidegger’in Nasyonal-Sosyalizm ile olan ilişkisine dair sorunun, bir ara bir yanılgıya düşmüş bir insanın kişisel angajmanının özelliğine dair, felsefi eserinin bundan hemen hiç etkilenmemiş bir yanılgıya ilişkin bir soru olmadığını gösteriyoruz. Söz konusu olan, [Heidegger’in] Nazizmin ve Hitlerizmin temellerini felsefeye ve kendi derslerine isteyerek yerleştirmiş olmasıdır.[18]
Bu nedenle Faye, Heidegger bağlamında kişi ve eser arasında ayırım, siyasi olan ile felsefi olan arasında fark olduğunu ileri sürmenin mümkün olmadığını belirtiyor. Faye, bunun çok önceden görebileceğini ileri sürüyor. Fakat bugün artık Heidegger’in verdiği bütün seminerler yayınlanmıştır ve yapılmış yeni araştırmalar, 1933-1935 yıllarında verdiği ve diğer seminerleri ve öğrencilerinin notları söz konusu ayırımın yapılamayacağını kesinlikle göstermektedir.
Dersler ve seminerler, onun Hitler’in lehine taraf olmasının radikalliğini değil, onlar bize aynı zamanda ‘felsefi olan’ ile ‘siyasi olan’ın onun açısından bir araya düştüğünü, onun en radikal bir şekilde Nazizm anlamında kavradığı siyasi olanı felsefenin kalbine yerleştirdiğini göstermektedir. Yayınlanmamış 1933/34 siyasi eğitim üzerine olan seminerinde, hiç tereddütte bulunmadan varlık ve varolan arasındaki ilişkiyi, devlet ile ‘soy’a dayalı halk cemaatinin Hitlerci önder devlette birleştiği ilişkide çözmektedir. Ayrıca, Kant tarafından ortaya atılan ‘insan nedir?’ sorusunu sadece ‘biz kimiz?’ sorusuna indirgemek için ele almaktadır; burada bu ‘biz’, Hitler’in tahakkümü altındaki Alman halkının ırkçı [völkisch][19] varoluşundan başka bir anlama gelmemektedir. Böylelikle Heidegger her seferinde aynı yanıtı vurguluyor: ‘halk biziz’, ona göre, hala tarihi ve ‘akıbeti’ [Geschick] olan tek halk, ‘metafiziksel olan’ tek halk…[20]
Faye’den aktardığım bu pasaj, Heidegger bağlamında hem kişi ve yapıtın ayrılamayacağını, siyasi olan ile felsefi olanın aynı potada eridiğini gösteriyor hem de onun Klasik Alman Felsefesini de milliyetçi-ırkçı anlamda yeniden yorumladığına da işaret ediyor. Kısacası, Heidegger’in örneğin Der Spiegel tarafında yapılan söyleşide uyandırmak istediği izlenimin tersine, onda kişi ve yapıtın birbirinden ayrılamayacağına, siyasi olan ile felsefi olanın birbirini tamamladığına işaret ettikten sonra, diğer soruya dönebiliriz: Heidegger’in hayatında gerek 1929’den sonra, gerek rektörlük görevinden ayrıldıktan sonra, gerekse 1945’ten sonra siyasi bir dönüş olmuş mudur?
Yukarıda belirttiğim gibi, Heidegger’de 1929 ekonomik buhranıyla muhafazakâr bir dönüş olduğu iddiası Jürgen Habermas’a ait. Faye ve Losurdo, Habermas’ın bu iddiasını pek inandırıcı bulmuyor. Losurdo kitabında, Varlık ve Zaman’ın konu ve kavramlarının Almanya’da Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında oluşan “savaş-ideolojisi” kavram ve konularını devraldığını sergiliyor. Böylelikle Habermas’ın söz konusu tezini kanımca inandırıcı bir şekilde çürütüyor. Faye, Habermas’a karşı daha büyük suçlamalarda bulunuyor. Örneğin Habermas’ın 1953 Heidegger’ini titizlikle okusa da aynı titizliği 1929 Heidegger’ini okurken göstermediğini, tersine “çok özensiz” okuduğunu, hatta onu en önemli konuyu “meskût geçmek” ve böylelikle Varlık ve Zaman’ın methiyesini yapmak için kendisine olanak yarattığını ileri sürüyor.[21] Faye’nin ve Losurdo’nun Varlık ve Zaman’a dair analizine aşağıda döneceğim. Önce Faye’nin Heidegger’in 1933 öncesi entelektüel gelişimine dair yapmış olduğu araştırmanın sonuçlarını sergileyeceğim.
Faye’ye göre Heidegger’in, yakın ilişki içinde olduğu birçok diğer açık faşist entelektüel gibi 1 Mayıs 1933’te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne (NSAİP) üye olması bir rastlantı değildir. Tersine Heidegger’in bu davranışı daha önceki entelektüel gelişimiyle son derece uyum içerisindedir ve onun kaçınılmaz mantıksal sonucudur: “Aslında onun yirmili yıllara ait yazıları hâlihazırda, 1933-1935’li yıllara ait nasyonal-sosyalist yazılarının bütün konularını içermektedir.”[22] Faye bununla özellikle Tarihsel Bir Dünya Görüşü Uğruna Mevcut Mücadele (Der gegenwärtige Kampf um eine historische Weltanschauung) başlığını taşıyan konuşmalarını kastediyor. (Başlığa dikkat ediniz: Burada ta başından Marksizme karşı bir kavga talebi ifade edilmektedir.) Heidegger’in bu konuşmalarda ifade ettiği düşünceleri (bilinç felsefesi, nesnellik, evrensellik ve birey düşmanlığı) 1910’lu yılların sonundan itibaren kesindir ve 1930’lu yıllarda da aynıdır. Kullanılan terminoloji önemli oranda değişmiş olsa da ana düşünceler aslında sonuna kadar aynı kalmıştır. Bu bağlamda Faye, “genç Heidegger”in 1933 öncesi entelektüel gelişimini gittikçe radikalleşen üç evreye ayırıyor: anti-modernist ve nasyonalist Katoliklik, anti-liberal kararcı teoloji ve tarihselliğe dair siyasi kavrayış. Her üç evrede de Heidegger’in örnek aldığı bütün kişilerin kendisi gibi 1933 yılında NSAİP’ye üye olması dikkate değerdir. Daha önemlisi, Heidegger bu dönemde gerici öğrenci gruplarının ya üyesidir ya da onlarla yakında ilişkilidir. Faye, bunlardan özellikle ikisine işaret ediyor: Hans-Georg Gadamer’in de üyesi olduğu “George-Çevresi” ve “Graal-Birliği”. (Aynı gelenekten geliyor olmalarından olacak Gadamer, hocası Heidegger’e ömür boyu sadık kalmıştır ve Jonas’ın da belirttiği gibi o, “Heidegger’e toz kondurtmazdı”.[23] Her iki grup veya örgüt de anti-semit ve milliyetçi olmakla bilinmektedir. Heidegger’in amacı başından beri sessiz bir “devrim” yapmaktır. Bundan hareketle Faye, Heidegger’in emelinin başından itibaren felsefi olmaktan çok, siyasi olduğu sonucunu çıkarıyor ve zaten Heidegger de kendisini filozof olarak tanımlamamaktadır. Buraya kadar söylediklerimizden Heidegger’in siyasi tutumunda 1945’ten sonra da bir değişiklik olmadığı çıkmaktadır. Faye’nin belirttiği gibi taktiği değişmiştir, yöntemi incelmiştir ama siyasi duruşu hep aynı kalmıştır ve bu duruş, ifadesini Varlık ve Zaman’da az çok açıkça bulmuştur. Şimdi, bu söylenenlerin ışığında, yukarıda ileri sürdüğüm, Heidegger’in felsefesinde Nazi-ideolojisinin saklı olduğuna dair iddiamı biraz daha yakından gerekçelendirmek itiyorum.