Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFriedrich Wilhelm NİETZSCHEHiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrıya nasıl maledilebilirdi?...

Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrıya nasıl maledilebilirdi? | Nietzsche Biyografisi

Frederic Nietzsche (Friedrich-Wilhelm) 18 Ekim 1844’te doğdu. Babası Karl Ludwig, Lutzen yakınlarındaki Rocken Protestan Kilisesi’nin papazıydı. Annesi Francesca Ehler’in de bir papaz ailesinden olması nedeniyle Nietzsche’nin çocukluğu saygı ve sevgi dolu hatta -Kant gibi- dindar bir çevrede geçti. Çocukluk yıllarının başlıca üzüntüsü, babasının sağlık durumunun genellikle kötü oluşuydu. Aradan zaman geçince babasının hastalığına tanı konması giderek güçleşti. Oğluna kalıtımsal olarak geçirdiği şiddetli migren ağrılarına, daha sonra çok çabuk ilerleyen bir beyin tümörünün neden olduğu sanılmaktadır.

Baba Karl Ludwig, 30 Temmuz 1849’da hemen hemen körleşmiş olarak öldü. Katı geleneklere sahip kadınların onun bakımını üstlenmeleri nedeniyle, Nietzsche’nin duygularının derinliklerinde bu uzun ve bunalımlı yılların izi kalmıştır.
Nietzsche bu yıllarını, Namburg’da annesi, halaları ve genç kızkardeşinin (Elizabeth) yanında geçirdi. İlköğrenimini bu kentte (Bürgerschule) tamamladı. Çalışkan ve kendi halinde bir çocuktu. Küçük yaşta, dinin yeterli çözümler getiremediği sorunlara yöneldi. Varoluş nedenleri hakkında kendi kendisine sorular soruyordu genç Nietzsche. Bu türden soruları, Baudelaire, Edgar A. Poe ya da L. Pirandello gibi özel kişilikler de çocukluklarında sormuşlardı ve sonrasında kendilerinin, ailelerine karşı yabancılaştıklarını farketmişlerdi. Öğrenim sorunları nedeniyle Nietzsche, kendisine sahte bir Polonyalı soyağacı yaratmak zorundaydı. Ekim 1853’de altı yıl kalacağı Citadelle de Pforta Ortaokulu’na girdi. Bu süreç, gizli tutkuları değil, sorunsuz geçen bir altı yılı içerir. Burada yarı askeri yaşamının çekilmezliğine karşın doğaçlama çaldığı bestelerde huzur buldu.

İlk duraksamaları ortaokulun başlangıç yılında ortaya çıktı. On üç yaşında ilk otobiyografisini yazdı. Kötülük olgusu, daha o zamandan kafasını kurcalıyordu. Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrıya nasıl maledilebilirdi? Çocuğun küçük yaşta kaygı ile tanık olduğu, özellikle bedensel acı ve işkencelerin kaynağı neydi? Bu kuşkular Nietzsche’nin bilincinde gelişecek, dört yıl sonra, 1861 yılında ilk şiirinin esin kaynağı olacaktı. Bilinmeyen Tanrıya, yalnızca can sıkıntısından kurtulmak amacıyla uzaya dünyalar fırlatan ve sonrasında hiç aldırmaksızın onları kendi yazgılarıyla başbaşa bırakan o sanatçı Tanrı… Hıristiyan Tanrıdan, vicdanları dikkatle izleyen ve suçluluk duygusu dürtüsüyle onları doğru yola sokan ahlakçı Tanrıdan -Rousseau ve Kant’ın Tanrısından- daha şimdiden ne kadar da uzaklaşmıştı!

Öğrenimini bitirip diplomasını alan Nietzsche, Bonn Üniversitesi’ne kaydoldu. Ona yardım etmek için kendilerini bazı şeylerden mahrum eden iyiliksever kadınların kaygılarını azaltmak için ilahiyat derslerini izliyordu. Ama özellikle dilbilim ile ilgileniyordu. Bu öğrencinin olağanüstü yeteneklerini hemen farkeden doktor Ritschl’ın derslerinde Nietzsche, felsefesine gereksinim duyduğu yöntemi bulacaktı. Nietzsche Ren Nehri’nin romantik kıyılarının, Yedi Tepe’nin üzerindeki Saint-Jean’ın ışıklarının ve tartışmaların kavgaları izlediği tavernalardaki içki alemlerinin çekiciliğine karşın, daha büyük bir ilgi için Leipzig’e giden bu eşsiz ustanın (Ritschl) ardından Leipzig’e gitti. Burada, yaşamını etkileyecek iki önemli karşılaşma onu bekliyordu.

Schopenhauer’de beklediği cesur eğitimciyi buldu. Schopenhauer’in ‘Doyurucu Mantığın Yeterliliği’ adını verdiği dört aşamalı felsefesini açtığı ‘Bir Çeşit Arzu ve Temsil Dünyası’ adlı önemli yapıtını büyük bir açlıkla okudu. Bu yapıtın estetik yanını kabul ettiği gibi, metafizik yanını da kabul ediyordu. Zaten biri ötekine sıkı sıkıya bağlıydı. Ahlaki önyargıları ve yanılsamaları bir kez aştıktan sonra, dünya ona tadını çıkarabileceğimiz bir gösteri alanı gibi görünmeye başlamıştı. Çünkü aynı zamanda kendisinin seyircisi olmayı da öğreniyordu. Ama Apollon’un iyiliğinin sergilendiği bu parlak renkli örtünün arkasında, kişisel istekleri yansıtan tutkuları yüzünden kendisini parçalayan bir Tanrı da uç vermeye başlamıştı.

Nietzsche o zamanlar diğer pek çok insanda görüleceği gibi, ilk düellosunun yara izinden gurur duyan bir Alman öğrenciydi. (Yalnızca özel durumlarda oluşabilen romantik ortamlarda yaşanabilecek şeyleri Pirandello üzerine yaptığım biyografi çalışmasında gösterdim.) Nitekim Wagner’de bir konserden sonra ilk kez gittiği Leipzig’in romantik ortamından çok etkilenmiş ve Nietzsche gibi o da bu kenti, kendisini geliştirebileceği bir yer olarak görmüştü. Wagner’in Sahra Topçu Birliği’nde geçen bir yıllık askerlik görevi sonrasında, geri dönmekte acele ettiği Leipzig’de her ikisinin de dehasını kabul ettikleri Beethoven’a duydukları hayranlık onları birbirlerine yakınlaştırdı. Yaşam onları yan yana getirmişti.

Wagner, Lucerne yakınlarındaki Tribschen’e yerleşmişti. Orada, tıpkı at gezintisine çıkmış şişman kadınları andıran dağ manzaralarının düzensiz şekillerinin ardında gizlenen uyumu keşfetmek, büyük yapıtlar, özellikle ‘Dörtleme’sini bestelemek, bir de sadık dostu ve en iyi yorumcusu olan orkestra şefi Hans Von Bülow’un o zamanlar hâlâ karısı olan Cosima Lizst’e karşı duyduğu şiddetli aşkı saklama için sığınmıştı. Öte yandan Nietzsche’de, Ritschl’ın önerisi üzerine, Basel Üniversitesi’ne dilbilim hocası olarak atanır. Böylece, 17 Mayıs 1869’da başlayan ve Mayıs 1877’ye kadar süren verimli bir sıcak dostluk başlar. Bu aynı zamanda dışa vurulamayan yanlış anlaşılmaları içerecek bir süreç olacak ve sonuçta iki insan arasındaki bağ kopacaktır. Wagner bu sıcak yandaşın kendisine sağladığı olanakları, öncüsü olduğu öne sürdüğü müzikal devrimine katkıda bulunabilecek düşünce zenginliğini fark etmiş miydi? Kuşkusuz… Ama Cosima daha keskin görüşlüydü… Dehasına olan güveni yüzünden başı dönen bir kompozitöre arkadaşının üstünlüğünü nasıl kabul ettirebilirdi ki?

28 Mayıs 1869’da, Nietzsche coşkulu bir kalabalık önünde ‘Homeros ve Klasik Dilbilim’ hakkında muhteşem bir söylev verir. Felsefesi, araştırmaların anlaşılması güç duyguları, ‘Diogen Laerce’ üzerine doktora tezini hazırlayan genç bir dilbilimcinin düzeyi zaten yeterince şaşırtıcıdır. Fakat, herkesin hayran olduğu bu genç üstadın tehlikeli araştırmalara çoktan demir attığını kim aklına getirebilirdi ki? Dilbilim dersleri ve iki yıl boyunca okutulan “Yunan Trajedisi Döneminde Felsefenin Doğuşu” dersine ait notları, ancak ölümünden sonra ortaya çıkar. Ama başarısı da yadsınmaz. Daha 1870 yılında henüz 27 yaşındayken ordinaryüs profesörlük kürsüsüne çıkması bunun kanıtıdır.

Nietzsche’nin, ülkesi Almanya’nın yüceliğine inandığı bir dönemi vardır. Ama kısa sürede, bu yücelik Nietzsche için duyguların en sahtelerinden biri haline gelecektir. Oysa bir dönem yenik düşmüş Fransa’ya nasıl da acı bir alayla bakmıştı! İyi olmayan sağlık durumu, Metz’in kuşatılma harekâtında ona yalnızca cephede hastabakıcılık yapma olanağı verir. 1871 yılında Basel’deki öğretim üyeliği süreci yeniden başlar ve Wagner’e ‘Trajedinin Doğuşu’ adındaki yapıtının elle yazılmış metnini okur. Wagner ise, bu yapıtta yalnızca operasının savunmasını ve ortak hocaları Schopenhauer’in düşüncelerinin cesur bir yorumunu görmek istiyordu. ‘Çiçeron ve İtalya’da Rönesans’ın yazarı olan Jacob Burckhardt ile dostluğu da aynı yıl kurulmuştur. Burckhardt, Basel Üniversitesi’nde beğeni ve saygı görmektedir. O nedenle Nietzsche’nin Basel’i terk etme önerisini reddeder.

1872 yılında yayımlanan büyük yapıtı ‘Trajedinin Doğuşu’, Nietzsche’nin felsefesindeki farklılaşmanın ilk ciddi belirtisidir. Yunanlı felsefecilere karşı duyduğu merak, basit bir bakış açısı genişlemesi olarak yorumlanabilirdi. Nietzsche burada trajedi üzerine tartışmaları yeniden ele almakla sözcük köklerinden yola çıkarak, düşünce ve olguların içeriklerinin araştırılması için çaba harcanmasının gerekliliğini kavramıştı. Leipzig’deki ustası Schopenhauer, en sevdiği öğrencisinin düzeyi hakkında yanılmamıştır. Söz konusu olan, herkesin bir parçası olduğu yaşam denen trajik ve baş döndürücü oyun dünyasının yaratılışını keşfetmeye girişen Sokrates öncesi düşünürlerin portrelerinin iyi çizilmesi, dahası, varlığın olası olası üç düşüncesini Anaksimandros, Herakleitos ve Parmenides adları altında yerleştirmekti. O zamanda kadar geleneksel düşüncenin hiçbir itiraz görmeksizin hüküm sürdüğü Renevi felsefe geleneğinde, kendisine yönelik incitici bir kınama eğilimi de başlamıştı bu arada. Her şeyi değiştirmeyi isteyen ve tüm putları suçlayan sürekli bir saldırganlık yerine, birkaç itiraz söz konusuydu. Hoşgörüsüz bir konferansçının, Nietzsche’nin zaman aşımına uğramış ve köhneleşmiş olduklarını öne sürdüğü üniversiteler de buna dahildi.

1873 ve 1874’de ‘Zamansız Düşünceler’in ilk üç makalesi yayımlandı. (İlki David Strauss’a karşı sert bir saldırıydı… Oysa ikincisi özellikle kültüre ve tarihe saldırıyordu.) Bu yazılarla, meslektaşlarına ve öğrencilerine tüm türden tartışmalar için daha fazla beklemenin gereksiz olduğu mesajını veriyordu.

Meşalelerle Ren kıyılarına gidip, nehre karşı şarkılar söyleme ve kafa çekme zamanı sona ermişti! Nietzsche kendi yerini, dilbilime sadık kalan Erwin Rohde’a bırakmayı düşünüyordu. Gittikçe çoğalan baş ağrılarına eklenen görme bozuklukları, iyileşme umudunu iyice azaltmıştı ve babasının hastalığının izleri aklından çıkmıyordu. Lugano’da gerçekleşen ilk kısa görüşme bekleneni vermemişti.

1873 yılından sonra, Nietzsche’nin ruhsal kişiliğindeki bölünme açığa çıkmaya başlar. Durmadan gezinen bir gezgin ve ‘Bir’in ‘İki’ olduğu zamana kadar kendisine aşama aşama eşlik eden bir ‘Gölge’ye tanık oluruz. İşte ‘Zerdüşt’ bu günlerde beliriverecekti. Her şeyden yavaş yavaş kopmaktaydı. Yalnızlığa çekilmişti. Eski arkadaşlarının ‘Bayreuth’a yaptığı övgüyle şaşırttığı Wagner’den bile uzaklaşmıştı. Kopuş onu önce güneye, daha sonrada Bernina’nın buzullarına doğru götürdü. Kasım 1876’dan, Mayıs 1877’ye kadar Sorrente’deki ihtiyar arkadaşı Malvida von Meysenbug’un yanındaki ikamet tek molaydı. Malvida, Nietzsche ve Wagner’lere, uzun yakınlaşma gezileri düzenleyerek iki dostun arasındaki anlaşmazlığa son vermeyi düşünüyordu. Ona göre, düşünce ayrılıklarından doğan geçimsizliklerden çok, hastalıklı bir durum söz konusuydu. Fakat, denizin iki aklanının her iki yanında duran ‘Mutlu Adalar’ın gözüktüğü yalıyarların üzerinde yapılan gezintilerde, iki dostun arasında yalnızlık vardı. Amaçları artık ne kadar da ayrıydı! Wagner ‘Parsifal’in Hıristiyan ezgilerini dinliyordu… Nietzsche ise insanın dolaysız olarak Prométhéé’ye dönüşeceğini, henüz uzakta olan bir gelecekte ‘Üstinsan’ın yaklaştığını önceden seziyordu. ‘Gölge’ büyüyordu… Epomeo’nun doruğunda, sıkıntılı gemicilerin karşısında dikili bir fener gibi görünüyordu…

“Zerdüşt adanın tepesinden, sabahleyin erken saatte diğer kıyıya ulaşmak için yola çıktığında vakit gece yarısıydı… Çünkü gemiye binmek istediği yer orasıydı.

Bu kıyıda yabancı gemilerin demir atmaktan hoşlandıkları iyi bir koy vardı.

Bu gemiler denizi aşmak isteyen bazı kişileri Bienheureus adalarından beraberlerinde getirirlerdi.

Zerdüşt dağa tırmanırken yalnız başına yaptığı birçok yolculuğu düşünüyordu, daha önce ne çok tepe ve doruk aşmıştı…”

…Basel’e geri dönüşünü izleyen yıllar üzüntü ve umutsuzlukla doluydu. Terk edilmiş sıraların önünde, filozofun daha önce gözüpek düşüncelerinden geriye kalansa, bir parça avuntuydu. Adı ‘Bir İtiraf’ olan içtenlikli kitabını yazdı. Aslında bu kitabında, merhamet duygusundan ve tedirginlik duygusunun tuzaklarından yakasını sıyırmak için gösterdiği boş çabayı dile getirmemiş midir? Baden-Baden’de önerilen tedaviler işe yaramıyordu. Nietzsche rutubetli havaya ve yağmur ile nöbetleşe gelen sislere sabredemiyordu. Oysa Naumburg’da, kaygılı ve üzüntülü annesinin yanında geçirdiği kış daha da tehlikeliydi.

Nietzsche’nin yaşamındaki akışını belirleyecek karar saati gelip çatmıştı: Ciddi insanlar için bunun adı delilikti. Çünkü, Basel’in profesörünü şereflerin en büyüğüne taşıyabilecek parlak bir kariyerin terk edilişi başka türlü nasıl cezalandırılabilirdi ki? Nietzsche’nin öteden beri kendine özgü değer yargıları vardı…

Yaşamın değerlerine varoluşçulardan çok daha farklı bakıyordu. Onun kabul ettiği biricik şey, sahte olmayan tek değer olan dürüstlüktü. Belki de dönemin dışında bir sonsuzluk kabul etmiyor, bu sonsuzluğu kendi içinde yaratmak istiyordu.

On yıl sonra, “Filozof nedir?” diye kendi kendisine soracaktı. Bir filozof kendinden ne isteyebilirdi? Elbette, içinde bulunduğu zamanı aşıp, kalıcı olmayı. Bu en zor olanı başarabilmek için neler yapmalı, nelerle savaşmalıydı? Zamanı aşmak kolay olmayacaktı.

“Ben Wagner gibiyim, şimdiki zamanın insanıyla -gerilemekte olan-, tüm diğer insanlarla benim aramdaki tek fark, benim bu gerilemeyi anlamam ve buna karşı kendimi korumamdır”

Çabucak kabul edilen bir istifayı izleyen 1879 yılı daha az korkunç değildi. Bu yıl, hastanın ruh ve bedeninin, çaresi olmayan bir iflasa doğru sürüklendiğini açığa çıkaran yıldı. Çözümsüz bir hastalıktan kurtulmak için hangi tedaviye başvurmalıydı? Canlılığın fışkıran kaynakları yeniden nereden bulunmalıydı? Gerekli enerjiyi bulamadan, iradenin yapabileceği, kurtuluşu olmayan bir savaşta en son gücü tüketmekten başka bir şey olamazdı. Eski dostlar uzaklaştığına göre, başıboş gezgin, özlemini duyduğu anlayışlı yeni arkadaşlara nerede rastlayacaktı? O sıralar, hastalığına zorlanarak da olsa bir ritim kabul ettirebileceği inancıyla, düşüncesini karartan sislerden kaçıyor, açık havaları, kendisine iyi gelen hafif rüzgâr ve ışığı buluyordu. Ruhsal sağlığın dayanağı, ‘Ben ve O’nun arasındaki yok olan dengeyi yeniden yazmaya başladı. ‘Gezgin ve Gölgesi’nin göz kamaştırıcı özdeyişleri, aforizmalar dünyasının parlak doruk çizgileridir.

Hâlâ Almanların esiri olan Garda Gölü’nün kuzeyindeki en uç noktası, Riva’da, kısa bir süre kaldıktan sonra, Venedik’e, Peter Gast’ın yanına gitti. Bu kent belki sağlıksızdı, fakat Nietzsche için müziğin kendisiydi. Sadık dostuyla piyanoda dört elle doğaçlama çalınan ezgiler kendine gelmesini sağlıyordu. Hasta ve gittikçe çılgınlığın uçurumlarına dönük gözleri önünde, şimdiden büyük projelerin taslağı çizilmektedir. Marienbad kaplıcalarında geçirilen can sıkıcı bir yazdan sonra, iki arkadaş Cenova’da ortaya çıkacaklardır. Burckhardt’ın kendisine sözettiği soylu kent, bir zamanlar Kristof Kolomb ve arkadaşlarının maceraların en güzeline doğru yola çıktıkları bu capcanlı liman Nietzsche’nin tüm özlemlerini tatmin eder.

Bu sarayların her taşının içinde eşsiz bir kişiliğin damgası yer almaktadır. Cenova denize açıldığı gibi, geleceğe de bakan, çağrı ve çığlıklarla çınlayan bir kentti… Uzaklardaki topraklarda, Barcelona ve Sierrası’nda, havasının her zaman berrak olduğu Meksika ve çıplak yaylalarında, yola çıkma hazırlıklarında atılan çığlıklar arasında, güneşten kavrulmuş bir Afrika’nın serapları keşfedilir. Nietzsche de, hiçbir şeyin ölçülüp biçilmediği, her şeyin başka ve değişik olduğu bu misafirperver topraklara doğru demir almayı düşünüyordu.

Her yaz, Sils-Maria Gölü’nün kıyılarına geri döndüğü bu kent, beklenen buluşmaların da yeri olacaktı. Recoara ve Portofino arasında, geniş körfezin son bulduğu yerde ve Benina buzullarına doğru tırmanan Fex Vadisi’nde, ‘Zerdüşt’ün mesajını işitecekti. Kendi psikolojik durumunu, ‘Sabah Kızıllığı’ adlı yapıtında aydınlık, ‘Sevinçli Bilim’ adlı yapıtında ile içinin kararmış olduğunu söyleyerek yorumlar.

Fakat Nietzsche’nin geçmişteki takıntılardan kesin olarak kurtulması, bir daha geri dönmeyi düşünmemesi ve az rastlanan yazgısını tamamıyla tanımlayabilmesi için büyük bir ıstırap gerekliydi. Bu acı, arkadaşının gittikçe artan yalnızlığına üzülen Malvida von Maysenbug’dan geldi. Malvida’nin Nietzsche’ye 1822’de Roma’da genç bir Yahudi kızı olan Lou Andreas Salomé ile bir “karşılaşma” tertiplemesi, sadık dostun niyetine göre paylaşılacak bir aşkın hareket noktasından başka bir şey değildi. Önceleri, görünüşte coşkulu bir öğrenci olan bu kırılgan kız, çok çabuk biçimde cesur bir kimliğe kavuşur. Bu seçkin arkadaşın görevi, gezgini kendi kendisiyle barıştırmak ve onu yine bereketli Germen topraklarına yerleştirmektir. Gerçekten de bu şükran dolu aylar boyunca Nietzsche öğretmenlik yapmak için Viyana’ya ya da kimbilir belki de Basel’e geri dönmeyi hayal etmişti. Fakat ortamın baş döndürücü saatlerinin, zamanında Siedfried’in sözlerinin birbiri ardına sıralandığı Tribschen’in sessiz koridorlarında karşılıklı güven içerisinde yapılan itirafların yerini derhal bir düş kırıklığı alacaktı. Anlayışlılığıyla Nietzsche’nin karakterindeki birbirini tutmayan birçok görünümü ayırt eden Lou Salomé, sonunda onun doğasında olan aşırılıklardan, yanardağa benzeyen görünüşünden korkmuş ve onu frenleyemeceğini anlamıştı.

Malvida’nın verdiği öğütle, Wagner ve Nietzsche’yi barıştırmayı düşünüyordu. Oysa bu barış imkânsızdı. Nietzsche, Bayreuth’deki görüşmelerinde Lou Salomé’nin Wagner’in önünde diz çökmesini ihanet olarak yorumluyordu. Nietzsche’nin dramında ortaya çıkan diğer olayları yalnızca tahmini bir şekilde izleyebiliriz. Ona karşı gösterilen tüm davranışları tahmin etmek zorundayız. Kendi kendisini savunan bir arkadaş -Paul Rée- ya da başka bir kadının etkisini kuşkusuz kıskanan bir kız kardeşinki gibi…Şurası kesin ki, romantik bir kopuştur bu ve bir daha hiçbir arkadaşın gelip yalnız adamın masasına oturmayacağının kesin olarak bilinmesinin sonucudur. ‘Gölge’ ile yapılan diyalog o zaman başladı ve bu sürecin sonucunda, güzellik açısından Beethoven’ın IX. Senfonisi’ne eşdeğer bir başyapıtın yaratılması gerçekleşmiş oldu. Bu, bize yazgısıyla barışık olmayan bir Faust’un macerasını anlatan çok uzun bir şiirdir. Zaten peygamber bilmece gibi konuşmaktadır ve yalnızca gelecekteki insanlar, üç bin yılında yaşayacak olanlar mesajı anlayabileceklerdir. Yalnızca‘Üstinsan’ olmayı sağlayan, uçurumları aşan köprüyü bulabileceklerdir.

Bununla birlikte, Akdeniz’in geniş ufukları ve çam ağacının bulunduğu Bernina buzullarını çevreleyen karanlık dar vadiler arasında bölünmüş bir yaşam, bu gidişatı izliyordu. Fakat bir dansçının hafif adımlarını çağrıştıran kuzey rüzgârının estiği Nice kenti, Cenova’nın yerini almıştı. Cenova’nın sert ve rutubetli kışı, onun inatçı migren ağrılarını uyandırmıştı.

Nice’de yılın ortalama 220 günü yağışlı geçiyordu ve kent, Zerdüşt’ün özellikle tırmanmaktan hoşlanacağı kayalıklara sahipti. Burada mantığı tamamen yenilecek ve müzik başlangıç noktasına dönerek, ölümsüz şiirinin en güzel kıtalarını vurgulaya vurgulaya söyleyen bir dansa dönüşecekti:

“Gözlerinin içine baktım, ey hayat; altın parıltısı gördüm gece gözlerinde senin -hazdan yüreğim durdu:

-Bir altın kayığın parıldadığını gördüm gece sularında,
batan, çıkan, sallanan, yine çıkan bir altın kayığın!
Bir bakış baktın ki hora delisi ayaklarıma,

-gülen, saran, eriten, sarsan bir bakış:

Çalparanı o küçük ellerinde daha iki kez
tıngırdatmıştım ki, hora çılgınlığıyla sarsılmaya başladı ayaklarım.”

Böylece bile bile çoğaltılan gerginliklerin egemenliği altına giren bir düşüncenin dramı yoğunlaşır. Biz, bu sayfalarda bunu anlatmaya çalıştık, bu dramın karşı konulamaz kasırgaya kadar gidişini işledik.

Evet, Nietzsche kendi rızasıyla Tanrı Dionysos’un izleyicisi olmakta, kendi karşıtlıkları tarafından yaralanmakta, tıpkı yok etmek için sürekli yaratan yaşam gibi, yılanın bir halkasını andıran, hızlanan zaman ‘Sonsuz Dönüş’ün simgesine dönüşmektedir.

Zerdüşt’ün tamamlanmasından sonra, dahi hastanın kafasındaki projeler birbirlerini hızla izlediler. Artık yalnızca arada sırada kontrol edebildiği coşkulu esin ile bunlardan bazıları gerçekleşmişti. Hem İngilizlerin psikolojik ahlak söylevlerini, hem de dinsel ve metafizik ahlak söylevlerini çürütmek isteyen ‘Salt Aklın Eleştirisi’ gibi gözüküyordu. Kant’ın düşüncesi, Nietzsche’ye gittikçe varılan son gibi gözüküyordu. Yeniden gözden acı veren bir dostluğun bilançosuna son noktayı koyan Wagner’in Şubat 1883’de Venedik’te meydana gelen ani ölümü gibi. Belki de Nietzsche, ‘Wagner’e Karşı’ adlı yergi yazısını, kendi içinde yok etmek istediği suçluluk duygusunu, içinde varolan korku ve kuşkuları yoketmek için yazmıştır. İnsanoğlunun safça bağlandığı putların maskelerini düşüren yapıtı ‘Putların Alacakaranlığı’ nda da bu kaygı vardır.

İşte o zaman, zorlama eleştiriler bir yana bırakılacak olursa, Zerdüşt’ün mesajı bir dinsizin beşinci İncil’i gibi görünür. Bu aynı dinsiz ‘Ecce Homo/İşte İnsan’ adındaki kitabında kendi kendisinin övgüsünü yapacaktır.

Kalan son arkadaşlarının ondan kaçışları böylece anlaşılır. İçlerinde, en hoşgörülü kişi olan Jacob Burckhardt bile Nietzsche’den kaçar. Burckhardt’ın düşüncesine göre, bir yazar yapıtının arkasında kalmalıdır. “Bencillik, tiksinti vericidir.” der Pascal.

Alplerin çember biçimindeki siperi tarafından korunan ve çevrilen dağ eteğinin merkezinin canlandırıcı iklimine bağlı olan yatıştırıcı birkaç ay ve sonunda ortaya çıkan ilk başarılar sayesinde, dram Torino’da sonra erer. Danimarka’da George Brandés, Fransa’da Taine, yanına pusula almadan, belirsiz bir geleceğe atılan bu yalnız filozof hakkında konuşmaya başlar. Yandaşlar ortaya çıkar. Başka bir coşkulu deha, Strindberg, hayranlığı haykırır. Karl Spitteler’e göre ise Nietzsche, ‘Ateş Tanrısı Prométhéé’yi anımsatmaktadır. Eşsiz bir zekânın karardığı geceyi delip geçen ışıklar tehlikeli bir yolculuğun son bulacağı limanın değil, çok büyük bir yıkımın habercisidir. Ateşin yıkıcı evresi başlamaktadır.

Yoldan geçenlerin şaşkınlıkla tanık oldukları belirtiler 1888-1889 kışı süresince ortaya çıkar. Sahibinin dövdüğü bir atı Nietzsche’nin öptüğü bile görülmüştür. Eski arkadaşlarına gönderdiği anlaşılmaz mesajlardan en çarpıcısı Cosima Wagner’e gönderilmiş olan, “Ariane, sizi seviyorum.” mesajı felaketin finali olur.

Basel’den koşup gelen Overbeck, Nietzsche’yi hemen Léna’daki bir hastaneye götürür. Eski bir Venedik müziğinin son kıtaları, ani öfke nöbetlerine maruz kalan ruhunda silinip gider. Tanı umutsuzdur… Fakat yardım çabuk gelir.

O andan sonra, büyük beyaz bir kefene sarılmış yarı ölü, neredeyse her zaman bilinçsiz olarak -annesi ve kızkardeşinin yanında- Naumburg’daki baba evinde yaşamaya başlar. Kişiliğini çoktan beri hzaman artık onun için durmuştur. Böylece 1897 yılında annesinin ölümünden kaynaklanabilecek acıdan kurtulur! Kız kardeşi onu çoğunlukla reddetmiş olduğu konulara karşı saygısının başladığı Weimar’a götürür. Zafer denilen şey işte budur!

Nietzsche için bu, hakaretlerin en büyüğü olur. 23 Nisan 1900’de bir bahar fırtınası kopar. Çoçukken onu çok korkutan yıldırımın gürültüsü Nietzsche’yi uykusundan mı uyandırmıştır? Ya da çok uzaktaki dönüşü olmayan alemlere mi götürmüştür? Uzun zamandan beri tedirgin edici halüsinasyonların yakasını bırakmadığı sabit bakan gözlerini, atalardan kalma bir el hareketi kapatır. Rocken’deki küçük mezarlığa gömülür.

(Kızkardeşi Elizabeth, evlendikten sonra gittiği Paraguay’dan döndükten sonra, Nietzsche’nin bakımını üzerine alır ve sonuna dek sürdürür. Nietzsche’nin ölüm tarihi 25 Ağustos 1900’dür. Babasının yanına gömülür.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments