Unutmak, gizli yetenek. Unutmayı, saklanmış olan, gizli yetenekle kurulmuş bir uyum olarak kabul etmek. Unutmaya, onun bize geldiğinden fazla yaklaşmıyoruz, ama birdenbire, unutmak önceden beri hep orada olmuş oluyor ve unuttuğumuz zaman, çoktan her şeyi unutmuş oluyoruz, biz unutmanın devinimsizliği ile orantılı olarak, unutmaya doğru hareket ederiz.
Unutmak, unutulan bir ilişkidir. Öyle ki, ne ile kurulduğunu gizli tutar ve bu gizin gücünü ve anlamını alıkoyar. Unutmada, kaçıp giden bir şey ve unutmaktan kaynaklanan, aynı zamanda da unutmanın kendisi olan bir dolambaç vardır.
* Biraz sonra, sukunet içinde, çoktan her şeyi unutmuş olabilme ihtimaline karşı temkinli olarak, uyandı.Bir sözcüğü unutmak, bu sözcükte bütün sözcükleri unutmak.
* “ Gel ve bize yok olan şeyin mülkiyetini, bir kalbin devinimini geri ver.”
* Unutmanın kendini söze bırakabilmesi ve sözün onu, sanki kendi kıvrımlarıyla, onunkiler arasında bir uyum varmış gibi kabul etmesi tuhaf şeydi.
Unutuşun ilerlediği yönde yazmak. Unutuşun, her sözden önce dile gelmesi, her sözün unutulmaya mahkum olduğunun yanı sıra, unutmanın sözün içinde huzur bulduğunu ve onu gizli olanla uyum içinde tuttuğunu simgeler. Unutuş, kendisine her gerçek sözün verdiği huzurla, kadının unuturken bile konuşmasına izin veriyor. Unutuş, her sözde huzur bulsun.
* “Bu yere bir kez daha girmeyeceksin.”, “Gireceğim, ama bir kez bile değil.” Gözlemlenmemiş olanı gözlemek.
*Adam, kadının sözlerinden, unutuşun nasıl bir sukunet içinde, söze yaslandığını öğreniyordu. Unutmanın soluk alıp verdiği yer, hafıza. Adama, kadından ulaşan ve bütün hikayenin üzerinden geçen nefes, unutmanın soluması.
* Unutmanın içinde, yerinden ayrılmış olan şey, unutuştan kaynaklanan dolambacı tam olarak saklayamaz.
“Ölümü unutmak, bu sahiden ölümü hatırlamak mı olur? Ölümle uyuşabilecek tek hatıra, unutmanın kendisi midir?” — “İmkansız unutuş.
Her unutuşunda, unutarak hatırladığın şey ölümdür.”
Ölümü unutarak, unutuşun ölüme bahşettiği ve içinde ölümün unutuşu desteklediği o yerde bulunmak ve ölümden unutmakla, unutmaktan da ölümle kaçarak, böylesine ikili bir kaçışla, gerçek bir dolambacın girmek.
Unutmaktan yola çıkarak hareketsiz bir bekleyişe başlamak.
* Gözlemlenmemiş varoluşu gözlemek.
Bir anlığına kadına bak, omzunun üzerinden, ona doğru tamamlamayacağın bir bakış at, ona bakma, bak; sadece tamamlamayacağın bir bakış at.
Kadın nerdeyse fazlaca oradaydı, orada değildi, orada bulunuşuna doğru eğilmişti, yok da değildi, kendindeki varoluşunun gücüyle etrafındaki nesnelerden ayrılmıştı.
* “Peki o halde neden devam edeyim?” –— “Bunun nedenini biliyorum; böylelikle kendi önünüzde, konuşmayacağınızı kesinlikle onaylayabilirsiniz.” — “O halde size söyleyemediklerime karşı biraz daha anlayışlı davranın.”
Kadının söylediği şey, -adam onu, buna karşı uyarmamış değildi- yiğitçe, varlığını gizleyerek savaşmayı bırakmıyordu. “Neye karşı?” –— “Bunu keşfedebilseydik, şüphesiz bu savaşın ödülüne kavuşmuş olurduk.” –— ” Ama neye karşı?” –— ” Bunu bilmek için savaşmanız gerekir.” –— ” Eh peki, bunu biliyorum; bu, bu varoluşa karşı.” — ” Hangi varoluşa?” — ” Çağrınıza yanıt vermiş olan, benimkine.” Ve adam susarken: “Ya siz, siz de benimle birlikte savaşır mısınız?” — “Sizinle birlikte savaşırım, ama sadece benim gibi, sizin de varoluşunuzu kabul etmeniz için.”
Kadın, -adam, bunu iyi anlamıştı- onu kendi varoluşundan şüpheye düşürmeyi isterdi; hiç olmazsa, ‘kuşku’ sözcüğü, kadının ona yüklediği kadar büyük bir güce ve onura sahip olsaydı.
“Sizden şüphe etmiyorum , sizden asla şüphe etmeyeceğim.” –— ” Bunu biliyorum, ama varoluşumdan mı bahsediyorsunuz?” –— ” Ondan daha da az şüphe ederim.” — “İyi bakın, onu bana tercih ediyorsunuz.”
Kadın nerdeyse fazlasıyla oradaydı, acı içinde, onun sürekli var olmasına izin veren gücü aşacak biçimde, oradaydı, orada , adamın karşısında hareketsizdi; onu takip ederken; hatta onun karşısına geçmişken ve konuşurken; kendi varlığının yanındaymışçasına konuşurken, yaklaşırken, orada bulunuşu nedeniyle yaklaşırken, çok fazla oradaydı.
Kadının varoluşu üzerine geliş.
Kadın, yaklaşırken, varoluşunu daha yakın hale getirmeden, sadece varoluşunun alanı içinde yaklaşırken.
Kadının varlığının, onda varolan şeylerle hiçbir ilişkisi yoktu.
Adamın, tuhaf bir ışık huzmesi gibi, iyice dikkate alması gereken şey, kadının, kendi varlığım dediği şeyi sürekli denetim altında tutarak, adamın, kadını dışarıda bırakan varlığı ile bir takım ilişkiler kurmayı başarabileceğini onayladığı şüphesiydi. Kadın konuşuyor, varlığı hiçbir şey söylemiyordu, kadın başını alıp gidiyor, varlığı orada duruyordu; beklemiyordu, beklemeye yabancıydı ve daha önce hiç beklememişti. Adam onu, ikisinin arasında bir ayrım yapmadığına ikna etmeye çalışıyordu: kadın başını salladı; “Benim kendi ayrıcalıklarım, onun da kendi ayrıcalıkları var. Bunda sizi bu kadar kendine hapseden ne var?” –— “Çünkü o sizi var ediyor.” –— ” O beni var etmiyor. O , ikimizin arasında, bunu hissetmiyor musunuz?” Adam düşündü, nerdeyse acı içinde, “Bana söylemek istediğiniz şey bu muydu?” –— “Ama o size bunu söylememe engel oluyor.” –— “Ama şimdi söylüyorsunuz” –— ” Henüz söylemedim.”
* İstemek ama konuşamamak; istememek ama sözü ağzından kaçırmak; böylece dinleyiciyi alttan almayı zorunlu kılan tek bir eylemde konuşmak-konuşamamak.
İstemeden konuşmak, konuşmak istemek, konuşamamak .
* “Bu durumda, benim için de aynı şey geçerli.” — “Hayır, bunu iyi biliyorsunuz. Neden benim sizin varlığınızla böylesi ilişkilerim varken, siz benimkiyle bu ilişkileri kurmayarak beni reddediyorsunuz.” — “Sizi reddetmiyorum.” — “Ama belki de onunla konuşursunuz?” Kadın düşündü ve birden bire heyecanla “Birlikte olmaları gerekir, onlar birlikteler, bizi kendilerinden uzakta tutuyorlar.” Adam ona doğru baktı: “Eh, peki o zaman, biz onlarsız anlaşırız, birbirimize dengiz.” — ” Evet, biz onlarsız anlaşırız.” Kadın sözünü hemen tamamladı: “Sadık olacak mısınız?” — ” Olacağım.” Ve bunun sonuçları üzerine düşünen adam : “Bunun için ne yapmam gerekir?” Kadın katı bir inançla tekrarladı : “Sadık olacaksınız, onurlu davranacaksınız.”
Adam, kadını korkutan şeyin ne olduğunu kısmen biliyordu. Yine de kadın, bir an içinde, sanki adamı söylemek istediği şeyin içine çekercesine hızlı bir hareketle, kısık sesle: “Beni terketmeyin, beni terketmeyin, bu ölümden beter olur” dediği zaman, ilk kez onun acı çektiği gerçeğiyle incindiğini hissetti.
* “Sizin yanınızda kendi varlığıma daha fazla katlanamıyorum.”
* Beklediler, birbirlerini bulmaya çalıştılar, birbirleri için varolmaya çalışarak, kendi varlıklarından yüz çevirdiler. Kadın, ona doğru sadece bekleyişin derinliklerinden geliyordu; bunu düşünmek bile ne kadar basitti. Kadın, varlığının kesin kararı sonucunda, bütün bekleyişlerin dışında, oradaydı, çünkü artık kendi kendini beklemeye zorlayamıyor, durmaksızın, gizli gizli, açıkça ve bu en basit isteğin heyecanıyla “Daha fazla bekleyemeyeceğim.” diyordu. Bu yüzden, kendini bekleyişin sonsuzluğu önünde bulan adam olmuştu.
Varlığı beklerken, buluşmuşlardı.
* Bekleyişin içinde, kayıp zaman.
Beklemek zaman verir, zaman alır ama alınan ve verilen aynı şey değildir. Sanki, beklerken, sadece bekleyecek zamandan mahrumdu.
Zaman bolluktan mahrumdu, bu eksik zaman bolluğu.
“Bu daha uzun sürecek mi?” — ” Daima, eğer onu bir süre olarak duyarsanız.” Beklemek, ona beklemek için zaman bırakmıyordu.
* Ölebilecekleri fikrini kaybetmiş gibiydiler, işte buradan çaresiz bir sukunet, dayanılmaz gün ışığı ortaya çıktı.
* Onayladığın zaman hala sorguluyorsun. Çünkü beklerken konuşmak gerekir.
* Bekleyiş, sözleri duyarsızca, sorulara dönüştürdü.
Bekleyişin içinde, bekleyişin taşıdığı soruyu aramak. Bulabileceği, ne kendine mal edebileceği bir şey, ne bir soru, ne de düzgün bir sorgulama biçimiydi. Adam onayladığını söylüyordu, aramıyor, sorguluyordu, ve belki de bu ne onaylayan, ne de sorgulayan, bekleyişin kendisine sadakatsizlik etmekti.
Bekleyişin kendisinde taşıdığı soru; o, bu soruyu, kendisiyle karıştırmadan taşır. Bu sanki, bekleyişe ait olmasa da, onun sonuna gelinse de, bitimsiz olsa da, bekleyişin sonunda ortaya sunulabilecek bir soruydu.
Bekleyiş sorusu: Bekleyiş, kendisinde, sorulmamış bir soru taşır. İkisinin arasında, genelde en güçsüz bekleyişlerdeki gibi silik bir sorunun içindeki sonsuzluk vardır. Sorgulamaya başlanıldığı anda, bu soruyu tüketecek bir cevap ortaya çıkmaz.
Beklemek, kavuşmaya çalışmak; ortaya sorgulayan bir şey çıkartmamak, cevap verene ise hiç dokunmamak; cevabın özüne uygun ölçüt; sınırlayan değil; sınırsızlığı saptarken ölçü olacak bir ölçüt.
* Hiçbir soruya cevap olmayan bir cevap bekleyerek kendini kadını sorgulamaktan alıkoyuyordu.
“Konuşmak istediğiniz kişi gerçekten ben miyim?” — “Evet, sanıyorum o sizsiniz.” — “Peki, ya daha fazla konuşmak istemediğiniz zaman, o kişi yine ben mi olacağım?” — “Bu size bağlı, dayanıklı olmak gerekir.”
Onu sorgulayamıyordu; kadın, bunu anlayabiliyor muydu? Evet, bunu biliyordu. Bu bir yasak gibiydi; ikisinin arasında, ikisinin de farkına varmak zorunda oldukları bir şey, peşinen söylenmişti. “Daima bende ve sanki benim önümde; tam size söylediğim zaman, söylemek istediğim şeyin üzerine gölgesini düşüren bir şey, orada.”
Dile gelmemiş bir anlaşmayla, önceden kabul ettikleri hakikatin, onların sözlerinde yeri yoktu.
Dile getirmeyip de, yalnızca sakladığı sorularının gücünün, doğrudan hayatının içinden çıkarılmadığını hissediyordu; ilkin hayatını, beklemek eylemiyle tüketmesi gerektiğini ve bu şimdisi olmayan, şimdiki zaman içindeki varoluşla, kadının söylemekten kaçındığı şeyleri, onun için açık ve huzur verici hale getireceğini hissetti. Ama, kadın bunu söyledi mi? Evet, söylemekten bu şekilde kaçınmıştı. Sanki aynı söz hem ifade etmiş hem de ifadenin üzerini örtmüştü. Böylelikle, kadının söylediği abartılı sözleri, doğru olanlardan sakince ayırmak adama kalmıştı.
“Eğer yaşıyor olsaydık…” — “Ama zaten yaşıyoruz!” — ” Siz öylesiniz, ama beni, sizin içinizde yaşamayan bir şey ile sorguluyor ve bende daha fazla yaşamayacak bir şey bulmaya çalışıyorsunuz. Acı olan bu, bu iç sıkıntısı.”
* Bekleme eylemi: Adam kadının, bekleyerek ondan yüz çevirdiğini düşünüyordu, yine de, onu görmek için arkasını döndüğünde, kendinden yüz çeviriyor ama böyle yapmadıkça da artık kadını göremiyordu.
* Beklemek, zamanın hep fazla gelmesi ve zamanın kendinden yoksun olmasıdır. Bu zaman yoksunluğu bolluğu, bekleyişin süresidir.
Beklemek eylemi içinde, bekleyişe izin veren zaman, ona daha iyi karşılık gelmek için kaybolur.
Zamanın içinde yer alan bekleyiş, beklemek için bir neden bırakmayan zaman yokluğuna açılır.
Beklemesini sağlayan zamanın yokluğudur.
Ona bekleyecek bir şey veren zamandır.
Bekleyişin içinde, beklemenin, bekleme imkansızlığı olduğu, zaman yokluğu hüküm sürer.
Zaman, zaman yokluğu baskısının kendini gösterdiği, imkansız bekleyişi, mümkün kılar.
Bekleyiş bir son koyulmadan sona gelir zamanın içinde.
Adam, zaman son bulduğunda, zaman yokluğunun da dağıldığını ya da kaçtığını biliyor. Ama, bekleyiş içinde, zaman, kendi sonu ya da şeylerin sonu gibi, her zaman beklenecek bir şey verdiği takdirde, adam daimi olarak, bunun ya da her şeyin sonunu beklemenin önündeki engelleri kaldıran, zaman yokluğuna yazgılı olmuştur.
* Beklemekle karşılığını bulmuş, karşılığını bulmuş-hayal kırıklığına uğramış bekleyiş.
* “Bu varoluş.” — “Sizinki mi? Benimki mi?” — ” Onlar birbirlerinden bu kadar kolayca ayrılmıyorlar, bunu biliyorsunuz. Benim varoluşum sizin için çok güçlü; o, ilginizi çekiyor ve sizi fazlasıyla kendine bağlıyor. Buna rağmen o, bana, sizin varoluşunuzu artık nerdeyse hiç hissetmediğim için kendi silikliği içerisinde çok güçlü ve nerdeyse karşı konulmaz gibi görünüyor.”
Adam, bunu daima önceden sezmişti. Eğer bekliyorsa, bunu yalnız olmadığı, kendi yalnızlığından kaçarak, bekleyişin yalnızlığı içinde dağılıp gittiği için yapıyordu. Daima bekleyen tek kişi olmuş ve onu hiç yalnız bırakmayan bekleyişle kendinden ayrılmıştı.
Bekleyişin sonsuz dağılmışlığı, çok yakında gelecek olan sonuyla birlikte daima tekrar toparlanır.
* Eğer her düşünce, düşünce eylemine yapılmış bir anıştırmaysa, eğer kadın, her defasında düşünceyi, düşünebilmek için erteliyorsa…
Adam bekleyiş içindeyken, bekleyiş hakkında soru soramıyordu. Ne bekliyordu, neden bekliyordu, bekleyişin içinde beklenecek ne vardı? Bekleyişin özü, onun ortaya çıkardığı ve kendisinin dışında kalan bütün sorgulama biçimlerinden kaçmaktır.
Bekleyişle, her olumlama, adamın ansızın yakalanmış olabileceği, bir boşluğa açılıyor ve bütün sorular, sessizce birbiri ardına eklenerek çoğalıyordu.
Bekleme düşüncesi: kendisinin düşünülmesine izin vermeyen şeyi beklemek düşüncesi, bekleyişin taşıdığı ve bu bekleyişle ertelenmiş olan düşünce.
* “Sizin yanınızda, varlığıma daha fazla katlanamıyorum.” — ” O benim yanımda değil, o bir başkasının yanında varolmayı kabul etmezdi.” — “Ama yine de, orada.” Oradaydı.
Adam kadına, bu fikre hapsolmaması gerektiğini söylemeye çalıştı. Ona önem vermeksizin, ondan yüz çevirmek en iyisiydi. Bu kolay olurdu. O zaten ilgi beklemiyordu. “Siz de onu düşünmemelisiniz.” — “Ben bunu hiç yapmıyorum; hem onu düşünsem de, onu düşünmezdim.” — “Ama bunu isterdiniz, bunu sürekli isterdiniz.” — “Onu görmüyorum. Sadece siz burada olduğunuzda.” — “Ben hep buradayım.” — “Siz burada olduğunuzda, artık söz konusu olan şey tam olarak zaman değil.” — “Eğer onu görmüyorsanız, görülmesi gerekir.” — “Arzu ettiğiniz şey bu mu?” — “Bundan başka bir şeyi arzulamıyorum. Ona bir kereliğine ve hepsi için bakmanızı arzu ediyorum.” — “Peki neden?” — “Onun benden ne kadar farklı olduğunu görebilmeniz için.” — “Ama onda sizden başka bir şey görmeyeceğim.”
“Kendi varoluşunuzu reddedecek kadar ileri gider miydiniz?” Ve kadın cevap vermeyince: ” Ve eğer ben de onu reddetseydim, kendinizi zarara uğramış hissetmeyecek miydiniz? Kendiniz ve varoluşunuz arasında ayrım yapamazsınız” — “Sizin bizzat yaptığınız ayrım hariç.” — “Ben bunu yapmıyorum. benim yaptıklarım sizi, varoluşunuzdan ayırma niteliği taşımıyor.” — “Biz birbirimizden farklı değiliz, bunu iyice hissediyorum. Dayanamadığım şey onun bir şekilde görünür kıldığı bu duyarsızlık.”
Varoluşu belirginleştiren duyarsızlık.
“O, sizi bu duyarsızlıkla kendine çekiyor.” — “Ama, o beni kendine çekiyor mu?” — ” Siz onu kendinize çekiyorsunuz, ikiniz de çekiciliğin bölgesi içindesiniz.”
Onda duyarsızlığın bulunuşu, onun çekiciliği.
* Bekleyiş ve unutuş, umursamazlık ve düşünce; bekleyişte kendisini bekletmeyeni; unutuşta kendisini unutturmayanı; umursamazlıkta umursayanı; düşüncede düşünülmeyeni onaylıyorlardı.
Unutmanın, onlar için yaratabileceği varoluş: Bütün şimdiki zamanların dışında, varlıkla hiçbir ilişkisi bulunmayan, bütün olanak ve olanaksızlıktan yüz çevirmiş bir varoluş.
* Kadın, bütün sürprizlere kıyasla daha ani, bütün ağır süreçlere kıyasla daha yavaş unutuyordu.
“Zaman zaman sadece unutmak için, unutmanın gücünü algılanabilir tutmak için hatırladığınız izlenimine kapılıyorum. Hatırlamak istediğiniz şey , unutmanın kendisi.” — ” Olabilir. Unutmama iki adım kala hatırlıyorum. Bu tuhaf bir izlenim.” — “Tehlikeli boşluk; iki adım çabuk geçilir.” — “Evet. Ama daima iki adım daha olacak. Ne zaman beni takip ettiğinizi hissetsem asılında önümde oluyorsunuz.” — “Sizi takip ediyorum, sizi takip etmek isterdim.”
* Hatırlamak kadını, kendi kendine ona doğru gelmeye zorlayan, umursamaz farklılıktan başka herhangi bir hatıradan bağımsız olan, çekim eylemiydi.
Adam kadının hatırlamadığından, ama sadece onun devinimsiz varoluşu üzerine geldiğinden emindi. Bu hatıra nasıl paylaşılabilirdi?
Hatıra, unutmayı, içinden çıktığı hakikatin ölçütü gibi getiriyordu.
* Kadın, kendi varoluşunu tüketmek için kelimeden kelimeye koşarak, konuşuyordu.
* “Benim hatırama bağlı olmanızı istemiyorum. Bu yüzden kendimi hatırlamadım. “
* “Kendimi hatırlamıyordum; hatırlayan şey benden kaynaklanmıyordu.” — “Ama, bunu iyi biliyorsunuz: siz benim için bir hatıra değildiniz hem bu yaşadığımız sıkıntılardan biriydi. Karşısında, uğrunda hatırasız kaldığınız benim için kendi kendisini hatırlayan sizsiniz.” — “Yine de hatırlıyorum, çünkü siz beni çağırmıştınız.” — “Ben size yardım etmek istiyordum.” — “Beni bana kadar getirerek mi?” — “Size yardım etmekten başka bir şey istemiyordum.” — ” Evet, biraz yardımın faydası olur… ” — “Sadece alçakgönüllü bir rolüm var, bunu biliyorsunuz. Sizin söylemeyi çok istediğiniz şeyi, üzerine çarptığı zaman size geri göndermeye yazgılı olan , bu odanın duvarıydım.” — “Alçakgönüllü bir rol. Yine de bekliyordunuz, hep bekliyordunuz.” Adam gülümseyerek: “Bekliyordum” dedi, “Kusursuzluğu bekliyordum. Bir duvarın özü, beklemeyi bilmektir.” Kadın “Bekliyordunuz” diyerek devam etti, “Sadece beklemekten hoşnut olamadınız.” Adam durumu enine boyuna düşündükten sonra neredeyse razı olmuştu. “Olabilir. Elimden geleni yaptım. Ama memnuniyeti beklemekte bulmayı arzu etmiyordum. Beklemek, bu, bu kadar kötü müydü?” — “Korkunçtu.” — “Peki ya bekleyişten yoksun olduğumuz zaman?” — “Bu en korkutucuydu.” — “Bu derece mi?” — “Bu derece, beni gördüğünüz gibi.” Adamın, görünmeyen acısını, daha da görünmez kılmak için yüzünü elleri arkasına saklamış olan kadını gördüğü gibi. Evet, onu görmesi gerektiği gibi.
Görünmeyen kederiyle, daha da görünmez kılınmış olan bir yüz.
* Adam ona sordu: ” Sizi aramak için buraya gelmiş olduğumu ve sizi bulduğumu hissetmiyor musunuz? O zaman geri kalan şeylerin ne önemi var?” — “Yeniden buldunuz, belki de , ama beni bulmaksızın.” — “Ne demek istiyorsunuz?” — “Kimi bulduğunuzu bilmiyor olduğunuzu.” Bu sözü hafife alan adam: ” Elbette, ama bu da olanların güzelliğine ekleniyor. Bana tanıdıktan çok yabancı olduğunuzu iyi biliyorum. Bu muhteşem bir izlenim.” — “Kadın size yabancı, bense sadece tanıdığınızım, bunu iyi hissediyorsunuz.” — “Ben durumları başka türlü görüyorum. Sizinle birlikte, ikimize de yabancı olana karşı, yakınlık içindeyim.” — “Korkarım ki bu ikimize aynı biçimde yabancı değil.” — “Bunu neden bu kadar üzülerek söylüyorsunuz?”
* Uzun zaman, sırrın, yakınlaşmasından daha önemsiz olduğuna inandı. Ama burada, yakınlaşma, yakınlaşmaktan uzaktı. Hiçbir zaman buradan daha uzak, ya da yakın olmamıştı. Demek ki ona yakınlaşmak gerekmiyordu, sadece dikkatle yönünü saptamalıydı.
* “Hiçbir zaman bana gelmiyor, sadece benim ayrı olduğum ve benim kendi ayrımım olan o gizeme gidiyorsunuz.”
* “Gizli gizli burada bulunduğunuzu hissediyorsunuz. Yine de, burada benimlesiniz.” — “Eğer burada sizinle beraber olmasaydım, bu daha az gizli olurdu. Gizem, burada sizinle birlikte olmak. Ve neden bir gizemden, bir sırdan bahsetmek? Bu sözler beni dehşete düşürüyor.” — “Bu doğru. Ama biz, onların bizden saklamak istedikleri şeyleri keşfetmek için buradayız.” — “Gizemli olan hiçbir şey yok, bir hiçten gizem yaratıyoruz.”
Adam kadına baktığı zaman; gizemin – ona dehşet verdiğini söylediği sözcüğün- de, bu baştan aşağı gözle görünebilir olan ve böylelikle bir engel haline gelen varoluşun içinde, gerçek bir gecenin karanlığı gibi, görülebilir olan tek şeyin belirginliğiyle, kendini açığa vurduğunu çok iyi biliyordu. Buna rağmen, varoluş gizemi ne aydınlatıyor ne de var ediyordu.Adam bu varoluşun gizemli olduğunu söyleyemezdi, aksine, öylesine gizemden yoksundu ki, onu keşfetmeden ortaya çıkarmış oluyordu.
* Gizemli; ne olduğunu keşfettirmeden kendini ortaya çıkaran şey.
* Ya kadın ondan bahsettiğinde? Artık ondan bahsettiği için , gizemli değil miydi?
* Gizem, açıklanmayı dayattığı için değil- bu olamaz-, kendisi hariç, en basit ve en hafif olanlar dahil, diğer bütün sözcüklerin dile gelebileceğini savunarak, onların üzerine yıktığı ağırlık yüzünden adama kaldırılması güç geliyordu. Boş sözlere duyulan bu büyük ihtiyaç onları eşit öneme, eşit umursamazlığa indirger. Hiçbiri ötekilerden daha önemli olamaz. Önemli olan, hepsinin, onları söyleme olanağı tüketilmeksizin, tüketildikleri eşitlik içinde, eşit olarak söylenmeleridir.
* Onu belli eden ve belli kılan şey tarafından saklanıyor mu?
* “Henüz size söylememiş olduğum her şey, sizin içinizde bir yerlerde çoktan unutuldu.” — “Unutuldu, ama benim içimde değil.” — “Sizin içinizde de.” Adam düşündü: “Bana bu tek şey dışında, her şeyi, söylenebilmesi mümkün olan her şeyi söyleseniz, ben bu şeyi, sizin onu bana doğrudan söylemenizden daha dolaysız olarak bileceğimi hayal ediyorum; o bana özgür kalırken teslim edildi.”–— “Ama istediğiniz şey, benim hayatım. Söylenecek daha fazla şeye sahip olmamak için, daha fazla yaşamamam gerekirdi.” — “Tam anlamıyla hayatınız değil, aksine, onu ayrı tutuyorum.” — “Demek ki, hayatımdan daha fazlasını istiyorsunuz.”
Fransızca Aslından Çeviren: Damla Şıkel
Kaynak: Maurice Blanchot, L’ attente l’ oubli, Gallimard, II: 67-83
Not: Bu yazı, Monokl’un 2007 Şubat’ında çıkan 2. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur…