Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeMaurice BLANCHOTBütün zamanların tanığı olmak | Jacques Derrida

Bütün zamanların tanığı olmak | Jacques Derrida

derridaBu metin Jacques Derrida’nın, 24 Şubat 2003 yılı Pazartesi günü Maurice Blanchot’nun kül edilme töreni sırasında vermiş olduğu söylevin tamamını içermektedir.

Burada, şu anda bu ismi, Maurice Blanchot’nun adını anarken nasıl titrenilmez? Bize düşen, onun adı ardından çınlamaya devam eden, ve asla susmayacak olan ne varsa işitmek için kulak vermek, durmaksızın düşünmektir; adınız, diyorum, çünkü ”senin adın” demek içimden gelmiyor; çünkü Maurice Blanchot’nun, dostluğun bahşettiği belirgin ayrıcalıkla, ”senli benli konuşmak” şansını sadece Emmanuel Levinas’la kurduğu daimi dostluğu sırasında yakalamış olduğunu bizzat düşünmüş ve böylesi mutlak istisnailiği herkese açıklamış olduğunu aklımda tutuyorum.Emmanuel Levinas, Maurice Blanchot’nun ardından çok acı çektiği o büyük dostlarından biridir; Blanchot bir gün bana, ondan önce ölmek istediğini söylemişti… Derin düşüncelere daldığımız şu ana onları da dahil etmek için hatıralarını selamlamak isterdim; George Bataillle, Rene Char, Robert Antelme, Louis-Rene des Forets, Roger Laporte. Şimdi, her zamankinden daha yalnız olan Maurice Blanchot adını, bu adı anarken nasıl titremem; iki ya da üç nesilden bu yana sadece bu ülkenin değil, zamanımızın en büyük düşünür ve yazarlarından biri olan onu seven, okuyan, dinleyen, burada olsun olmasın bütün hanımlar ve beyler adına sözü alırken nasıl titremem.

Onun büyüklüğü sadece bizim dilimizle sınırlı değildir; zira eselerinin çevirileri yayılmaktadır ve dünyanın bütün bölgelerine onun gizli ışığını saçmaya devam edeceklerdir. Maurice Blanchot… Hatıralarım arasında ne kadar da uzun bir yolculuğa çıkıyor, nasıl da bütün yetişkinlik hayatım boyunca ilerliyorum; o, eselerini okuduğum günden (ki üzerinden 50 yılı aşkın bir zaman geçti) ve 1968 Mayıs’ında kendisiyle karşılaştığımdan bu yana, güveni ve dostluğuyla beni onurlandırmaya devam etti. Bu adı başka türlü, gerçekte kendisinin üçte birini temsil eden, alıntıladığımız ve ilham aldığımız eşsiz bir yazara ait olarak işitirdim: Bu adı, saygı duyduğum; düşünce ve varoluştaki açıklayıcılığındaki, geride durmasındaki güce; örnek çekingenliğinin; o zamanın eşi benzeri olmayan ve kendisinin de ileriye, mümkün olduğunca ileriye taşıdığı ölçülülüğüne; ve etik ve siyasi bir ilke olarak, bütün söylenti ve görüntülerden; kültürün bütün iştah ve eğilimlerinden; basının, fotoğraf ve ekranların bütün ivecenliği ve alaşağı ediciliğine karşı duruşuna hayran olduğum o büyük adamın adı olarak işitirdim.

Blanchot’nun on yıllardır bizimle arasına koyduğu mesafeden söz ederken, Monique Antelme’e teşekkür etmeme izin veriniz. Ona ve pek çoklarına, bu defa özel olarak şükranlarımı iletmek istiyorum. Aramızdaki bu tanışıklık, Blanchot’nun inzivasıyla dünyanın kendisi arasında kurduğu gibi onunla bizim aramızda kurulan akrabalarınkine benzer bir sadakate, hatta gerçek bir bağlılığa tatlı, cömert ve asil bir gönül bağının kurulduğu bir dostluğa doğru ilerlemektedir.

Az önce, ilk karşılaşmamızın tarihini belirtmiştim, 68 Mayıs’ı. Bu kişisel karşılaşmanın her şeyden önce etik ve siyasi bir sorun olan nedenini ya da ona olanak veren fırsatı hatırlamaksızın, diyebilirim ki, 68 Mayıs’ında, Blanchot, her zaman olduğu gibi, bütün varlığı, bedeni ve ruhuyla, kendini devrim olarak gösteren şeye aşırı ölçüde bağlanmış halde sokaktaydı. Zira savaş öncesinde, İşgal, Cezayir savaşı ve 121’lerin Manifestosu karşısındaki bütün o unutulmaz, o ileri derecedeki angajmanlarımızdan bahsetmeden geçmeyeceğim; bütün bu siyasi deneyimleri hiç kimse ondan daha iyi, daha kesin, daha açık, daha sorumlu ve onlardan sonuna kadar ders çıkaracak şekilde bilmezdi. Kimse yorumlarını ve ardıl yorumlamaları, hatta en zorlu düşünce değişimlerini ondan daha çabuk ve daha iyi belirlemeyi bilmezdi.

Bu ismi, Maurice Blanchot adını, üçüncü bir kişiye, yokluğunda açıklanan, kendisine göndermeler yapılan, başvurulan, nadir rastlanan ve gizemli bir adama aitmiş gibi değil; bizzat karşına geçip konuşulan, kendisine doğru yönelinilen canlı birine aitmiş gibi kullanmaya alıştım; bu isim, adlandırmanın üzerinde, dikkati, uyanıklığı, cevap verme kaygısı, sorumluluk beklentisi o dönemde aramızda bulunan en sert ve en hoşgörüsüz kimselerce dahi algılanan birine yönelik yapılan bir çağrı niteliği taşıyordu. Bu isim, hem tanıdık hem yabancı; çağırdığımız ya da kendisi tarafından çağırıldığımız kişi karşısında, çok tuhaf, çok uzaktı; kendisiyle arasında sonsuz bir mesafe vardı; fakat öte yandan, yakınlık hissi uyandıran ve eski bir addı; yaşı olmayan o bütün zamanların tanığına, o yakınmak nedir bilmeyen, bizzat bizim içimizde uyanık kalan tanığa, olabilecek en yakın tanığa ve aynı zamanda sizi yalnızlığınıza bırakmaya özen göstererek yanınızdan ayrılan, bununla birlikte daima, kaygı dolu olan her anda, her düşüncede, her soruda, her karar ve kararsızlıkta yanınızda olmaya dikkat eden bir dosta ait olan bir isim haline gelmişti. Her karşılaşmamızda, gülümseyişin yumuşaklığının üzerinden hiç silinmediği bir yüzün adı olmuştu. Hatırladığım kadarıyla, konuşmaları esnasında araya giren sessizlikler, söz eksiltileri ve ihtiyatlılıkla kurulan iletişimin gerektirdiği iç çekmeler, kutsanmış bir zamanın derinliğinde güven verici ve hoşgörülü bir bekleyişi, bir gülümsemenin uzun aralığını en ufak bir kesintiye yer vermeyen sürekliliğini doldururlardı.

Tükenmek bilmeyen bir hüzün bana burada hem susmamı hem de bütün kalbimle hala onu cevaplamak üzere konuşmamı ya da ondan bir yanıt duymayı umuyormuşum gibi kendimi sorgulamamı; sanki ona hitap etmek, onun karşısında, ona yönelerek konuşmak hala onun için bir anlam taşıyormuş gibi, sadece ondan söz ederek değil, ona hitap ederek, onun karşısında bulunarak konuşmamı emrediyor. Bu derin hüzün beni, kısa bir zaman önce telefon aracılığıyla yaptığım gibi ona ulaşabilme özgürlüğü ve şansından mahrum bırakıyor. O zaman, sesinin zayıflayışına aldırmaksızın, size güven vermek ve yakınmalarınıza engel olmak için gayret sarf ediyordu. Artık bana onu arama hakkını tanıyacak hiçbir şey kalmadı; yine –bundan böyle sadece kendi içimde de olsa- onunla konuşmaktan asla vazgeçemezdim.

Yine de. Onu tanımış ve okumuş olanlar bilirler ki Maurice Blanchot hayattayken, yaşamakta olan Maurice Blanchot olarak, ‘Ölüm Anım’ adlı metni yazmasına olanak sağlayacak şekilde sürekli olarak, ölümü, kendi ölümünü, ölüm anını düşünmüş olan biriydi. Fakat daima olnaksız olan biçiminde. Ve ne zaman ki olanaksız ölümde diretse (öyle ki, diğer bütün arkadaşları gibi ben de, kaçınılmaz olanın o korkunç kesinliğiyle savaşmak için, naifi oynar, ölümsüzlüğü özleyerek zaman zaman kendimi yüreklendirir, onun ölüme hepimizden daha uzak olduğunu düşünürdüm; bir defasında, yeni toparlandığı bir çöküşün ardından, hastane dönüşü alışılmadık bir üslupla bana şöyle yazmıştı: “Görüyorsunuz, iyi bir yapım var.”) evet, ne zaman imkansız ölümün yanında dursa, söz konusu olan, yaşamın ölüm üzerinde kazandığı coşkulu zafer değil, daha çok olanağı kısıtlayan şeye boyun eğmekti ve böylelikle burada ya da bilhassa Felaket Yazısı’nda, bu olmayan-iktidarı alaşağı etmek, kendisini “ustalığı olmayan işin ustası” kılmak isteyen “kendine yabancı olarak, bütün olanakların olanaksızlığında ölüme yaklaşan ya da kendisine dönen (diyalektiği bir nöbet geçirtir gibi sömürüp sonlandıran)” bu gücün zarar görmesi gerekirdi. (syf 107)

Zira her şeyin ötesinde, dikkatli bir okumanın da ortaya koyacağı gibi Blanchot, ölüme, ölüm olayından yoksun olan ölüme yönelttiği asli dikkatin ötesinde, hiçbir şeyi görünüşün ışığındaki yaşama ve burada yaşamaya tercih etmezdi. Metinlerinde ve hayata tutunmasında, bize onun sonuna kadar hayatı seçtiğini gösteren binlerce gösterge vardır. Burada, duyarlı kulakların hassasiyet göstermeden edemeyeceği mutluluğun getirdiği bir haz, benzersiz bir sevinç, onaylama ve “evet”in sevinci ve ayrıca, daha düşük şiddette olmasına rağmen, neşeli bilime dair bir sevinç vardır. Blanchot’nun ölüme adadığı bütün metinlerine, yani bütün metinlerine, hikayelerine, kanonik eserlerine, yayımlanmamış ilerlemelerine, düşüncenin tüm alanını kapsayan felsefi ya da felsefi-siyasi bir söylem hâkimdir; Fransız ve yabancı iskeletler üzerinde yükselen edebi metin yorumlamaları ise yeni okuma ve yazma yöntemleri keşfetmiştir; anlatı, roman, ve kurgu metinlerine gelince (bana göre, onları okumaya başlamamızla birlikte, gelecekte alacakları biçim git gide daha dokunulmamış görünür) onlar da, Bekleyiş Unutuş ya da Felaket Yazısı’nda olduğu gibi, felsefi düşünceyle şiirsel kurguyu olağanüstü bir biçimde, ayrıştırılmaz ölçüde bir araya getirirler ve uyuşukluk ve bozulmuşluk daima sözün bu müzikal ton ve tınılarına yabancı kalır. Zira sıklıkla ve rahatlıkla bunun aksi söylenmektedir. Oysa, sayısız alıntının da kanıtlayabileceği gibi, Blanchot söz konusu olduğu zaman intihar eğilimlerine ya da herhangi bir olumsuzluğa yönelik en ufak bir hoşgörüye rastlamak mümkün değildir. Son Adam’ı dinlerken, “evet demenin, sonsuzca onamanın mutluluğunu” haykırmadan öne, “Onu önce ölü, sonra ölürken tanımış olduğuma ikna” olduğunu ifade ettiğini işitiriz. (syf 12)

Küllerle sınandığımız bugün, sözü her zamankinden daha çok ona verme çabasıyla, Felaket Yazısı’ndan, çok geçmeden mutlak bir felaket haline gelerek eserin en önemli parçasını oluşturan, Holocauste’ın tabi tutulduğu adlandırılamaz yakılma töreniyle işgal edilmiş olan büyük kitaptan birkaç satır okumak istiyorum. Gelecek bölümlerde dolaylı yollardan yapılacağı gibi, Holocauste kitabın açılışında çağrıştırılmıştır. Burada söz konusu çağrışım, ‘Holocauste’ın yakılışı, öğle vaktinin boşaltılması” ve “belki de başka adlar altında bildiğimiz felaketi meydana getiren sabit unutuşu (hatırda tutulamayanın hatırasını)” biçimlendirir. (syf 15)

Eserlerinde ve mektuplarında (on yıllardır onun tarafından bana gönderilmiş olanlarının da kanıtlayacağı gibi) ölümünün yakın ve ölümün imkansız olduğunu anlatan kişinin bizi terk ettiği şu anda nasıl oluyor da, soluğumuz acı ve yasla kesiliyor; neden olağanüstü bir olayın darbesi altında ezilmiş gibi afallamış, şaşkına dönmüş bir haldeyiz? Şu halde, ölümün asla gelemeyecek olması, çoktan gelmiş olmasından mı kaynaklanır? Onun ölümüne daha hazırlıklı, kendisi tarafından daha fazla alıştırılmış olamazdık; fakat aynı zamanda, daha şaşkın, yaralı, bu derece yasa gömülmüş ve bu beklenmedik olay karşısında çöküntüye uğramış bir halde de bulunamazdık. Daima yanı başımızda olan, imkansız olan ve çoktan aşılmış olan ölüm; işte görünüşte birbiriyle bağdaşmayan fakat amansız gerçeklikleri bize düşünmeye yönelik ilk haykırışları getiren uç kesinlik. Felaket Yazısı’nda söz konusu olan da budur: (syf 181,2):

“Eğer, Freud adında birine göre, “bilinçaltımızın kendisinde bizim ölümlülüğümüzü temsil edemeyeceği” doğruysa, bu, her şeyin ötesinde, ölümün temsil edilemez olduğu anlamına gelir; bunun nedeni sadece ölümün şimdiden mahrum olması değil, onun zaman içinde, zamanın zamansallığı içinde kendine ait bir yeri olmamasıdır.”

Ardından, eşsiz bir “sabır”dan söz ederken, “içimizdeki en derin acıyı, herhangi bir ilişkide bulunmadığımız ama, bu sınanmanın ardında, kendimizi sorumlu hissettiğimiz, hep öteki olan ölüm ya da başkalarının ölümü karşısında çeker” diye yazar, ve şöyle devam eder:

“Çoktan yerini almış olan ölümle ilgili yapılacak hiçbir şey yoktur: eser haline getirilememenin eseridir, şimdisiz bir geçmişle (ya da gelecekle) bir ilişkisizliktir. Bununla birlikte, felaket, ölüm ya da boşlukla, her durumda benim ölümümle anlaşılan şeyin ötesine olacaktır, zira orada ölmeden kaybolan (ya da tam tersine işleyen) onun için yer yoktur.”

“…ya da tam tersine işleyen”: ölmeden kaybolmak ya da kaybolmadan ölmek, kolay ele geçmeyen bir seçenek bu. Bizlerse bugün, onun kendi içerisinde ikiye bölünüşünün sınavına tabi tutuluyoruz. Bize bu düşünceyi vermiş olan kişinin, bugün kaybolmadan öldüğünü fakat aynı zamanda ölmeden kaybolduğunu söyleyebiliriz. Ölümü inanılmaz olarak kalabilirdi, fakat çoktan gerçekleşmişti. Edebi kurgu ve inkar edilemez bir tanıklık arasında gidip gelen Ölüm Anım anlatıyı ve algılanamaz zamansallığı ölümden bağımsız kılmıştır. O halde, çoktan ve birden çok kez ölmüş olan bu kişi, hala cevap bulunamaz olanı açıklamaya çalışmaktadır; alıntılıyorum:

“Bu hafiflik hissini başka nasıl ifade edebilirim: hayatla bağlarını kopartmak? Kendini açığa vuran sonsuzluk? Ne mutluluk ne de mutsuzluk. Kaygı eksikliği de değil. Biliyorum, bu açıklanamaz hissiyat varoluştan kalan ne varsa ona dönüşecek. Sanki, artık kendisinin dışındaki ölüm, kendisinin içindeki ölüme zarar vermekten başka bir şey yapamazmış gibi.”

”Yaşıyorum. Hayır, sen öldün”, bu iki söz bizim içimizdeki sözü paylaşır ya da onunla tartışırlar. Ve tam tersi: Ben öldüm. Hayır, sen yaşıyorsun. Ölüm Anım gönderisine eşlik eden, 20 Temmuz 1994, tarihli mektubun ilk sözcükleri, bana, doğum günlerinin geri dönüşünü ya da tekrarını belirtircesine, şöyle diyordu:
”20 Temmuz, elli yıldır, neredeyse kurşuna dizilmiş olmanın mutluluğunu yaşadım. Yirmi beş yıldır, adımlarımızı aya atıyoruz. ”

“Bir an için unutmaya veya ihanet etmeye kalkıştığım bu vakur uyarılar arasında unutulmaz dostluklar vardı, italik şekilde sonuca, Arkadaşlığa, açılanlardan bahsediyorum. Aynı ismi taşıyan kitap, L’Amitié (Arkadaşlık), biliyoruz ki Georges Bataille’ın anısına ve ölümüne ithafen derlenmiştir.”

“Bu dosttan bahsetmek nasıl kabul edilir? Ne uzaklaşma, ne bazı gerçekliklere yönelik çıkar. Karakter özellikleri, varoluşunun aldığı biçimler, kendisini, hayatının aşamaları, kendini sorumsuzluğa kadar sorumlusu hissettiği arayışla uyum içinde ve kimseye ait değildir. Tanık yoktur, (…) kitaplar var, biliyorum. Okumaları bizi içine çekildikleri kayboluşun zorunluluğuna açsalar da, eğreti bir halde kalırlar. Kitaplar, bizzat bir varoluşa gönderme yaparlar.”
“Sonun öngörülemez yabancılığını ortaya koyan şey” söz konusu olduğundaysa, Blanchot ısrarcılığını sürdürür:

“Ve bu öngörülemez devinim ve daima –belki de ölüme ait olan- sonsuz yakınlığı içine saklanmışlığı, terimin ona önceden vermeyi bildiği şeyden değil, ne gelmekte olan –hatta çoktan gelmiş olan- bir olaya, ne de sezilebilecek bir gerçekliğe yer vermesinden kaynaklanmaktadır: sezilemez ve şimdi mahkûm olduğu şeyin sezilemezliğinin sonuna ulaşmak.”

Bu sözleri alalım, tekrar edelim, ansızın gelmek ile gelmek arasındaki ayrımı öğrenelim. Ve diyelim ki, Blanchot’nun ölümü inkâr edilemez bir şekilde, ansızın geldi, ama gelmedi, gelmez. Gelmeyecek.

Blanchot’nun, hal ve davranışlar, arkadaşlığın övülmesi; kişisel ve başkaları adına verilen söylevler konusundaki uyarıları bir yana; en bitimsiz söylem bile, şu anda bana düşen göreve ölçüt olamaz; yine de şu anda burada bulunan Blanchot okurlarına, ve Mesnil Saint-Denis’de kendisini içten ilgi ve alakalarıyla çevrelemiş olan komşularına ve akrabalarına (sanırım burada Cidalia Fernandez’ye özellikle teşekkür etmek gerekir) bir kaç söz daha etmeliyim; bu sözlerin amacı; onları şuna ikna etmektir: şu anda kendisine eşlik etmekte olduğumuz kişi, arkasında bizlere daima, Fransa ve Dünya’nın bugününü aktarmayı sürdürecek olan bir eser bırakmıştır. Blanchot, aralıksız ve güvenceden yoksun olarak kendi olasılıklarını sorgulayan, karanlık ve şimşek gibi akıcı bir üslubun ortaya koydukları üzerinden, hiçbir şeyin kendisi tarafından psikanaliz, dilsel kuram, tarih ve siyasi yönden incelenmemiş olan tanımlanmak ve yorumlanmaksızın bırakılmadığı felsefe ve edebiyatın bütün alanlarında iz bırakmıştır. Geçen yüzyılı tedirgin etmiş ve etkileri bugüne kadar uzanmış olan; bütün icatlar, afetler, dönüşümler, devrimler ve canavarlıkların hiçbiri, onun düşünce ve metinlerinin yüksek geriliminden kaçmamıştır. Blanchot, bütün bunlara kendi kesin yargılarıyla cevap vermiştir. Bunu yaparken hiçbir kurumun arkasına sığınmamış, ne üniversitelere, ne de kendilerini kimi zaman basın, yayınevi, ya da edebiyat adı altında gösteren ve belirli güçlerin temsilcik etmek üzere varolduklarını iddia eden cemiyet ve topluluklar adına konuşmuştur. Eserinin, bizlerin düşünme, yazma ya da eyleme biçimlerimize müdahalesinin ve burada yarattığı dönüşümün zaman zaman görünmez olan ışıltısının, “etkilenim” ya da ”usta çırak ilişkisi” gibi ifadelerle tanımlanabileceğini sanmıyorum. Blanchot bir ekol oluşturmadı, onun yaptığı daha çok, söz ve eğitme ustalığı hakkında söylenecek şeyleri dile getirmekti. Blanchot, ustaların çıraklar üzerindekine benzer bir etkiye sahip değildi. Bu bağlamda, söz konusu olan şey bambaşkadır. Bize bırakmış olduğu miras, çok daha içsel ve önemli bir yere sahip olacaktır: mülkiyetleştirilemez bir yere. Blanchot, bizi yalnız, büyük sorumluluklarla baş başa, hiç olmadığımız kadar yalnız bırakacaktır. Kimileri bizi şimdiden eserinin, düşüncesinin, hatta imzasının geleceğinin ne olacağı sorusuyla muhatap ediyor, Bu soruya benim vereceğim cevap, sarsılmaz olacaktır; ve eminim ki buradaki büyük bir çoğunluk da aynı bağlılıkla bana katılacaktır.

Düzenli olarak, yılda bir ya da iki kez, Eze kasabasından onu arar ya da ona bir kartpostal gönderirdim. İki yıldır, bunu, şimdi de yanımda bulunan ve Blanchot’nun düşüncesi üzerine -bilhassa La communauté inavouable’da / İtiraf Edilemeyen Birliktelik – eğilen ortak arkadaşımız Jean-Luc Nancy eşliğinde yapıyorum. Her defasında, uzun zaman önce Blanchot’nun da ziyaret etmiş ve hiç şüphesiz, hala bir sokağın adını taşımakta olduğu Nietzsche’nin hayaliyle karşılaşmış olduğu, şu eski Eze kasabasının dar sokaklarından birindeki koleksiyoncu satıcının dükkanından seçtiğim savaş öncesinden kalma eski bir kartpostal gönderirdim; ve seneler geçtikçe, bunu her yapışımda, içimdeki tedirginliği şu fısıltıyla dile getirirdim: Umarım ona uzun zaman, yine aynı törensel, sevgiye boğulmuş ve biraz da batıl inançlara bulanmış bu coşkuyla başka kartpostallar gönderirim.

Bugün biliyorum ki, bu tür mesajları artık postaneye veremeyeceğim; ama hani derler ya, yaşadığım müddetçe kalbimde ya da ruhumda ona yazmayı ve onu aramayı sürdüreceğim.

Fransızcadan Çeviren: Damla Şikel

Not: Bu yazı, Monokl’un 2007 Temmuz’unda çıkan 3. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur…

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments