Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküTürkiye'den ÖykülerGeceyi kar ışıklandırmıştı,ama yine de geceydi anlatılan | Bedrana - Bekir Yıldız

Geceyi kar ışıklandırmıştı,ama yine de geceydi anlatılan | Bedrana – Bekir Yıldız

İlkin kara bir yel esti günlerce. Hafifi önüne kattı, güçsüzü yere yıktı. Ardından ince, sonra kalın yolları sildi kar, bir bir. Karadağ’ın sivri doruğu düzleşince de, kurtlara yol göründü, Meçmenbahir köyüne doğru…

Bedrana dizlerini örten yorganı kaldırdı. Tandır ateşini eşeledi. Yorgundu ateş.

“Ben yatacağım,” dedi.

Naif başını kaldırdı. Bir süre baktı karısına. Konuştuğunda dudakları titredi nedense.

“Tandıra ataş bas,” dedi. “Bu gece, o mesele çözümlenecek.”

Bedrana korktu. Şekeri suya düşmüş gibi, aceleciliğe yöneldi.

“Viş,” dedi. “Ne meselesiymiş? He… gözünün yağına kurban olduğum, yine indirip kaldırma.”

Başı öne düştü Bedrana’nın. Yüzü sarardı. Korkudan yüreği pır pır etti.

Naif tandırdan çıktı. Sıcağa alışmış ayakları üzerine dikilemedi hemencecik. Keçeleşmiş bacaklarını ovaladı. Bedrana’nın başı dikilmişti şimdi. Kocasını izlerken, bedeni bir pençe korkuyla karılmıştı nedense. İlk gece bile böyle olmamıştı oysa. Kocasının yumuşak davranışı umutlandırmıştı belki de onu. “Hıı,” demişti Naif. “Zorla olduysa, aceleye gelmesin bu iş. Şehir kanunlarını belledik hele.”

 

Naif odanın kapısını açtı. Geceyi kar ışıklandırmıştı. Bir hafta önce jandarmaya saldıkları adamın gittiği yöne doğru baktı. Kurtlar uluyordu. Dün geceye göre, daha beriye gelmişlerdi.

Karın ak rengi kara oldu ansızın. Dişlerini sıktı Naif. Tüm umutların yüzüne kapatırcasına, kapıyı çarptı.

Eşiklikten bir parça tezek alıp tandıra vardı. Yıkılmış ateş yavaş yavaş ayağa kalkıyordu şimdi.

Naif tandıra sokulduğunda, Bedrana’nın uykudan arınmış gözleri üzerindeydi. Bir süre bakıştılar. Yel, odanın duvarlarını kudurgan deniz dalgaları gibi hırpalamamış olsaydı, belki de nefeslerini bile duyacaklardı birbirlerinin.

“Gözlerin niye faltaşı gibi ayrıldı?” diye sordu Naif ansızın.

Bedrana’nın başı, kollarıyla kucakladığı ayakları üzerine düştü. Tandırdan sıcak nefesi, yorganın bir tutamına yayıldı.

“Senden korkmaya başlamışam,” dedi. “Gözlerin benden bir şey alacakmış gibisine.”

“He…” dedi Naif. “Ölmelisen gayri. Günler var ki evden dışarı çıkamaz olmuşam. Herkesin kulağı bizde. Ha patladı, ha patlayacak. Saldığımız adam da gelmedi. Besbelli yollar kapandı.”

“Sabah olsun kurban olduğum. Bakarsın Hızır gibi çıkıp geliverir. Hemin de iki candarmaylan.”

Naif yüzünü buruşturdu.

“Günlerin ardı yitti,” dedi. “Bu karda, kışta hökümat adamı kıpırdamaz yerinden. Belkim de haberci ulaşamamıştır şehre. Kurtlar, kuşlar ne güne…”

“Suç ben de mi, ağam? Zorla oldu. Obada bilmeyen var mı işin esasını…”

Naif kuşağında sokulu olan tabancasını çıkarıp tandırın üzerine koydu. Bedrana çıktı tandırdan. Odanın bir köşesine gidip sindi.

“Kokma ulan,” dedi Naif güvenilir bir sesle. “Vurmayacağım seni. Söz olsun. Kadoların Şahin’i değilim ben, onun başına gelenleri unutmamışam. Seherde hakhukuk var deyilerdi, oğlanı attılar içeri.”

Bedrana bir umut ışığı sezinlemişçesine atıldı hemen.

“Eyi ya,” dedi. “Zorla olduğuna göre, ben açığa çıkaram, o alçağı içeri atarlar. Daha ne?”

Naif bağırdı ansızın.

“Hah! Nerde hökümet?”

Bedrana emekleyerek biraz beri geldi. Yalvarıyordu.

“Bakarsın geliverir kurban olduğum. Gün ışığısın hele…”

“Allanın günü çok, gözü yassı. Hem atalarım hökümat günü mü saymış? Ulan, Kadoların Şahin’i, hökümat eline düştün de aklımızı çeldin. Eski usulün gözüne kurban, eyiyle kötü kardaş mı olurmuş? Kötünün canı, seher kanunlarıylan yola mı gelirmiş?”

Sustular bir süre. Birbirlerine bakmıyorlardı şimdi. Bedrana boynunu bükmüş, gözleri dalıp dalıp gidiyordu.

Naif kolunun birini uzattı yavaşça. Tandırın üzerindeki tabancaya koydu elini. Aldı oradan. Bedrana tabancalı eli görünce hopladı yerinden.

Naif’in aklına yeni bir düşünce düştü o sıra. Tabancayı tekrar koydu yerine. Yüzü bir yumuşadı, bir iyilikten yana oldu ki, Bedrana tuttuğu nefesini rahatlayıp boşaltıverdi.

Odanın tavanına baktı Naif. Tavana, önce kavak ağacından kesilmiş mertekler sıralanmış, sonra hasır ve toprakla örtülmüştü. Merteklerin birinde, kalınca bir halka vardı. Naif’in gözleri bu halkaya takıldı uzunca bir süre.

Bedrana da halkayı gördü. O biliyordu bu halkayı zaten. Karnında birkaç ay önce oluşan çocuğu için, gönlünün bir yerini ayırmıştı ona.

Naif pamuktan yumuşak bir sesle Bedrana’ya sordu.

“İster misen,” dedi. “Bu işten, burnumuz kanamadan kurtulak?”

Bedrana kocasına bir daha yanaştı.

“Bu da sorulur mu ağaların paşası,” dedi. “Gözüne kurban olduğum di, kansız çıkış yolunu söyle yiğidim.”

Naif gözünün birini kıstı. Bir süre düşündü.

“Bak, avrat,” dedi. “Ben iğnenin deliğinden Hindistan’ı görmüşem. Yaşım yiğit emme, aklım şahtır. Hemin hökümata, nemin de obaya, öyle bir oyun oynayacağım ki, şaşarsan. Heyyoof, demelisen, aklına, cümle âlem kurban olsun demelisen.”

“Off… Zemzemlerin Kameri de çatlasın işte… Eeee?..”

“Asılacaksan.”

Dışarda yağan kar, sanki Bedrana’nın yüreğine yağdı ansızın.

“Bu da ölmek,” dedi. “Sevinmek niye?”

Naif başını iki yana salladı umut verircesine.

“Yalandan kız,” dedi.” Yalandan asacaksan sen seni.”

“Sözünün önü, ardından gür gele kurbanım, demek yalandan sallanacağam.”

“He… Bize göz ışığı vermediler gevvatlar. Ömrümüz, kapaksız tencerede pişmiş tuzsuz aş gibi tatsızdır avradım. Kadın dar bir pabuçtur, sıkınca atılır, emme, işin içine namussuzluk karışınca, atamazsın, vurmak düşer er kısmına. Seni ben bağışlasam baban, kardasın sırada. Bakalım onlar bağışlar mı? Günlerden beri, şu bir göz dama tepilip kaldık. Oba kan ister benden.”

Bedrana can kulağıyla dinliyordu kocasını. O susunca nefeslendi. Ama gözlerini çevirmedi hiçbir yana. Naif yeni bir şeyler düşündü bir süre daha. Sonra tabancasını tandırın üzerinden alıp kuşağına yerleştirdi.

“Bak Bedraney,” dedi. “Obamızda şehre benzeyen heçbir şeyimiz yoktur. Kara dağlar yol vermez ki, ne gelinsin, ne gidilsin. Okur yazarımız yok ki, hökümat kapısından içeri alsınlar. Obanın sesi, soluğu ancak, birisi öldüğünde duyulur. Kadoların Şahin’ine ne demiş yeşil yakalı adam: Yeni kanunda öldürmek kalktı demiş. Gönüldür, sever de sevmez de. Karın, madem ki başkasıyla yatmış, heç sesini çıkarmayacaktın. Karın dostuyla bir olunca gelip haber verecektin. Biz de gidip basardık onları, olur biter… Ne biçim yeşil yakalı vatandaştır o, dağları hesap etmemiş, candarma gelinceye dek, günler, haftalar, aylar geçer, heç bilememiş. Bunlar ne demeye getirmişler işi, Bedraney, anlamışam ben?”

Naif sustu. Yerinden kalktı. Çengelin takılı olduğu merteğin altına gelip durdu.

“Kalın urganımız var mı?” diye sordu.

Bedrana da kalktı. Kocasının yanına ulaşamadan bir titreme sardı bedenini. Yalandan da olsa asılmaktan korkmuştu.

“Var,” dedi lif lif olmuş bir sesle. “Eşeğimize geçen güz almıştın ya bolcana…”

“Getir,” dedi Naif. “Endeze düzmenin gereği yok gayri. Vakit epeyce oldu. Yarına hazırlanmalı. Küçük kuşlukta asacaksan sen seni. Yalandan… Şimdi bir sefer sınayalım hele…”

Bedrana ansızın kocasının bacaklarına kapandı. Ağlıyordu da.

“Yalandan da olsa korkmuşam,” dedi. “Başka bir mümkünü yok mudur? Biliysen ki, zorla yapmıştır gevvat. Benim hiçbir suçum yok. Yedi cihan bunu böyle bilsin …”

Naif bacaklarına sarılı kolları çözdü.

“Biliyem,” dedi. “Zorla olmuştur. Yoksa o saat kurşunlardım seni. Emme haberin olsun, zorlamorla baban, kardasın yine de razı değil yaşamana. Birkaç gün önce haber salmıştır. Oba homurdanmadaymış. İlk sıra bende olmasa, çoktan ölmüştün. Ve de Kadoların Şahin’i hökümat kanunlarının hışmına uğramasaydı, şimdiye dek ben de sani öldürmüş olacaktım, bal gibi. Yeşil yakalı adam, sizin usuller tarihe karıştı demiş. Kadoların Şahin, kanunlardan hiç haberimiz olmadı, obamızda okur yazar yoktur. Yoktur emme bir aracıyla gelip obada tellal bile dolaştırmadınız, yeşil yakalı ağam, demiş.”

Bedrana sabırsızlandı. Yargıcın tutumunda, bir umut ışığı aradı.

“Yeşil yakalı ağa, nasıl cevaplamış?” diye sordu.

“Bilmemek özür değil demiş.”

“Sonra, ağama kurban?”

“Babası hesapladı, ihtiyarlayınca salıvereceklermiş garibi.”

“Eee?..”

“Ne esi?”

“Heç… Yani… Günah değil mi diyem bana, sana, kardaşıma, babama… Eyisi mi yalandan as beni. Yere girsin seher. Kanunları bize göre değilmiş. As emme, yalandan olunca, elimize ne geçecek yiğidim?”

Naif sözcükleri dışarıya vermedi. Uzun bir süre aklında tuttu.

Kurtlar pek yakındaydı şimdi. Kapı açılsa ulumalarıyla birlikte içeriye girivereceklerdi sanki. Ve soğuğa güç yetiremeyen tandır, ihtiyarlamaya yüz tutmuş gecenin içinde Naifin ve Bedrana’nın gönlünden çoktan silinmişti.

Bedrana bakışlarını kocasının dudaklarından silmeden bir kez daha sordu.

“Yalandan olunca, elimize ne geçecek yiğidim?”

Naif aklından geçenleri toparlamıştı.

“Bak Bedraney,” dedi. “Bu çifte bir oyundur. Hem yeşil yakalı adamı aldâtacaam, hem de aşiretimizin üzerine çöken kara belayı silip süpürecağam. Nasıl mı? Küçük kuşlukta, sen kendini asmış gibi yapacağsan. Ben koşup gelecağam. Heyvağ, Bedrana asmış kendisini diyecağam. Ve de seni kucaklayıp aşağıya alacağam. Sen zaten yalandan boynuna geçirmiş olacağsan urganı. Yerde, usul usul kıpırdayıp sözde yeniden dirileceksen. Bunu gören duyan obalı, yiğit kadınmış, kendini astı emme, Hûda riza göstermedi diyecek. Sonunda atalarımızın koyduğu ölüm fermanı da, kendiliğinden bozulacak. Yeşil yakalı adama gelince…”

Naif sustu. Bedrana sabırsızlandı ama.

“Eeee,” dedi. “Ya yeşil yakalı ağa?”

“Onu da anlatıram. Sen urganı getir. Bir sefer sınıyalım hele.”

Bedrana duruyordu. Nedense çözülmek istemiyordu yerinden. Naif omzuna cîbkundu yumuşacık.

“Yalandan ölmeye bile nazlanisan,” dedi. “Deveden düşmüşsen, hop hopu arama. Alt tarafı yalandan, Bedranay. Di, nazlanma ha…”

“Karayazım,” dedi Bedrana duyulur duyulmaz bir sesle. Sonra gidip urganı getirdi.

Naif her şeyi daha önce planlamış gibi gözle kaş arası, halkanın alt hizasına ne kadar minder varsa yığdı.

“Hadi, Bedranay,” dedi. “Kancaya geçir. Önce urganın bir ucunu, boyuna göre halkala emme.”

Bedrana’nın ellerine bir titreme doldu. Yüreği parpazlandı. O bunun bir oyun olduğunu bildiği halde bedeninin böylesine, süt gibi kesilmesine şaştı kaldı.

“Can şirinmiş,” dedi. “Yalandan da olsa korkmuşam… Düğümü sen at. Çangala geçir.”

“Olmaz,” dedi Naif bilmişçesine. “Her bir şeyi kendi elinden ve de gönülden yapmalısan. Oyunumuzun hüneri bürda…”

Bedrana urganı bir ucundan halkaladı güçlükle. Sonra başını çengele doğru dikti. Bu sıra Naif karısının taze bedeninin orta yerine kollarını dolayıp minderlerin üzerine hoplattı onu. Bedrana gönülsüz kalkan sağ kolunu uzatıp urganın bir ucunu halkaya geçirdi. Sonra yere inmek istedi.

“Olmaz,” dedi Naif. “Daha işin bitmedi. Urgana düğüm vurmalısan.”

Naif bacaklarından kavrayıp yukarıya verdi onu. Bedrana bunu da başarmıştı. Şimdi odanın ortasına yakın bir yerde, urgan sallanıyordu.

“iyi,” dedi Bedrana yumuşak bir sesle. “Sabah olsun, takarım boynuma. Yalandan olduktan sonra…”

Naif engel oldu karısına. Şimdi titreme sırası ona sıçramıştı nedense. Ama Bedrana sezmedi kocasındaki bu değişikliği.

“Sabah olanda asılacaktım, hani ya?” dedi Bedrana tekrardan.

Naif sözcükleri tez tez sıraladı.

“Doğru söylüsen, Bedraney,” dedi. “Doğru söyliysen emme, bir sefer sınıyalım. Oyunumuzu pekiştirmek gerek ceylan gözlüm…”

Gerçekten ceylanın sürmeli gözlerine benziyordu bu gözler. Ve ömrünün yarısına bile bakamamıştı bu karaak ışıklar henüz.

Bedrana halkayı çenesinin altına getirdi.

“Böyle mi olacak ağam?” dedi.

“Biraz daha kaydır,” dedi Naif çapaklı bir sesle. “Boynuna iyice yapışsın. Ha şöyle…”

Bedrana halkayı boynuna iyice yerleştirdi. Kara gözleri aşağıya dönmüştü. Naif’in bakışlarıyla buluştular.

Bu sıra kurtlar, ulumalarını uzaklara taşıyorlardı küçücük adımlarıyla. Naif de gün horozların ağzına düşmeden, uzun bir süreden beri kurduğu ve bu gece oluşturduğu işini bitirmek istedi. Karısının ayakları altındaki yastıklara bir tekme attı. Ardından Bedrana’nın çırpınışlarına dayanamayıp gaz lambasını söndürdü.

Bekir yıldız Kimdir ?

1933’te Şanlıurfa’da doğan Yıldız, İstanbul Erkek Sanat Enstitüsü’nü (1950) ve İstanbul Matbaacılık Okulu’nu (1954) bitirdikten sonra dizgi operatörlüğü ve öğretmenlik yaptı. Almanya’ya giderek Heidelberg Matbaa Makineleri Fabrikası’nın montaj bölümünde çalıştı (1962-1966). Yurda döndükten sonra İstanbul’da kurduğu Asya Matbaası’nı işletti (196-1981).

İlk öyküsü 1951’de Tomurcuk adlı çocuk dergisinde yayımlanan Yıldız daha sonra Yeditepe, May, Halkın Dostları, Yeni a, Yazko Edebiyat gibi edebiyat dergilerinde yazdı.

Konularını Urfa ve yöresinden alan öykülerin yer aldığı Reşo Ağa adlı kitabıyla tanındı. Öykülerinde Güneydoğu Anadolu insanının yaşamını, bölgenin töre ve geleneklerini, ağa-köylü ilişkisini, yörede yaygın olan kaçakçılık ve kan davası gibi konuları işledi.

Almanya’daki Türklerin toplumla uyumsuzluğunu iç çatışmalarını konu edindiği Türkler Almanya’da adlı romanı çarpıcı gözlemlere ve eleştirel bir yaklaşıma sahip olması bakımından dikkat çekti.

Süreyya Duru onun kimi öykülerinden yola çıkarak “Bedrana” (1974) ve “Kara Çarşaflı Gelin” (1975); Ümit Efakan, Halkalı Köle adlı romanından “Halkalı Köle” adlı filmleri yaptı.

Ünlü öykü ve roman yazarı Bekir Yıldız 8 Ağustos 1998’da İstanbul’da öldü.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments