Franz Kafka’yı, daha tek bir kitabını bile okumamışken, Yidiş Tiyatrosu’nun eski aktörlerinden olan arkadaşı Jacques Kohn’un anlattıklarını dinleyerek tanımıştım. “Eski” diyorum, çünkü onu tanıdığım zamanlarda artık sahnelerde görünmüyordu. Otuzların başı idi ve Varşova’daki Yidiş Tiyatrosu çoktan seyircisini kaybetmeye başlamıştı bile. Jacques Kohn hasta ve buruk bir insandı. Hâlâ ihtişamlı bir giyim tarzına sahip olmasına karşın giydikleri züppece şeylerdi. Sol gözünde bir monokl taşır, (‘baba-katili’ de denen) eski moda uzun yakalar, rugan ayakkabılar giyer, başına melon bir şapka takardı. Her ikimizin de sık uğradığı yerlerden olan Varşova Yidiş Yazarlar Kulübü’ndeki alaycılar ona “Lord” diye bir lakap da bulmuşlardı.
Gitgide kamburlaşmasına rağmen inatla göğsünü ileride ve omuzlarını geride tutmaya çalışırdı. Ama bir zamanlar kel kafasına köprü kurar gibi taradığı sarı saçları artık yoktu. Hep geleneksel tiyatronun izindeydi ve Almancalaşmış Yidiş’e -özellikle Kafka ile ilişkilerinin olduğunu söylediği dönemde- yöneldi. Son zamanlarında herkes elbirliği etmişçesine onun yazdıklarını geri çevirmişti. Leszno Caddesi’nde bir çatı katında yaşıyor ve sürekli rahatsızlanıyordu. Kulüp üyeleri arasında onunla ilgili bir espri dolaşıyordu: “O bütün gün boyunca bir oksijen çadırında yatıyor, gece de tam bir Don Juan kesiliyordu.”
Kulüpte hep akşamlan buluşurduk. Kapının yavaşça açılması Jacques Kohn’un içeri girmesi demekti. Üzerinde kenar mahalleyi ziyarete tenezzül etmiş olan Avrupa’nın en meşhur zatının havası olurdu. Sanki ucuz sarmısak ve ringa balığı ve tütün kokusunun ondan gelmediğini göstermek istercesine suratını buruşturarak etrafa göz süzerdi. Memnuniyetsizce kulüp üyelerinin cırtlak sesleriyle ucu bucağı olmayan edebiyat tartışmalarının sürdüğü masalardaki katlanmış gazetelere, dağılmış satranç taşlarına, sigara izmaritleriyle dolmuş kül tabaklarına göz gezdirirdi. Kafasını “Bu enayilerden ne beklenebilir ki?” dercesine sallardı. Onun içeri girişini görür görmez elimi cebime atar ve benden borç olarak isteyeceği kesin olan bir zlotiyi hazırlardım.
Bu özel akşamda Jacques her zamankinden farklı ve daha iyi bir haleti ruhiye içerisinde idi. Ağzına tam oturmayarak sağa sola oynayan takma dişlerini göstererek güldü ve tıpkı sahnedeymişçesine bana doğru kasılarak geldi. Uzun parmaklı, kemikli elini uzatarak “Gecenin yıldızı ne yapıyorlar bu akşam?” dedi.
“Ya! Öyle miydim?”
“Ben şaka yapmıyorum. Ciddiyim. Kendimdekini kaybetmiş olsam da bir yetenek gördüm mü hemen tanırım. Biz 1911’de Prag’da oynarken kimse Kafka adını bilmezdi. Kulise gelmişti ve onu gördüğüm anda bir dahinin karşısında bulunduğumu biliyordum. Bir kedinin fare kokusu alışı gibi tanımıştım ben de. İşte dostluğumuz da böyle başlamıştı.
“Bu hikâyeyi defalarca ve çeşitlemeleriyle dinlemiştim ama biliyordum ki bir kez daha yeni baştan dinlemem gerekiyordu. Masama oturdu. Manya, garson kız bize çay ve çörek getirdi. Beyazları küçük kırmızı damarlarının istilasına uğramış yeşilimsi gözlerinin üstündeki kaşları yukarı kaldırdı Jacques Kohn. Yüzündeki ifade “Barbar çayı dedikleri bu olsa gerek” der gibiydi. Çayına beş parça şeker attı ve çayını, çay kaşığını fincanın iç dairesi boyunca döndürerek karıştırdı. Normalden çok uzun olan tırnağı ile bir parça çörek kopardı ve ağzına götürdü ve ‘mazi karın doyurmaz’ anlamına gelen “Nu ya” kelimesini sarf etti.
Her şey bir oyundu. O küçük bir Polonya kasabasından Hasidik bir aileden geliyordu. Adı Jacques değil fakat Jankel idi. Uzun yıllar Prag, Viyana, Berlin ve Paris’te yaşamıştı. Ayrıca sadece Yidiş tiyatrosunda değil fakat aynı zamanda Almanya ve Fransa sahnelerinde de oynamıştı. Birçok ünlü ile dost olmuştu. Chagall’ın Bellville’de bir atölye bulmasına yardımcı olmuştu. Israel Zangwill’in sık ziyaretçilerinden birisi de oymuş. Reinhardt yapımcılıkta gözükmüş ve Piscator ile birlikte salam sosisler yemişti. Bana sadece Kafka’dan aldıklarını değil fakat Jakob Wassermann, Stefan Zweig, Romain Roland, Ülya Ehrenburg ve Martin Buber’den aldığı mektupları da gösterdi. Hepsi ona küçük adıyla hitap etme samimiyeti göstermişlerdi. Birbirimizi daha iyi tanımaya başladıktan sonra da daha önce ilişkilerinin olduğu aktrislerin onunla birlikte çektirdikleri fotoğraflarını ve mektuplarını bile görmeme izin verdi.
Benim için Jacques Kohn’a bir zloti “borç vermek” Batı Avrupa ile kontak kurmak demekti. Gümüş başlı bastonunu kendine has tutuşu bana çok egzotik geliyordu. Sigarasını bile Varşova’da içtiğinden çok farklı bir biçimde içiyordu. Hareketleri azamet doluydu. Bana serzenişte bulunduğu nadir durumlarda bile seçkin komplimanlarla duygularımı korumayı bilirdi. Her şeyden öte Jacques Kohn’un kadınlara karşı olan tutumuna hayrandım. Kızlara karşı utangaçtım; onlar karşısında yüzüm kızarır, sıkılırdım. Ama Jacques Kohn bir kontun kendinden eminliğini taşırdı. En cazibesiz bir kadına bile söylenebilecek güzel sözler bulurdu hep. Hepsine yağ çeker ama bunu hep iyi niyetli bir ironiyle ve tüm faniliklerin tadına varmış ve bezmiş bir hedonist edasıyla yapardı.
Benimle açık konuşurdu. “Genç dostum, bir iktidarsız ne kadar iyiyse ben de o kadar iyiyim. Buhep aşırı incelmiş bir tadımın gelişmesiyle başlar; aç birisine havyar ve acıbadem kurabiyeleri şart değildir. Ama ben artık hiçbir kadının çekici olmadığını düşünüyorum. Hiçbir kusur gözümden kaçmıyor. İşte iktidarsızlık budur. Korseler, elbiseler hep saydam gibi gelir bana. Boya ve parfüm artık beni cezbedemiyor. Kendi dişlerim hiç kalmadı ama bir kadının sadece ağzını aralaması bile dolgularını saymama yeter. Bu arada, bu, Kafka’nın da problemiydi. Yazarken kendisinin ve başka herkesin kusurunu görürdü. Edebiyatın büyük bir kısmı Zola ve D. Annunzi gibi bu türden çaylaklar tarafından üretilmişti. Ben de tiyatroda Kafka’nın edebiyatta gördüğü bu kusurları görüyordum ve bizi bir araya getiren de bu oldu. Fakat tesadüfen konu tiyatroyu eleştirmeye geldiğinde Kafka, bütünüyle kör kalıyordu. Bizim ucuz Yidiş oyunlarını göğe çıkarıyordu. Abartılı oynayan bir aktrise, Madam Tschissik’e deliler gibi âşık oldu. Kafka’nın böyle bir yaratığı düşündüğünü, onu düşlediğini düşündükçe kendimden ve onun yanılsamasından dolayı utanç duyuyordum. Eee; ölümsüzlük kolay değildi. Büyük bir adama denk gelen her kim olursa olsun, aptal pabuçlar içinde de olsa onunla ölümsüzlüğe yürür.”
“Sen mi sormuştun beni hâlâ neyin ayakta tuttuğunu, yoksa bana mı öyle geliyordu? Yoksulluk,hastalık ve hepsinden kötüsü ümitsizliğe karşı dayanacak gücü nereden mi alıyorum? Bu gerçekten de iyi bir soru genç dostum. Eyüp’ün kitabını okuduğumda ben de aynı soruyu sormuştum. Eyüp niçin yaşamaya ve acı çekmeye devam ediyordu? İleride daha çok kız evladı, daha çok eşeği, daha çok devesi olacağından mı? Hayır. Bunun cevabı, bunun böyle olması gerektiği için böyle olduğudur. Oyunun kendisi içindi. Hepimiz kaderle karşı karşıya satranç oynarız. O bir hamle yapar bir hamle biz yaparız. O bizi üç hamlede mat etmek ister, biz de onu engellemeye çalışırız. Kazanamayacağımızı biliriz ama doğamız iyi bir dövüş çıkartmak üzere yaratılmıştır. Rakibim benim, kötü bir melektir. O, Jacquel Kohn’a karşı elinden geleni ardına koymaksızın her türlü oyuna başvurarak dövüşüyor. Şu anda kıştayız; bir sobayla bile bu mevsim yeterince soğuk iken benim sobam bozuk ve ev sahibi de tamir ettirmeye yanaşmıyor. Ayrıca kömür alacak param da yok zaten. Odamın içi en az dışarısı kadar soğuk. Eğer bir çatı katında yaşamadıysanız rüzgârın şiddeti ne demektir bilemezsiniz. Benim pencerelerimin pervazları yaz aylarında bile sallanır. Bazen azman bir kedi çatıya, penceremin yanma kadar tırmanır ve sabahlara kadar çalışan bir kadın gibi feryat eder. Ben odada soğuktan donarken o da beride dişi bir kedi miyavlayışmdadır; belki de sadece açlıktan miyavlar durur. Susturmak için ona bir lokma yiyecek verirdim ya da oradan kovalardım, fakat bu arada donmamak için sahip olduğum tüm paçavralar ve hatta eski gazeteler de dahil ne varsa sarınırdım üstüme. Böylelikle her şey de benimle birlikte hareket ederdi.” “Eğer hâlâ satranç oynayacaksan sevgili dostum, kıymetli bir öğütçü değil de bir hesapçı gibi oynasan daha iyi olur bu. Rakibine hayranlık duyuyordum. Onun yaratıcılığı bazen aklımı başımdan alıyordu. O, orada, yedi katlı arşın üçüncü katında, küçük gezegenimizi yönettiği bölge departmanında tek bir iş ile uğraşıyor: Jacques Kohn’u alt etmek. İşi, ‘ne yardan ne serden geçmek’ çizgisinde yapıyor. Evet gerçekte yaptığı tam da bu. Beni nasıl sağ tuttuğu da bir mucize işte. Sana, kaç tane ilaç aldığımı, günde kaç tane hap yuttuğumu söylemeye utanıyorum. Eczacı bir arkadaşım olmasaydı bunu asla başaramazdım. Yatmadan önce birbiri ardına kuru kuruya yutuyorum ilaçları bir bir. Eğer su ile içersem idrarım gelir. Prostat sorunum var ve böyle zamanlarda gece defalarca kalkmak zorunda kalıyorum. Karanlıkta Kant’ın kategorileri pek işlemiyor. Zaman, zaman olmaktan çıkıyor; mekân, o eski mekân olmuyor o zaman. Elinizde bir şey tutuyorsunuz, ama birden o artık orada olmuyor. Gaz lambamı yakabilmek hiç de kolay bir iş değil. Kibritlerim genellikle çakmıyorlar. Odamın her tarafı iblis kaynıyor. Bazen onlardan birine işaret ederek, “Hey sokak züppesi, geri zekâlı müsveddesi! Şu aptal numaralarına bir son versen diyorum ha” derim.
“Bir zaman evvel gecenin ortasında kapımın yumruklandığını ve bir kadının sesini duydum. Ağlıyor mu yoksa gülüyor mu olduğunu anlayamadım sesin, ‘Kim olabilir ki?’ dedim kendi kendime. ‘Lilith? Namah? Ketev M’riri’nin kızı Machlath?’ Yüksek sesle seslendim, ‘Bayan bir yanlışınız olmalı!’ Fakat o kapıya vurmaya devam etti. Sonra bir gürültü, ardından birisinin düşüşünü duydum. Kapıyı açmaya cesaretim yoktu. Sadece kibritlerimi aramaya koyuldum, ama sonra onları elimde tuttuğumu fark ettim. En sonunda yatağımdan çıkıp gaz lambasını yaktım ve terliklerimi giyip, üzerime giysilerimi geçirdim. Aynada gördüğüm kendi yansım ürküttü beni. Yüzüm tıraşsız ve yeşildi. En sonunda kapıyı açtım; geceliğinin üstüne samur kürk giymiş ve ayakları çıplak bir kadın duruyordu kapının önünde. Yüzü solgun, uzun sarı saçları darmadağınıktı. ‘Bayan mesele nedir?’ diye sordum.”
“‘Az evvel, birisi beni öldürmeye çalıştı. Yalvarırım beni içeri alın. Tek istediğim gün ışıyıncaya kadar odanızda kalmak.'”
“Onun kim olduğunu soracaktım ama yarı yarıya donmuş bir halde olduğunu gördüm. Büyük olasılıkla aynı zamanda sarhoştu da. İçeri girmesine izin verdim ve bu arada bileğindeki kocaman elmasları olan bileziği fark ettim. ‘Odamda ısıtma yok’ dedim ona.”
‘”Sokakta ölmekten iyidir’ dedi.”
“İşte odada iki kişiydik. Fakat ne yapacaktım bu kadını? Sadece bir tek yatağım var. İçki içmem daha doğrusu içmeme izin yok fakat bir arkadaş hediye olarak bir şişe konyak vermişti ve evde biraz da bayat çörek vardı. Kadına içki ve bir çörek verdim. Likör onu yeniden canlandırıyor gibiydi. ‘Bu binada mı oturuyorsunuz?’ diye sordum.”
“‘Hayır’ dedi, ‘Ujasdowskie Bulvarı’nda oturuyorum’ “
“Onun bir aristokrat olduğuna emindim. Laf lafı açtı ve onun bir kontes, bir dul olduğunu ve âşığının evinde evcil hayvan olarak aslan yavrusu besleyen vahşi bir adam bu binada oturduğunu öğrendim. Adam da kadın gibi soylular sınıfındandı ama düşkün bir mensubuydu bu sınıfın. Öldürmeye teşebbüsten bir yıl hapis yatmıştı bir kule zindanında. Adam kadının ziyaretine gelemiyordu, çünkü kadın kayınvalidesinin evinde kalıyordu. Bundan dolayı da o, adamı ziyarete gelmişti. Bu gece adam bir kıskançlık nöbetine tutulmuş, kadını dövmüş ve revolverini kadının başına dayamıştı. Uzun lafın kısası, kadın mantosunu kapıp dışarı kaçmayı başarabilmişti. Komşuların kapılarını çalmış ama içeri alan olmayınca o da çatı katına yönelmişti.”
“‘Bayan’ dedim kadına, ‘Âşığınız muhtemelen sizi hâlâ arıyordur. Ya bulursa sizi? Ben o şövalye denen adamlardan değilim ki!’ “
“Zarar vermeye kalkışamaz, çünkü zaten şartlı tahliye edilmiş birisidir o. Ondan illallah ettim. Merhamet edin, gecenin ortasında sokağa atmayın beni.”
” ‘Yarın eve nasıl gideceksiniz?1 diye sordum.”
” ‘Bilmiyorum’ dedi. ‘Bu hayatın bezginiyim ama onun elleriyle de ölmek istemem.’ “
” İyi, bu saatten sonra uyuyamayacağım zaten1 dedim, Yatağımı siz alın, ben de burada, bu sandalyede dinleneceğim.’ “
” ‘Hayır. Bunu yapamam. Genç değilsiniz ve pek iyi de görünmüyorsunuz. Lütfen siz yatağınıza dönün, ben burada oturmaya devam edeceğim’ dedi kadın.”
“Epeyce bir çekiştikten sonra birlikte uzanmaya karar verdik yatağa. ‘Sakın benden korkmayın’ diye güvence verdim ona, ‘Çok yaşlıyım ve kadınlar konusunda acizim zaten.’ Bütünüyle ikna olmuş görünüyordu kadın.”
“Ne diyorum ben? Evet, birden kendimi, âşığı her an kapıyı kırıp içeri gelebilecek bir kontes ile birlikte aynı yatakta buldum. Sahip olduğum iki battaniyeyi de ikimizin üstüne örttüm ama bulduğum her parçaya sarınarak yaptığım her zamanki koza ile değil. Bayağı bir gergindim ve soğuğu unuttum. Bundan öte kadının yakınlığını hissediyordum. Belki de unuttuğum ya da şimdiye kadar hiç tanımadığım bir sıcaklık yayılıyordu onun vücudundan. Rakibim bana yeni bir oyun mu hazırlıyordu? Geçen şu son bir ;ki yıldır benimle oynamayı bırakmıştı. Biliyorsunuz, komik satranç diye bir şey de var. Nimzovitsch’in partnerlerine sıkça gülünç oyunlar oynadığını söylemiştim. Eski zamanlardan, Murphy bir satranç oyuncusu olarak bilinirdi. ‘İyi bir hamle’ dedim rakibime. ‘Bir şaheser.’ Bu arada onun sevgilisinin kim olduğunu bildiğimi sanıyordum. Ona merdivende rastlamıştım, -tam bir insan azmanı, katil suratlı bir herifti- Jacques Kohn için ne eğlenceli bir son olurdu değil mi, Polonyalı Otello tarafından öldürülmek!”
Gülmeye başladığımda o da katıldı. Onu kucaklayıp kendime çektim. Karşı koymadı. Aniden bir mucize gerçekleşti: Kendimi yeniden bir erkek olarak hissettim. Bir seferinde bir perşembe akşamı küçük bir köydeki bir mezbahanın köşesinde, bir inek ve boğanın Şabat için kesime götürülmeden önce çiftleştiklerini görmüştüm. Kadının neden razı olduğunu hiçbir zaman anlayamayacaktım. Bu belki de âşığından intikam almasının bir biçimiydi. Beni öpüp kulağıma sevgi sözcükleri fısıldadı. Sonra ağır ayak sesleri duyduk. Birisi kapıyı yumrukluyordu. Kadınım yataktan yuvarlanmış yerde uzanıyordu. Son dualarımı okuması için bir haham çağırmayı düşündüm Tanrı’dan, fakat aslında Tann’dan ziyade alaycı rakibimden utanmıştım. Ona neden bu fazladan hazzı tattıracaktım ki? Melodramların bile bir sonu vardı.”
“Kapının arkasındaki hayvan kapıya vurmaya devam ediyordu ve hâlâ gitmemesine şaşırmıştım. Ayağıyla tekmeliyordu bu kez. Kapı çatırdadı, ama dayandı. Korkuyordum, ama içimdeki bir şeyler gülmemeye yardım etmiyordu. Sonra sarsıntı bitti. Otello gitmişti.”
“Ertesi sabah kontesin bileziğini bir rehinci dükkânına bıraktım. Aldığım parayla tanrıçama bir elbise, iç çamaşırları ve ayakkabı aldım. Ne elbise ne de ayakkabılar tanı gelmişti ona. Ama zaten tüm istediği, âşığı merdivende yolunu kesmeden bir taksiye ulaşmaktı. Dikkatlice geçti ama o geceki adam bir daha hiç görünmedi.”
“Gitmeden önce beni öpüp kendisini aramamı söyledi ama aptallığım o kadar da uzun boylu değildi. Tevrat’ın söylediği gibi ‘Mucizeler her gün gerçekleşmezlerdi.’ “
“Biliyorsunuz, Kafka’yı da, henüz genç zamanlarında bana yaşlılığımda musallat olan bu dert sarmıştı. Bu bela onun her şeyine manidar idi. Sekste olduğu kadar yazdıklarında da. Aşkı yazdı ve kaçtı ondan. Birdenbire bir cümle yazar ve hemen silerdi onu. Otto Weininger de onun gibiydi; deli ve dâhi. Onunla Viyana’da karşılaşmıştıkNaforizmalar ve paradokslar dolu nutuklar atıyordu. Söylediği bir şeyi hiç unutamıyorum: ‘Tahtakurularını Tanrı yaratmamıştır’ demişti. Bu sözleri gerçektenanlamak için Viyana’da yaşamış olmanız gerekir. Hakikaten kim yaratmıştı tahtakurularını?”
“A! Bir de Bamberg vardı! Sağa sola yalpalayarak mezara girmeyi reddeden bir ceset gibi olan vücudunun altındaki kısa bacaklarıyla o yürüyüşünü görmeliydiniz. Uyurgezer bir ceset için bir kulübe takılmak iyi bir fikir olmalıydı. Neden bütün gece sinsice dolaşırdı etrafta? Kabarelerde ne bulurdu ki ona güzel gelen? Doktorlar onu yıllar evvel, henüz Berlin’deyken kendi başına bırakmışlardı. Ama bu bile onu Romanischer Cafe’de oturup sabahın beşlerine kadar fahişelerle çene çalmaktan ahkoyamamıştı. Bir seferinde aktör Granat, evinde bir parti -gerçek bir orji-vereceğini ilan etmişti. Ve diğerleriyle birlikte Bamberg’i de davet etmişti. Granat herkese, karısı ya da bir arkadaş ama bir kadınla gelmeleri gerektiğini bildirmişti. Bamberg’in ne karısı ne de kız arkadaşı vardı. O da kendisine eşlik etmesi için parasını vererek bir hayat kadını kiralamıştı. Bundan dolayı ona bir gece kıyafeti de alması gerekiyordu. Ekip, bütünüyle yazarlar, profesörler ve her zamanki beleşçi entelektüellerden oluşuyordu. Hepsi Bamberg ile aynı fikri paylaşmış, hepsi de birer fahişe kiralamışlardı. Uzun süreden beridir tanıdığım Prag’lı bir aktrisle birlikte ben de orada idim. Granat’ı tanır mısınız? Bir yabanidir tam. Su gibi konyak içer, on yumurtalık bir omleti bir oturuşta yiyebilirdi. Konuklar gelmeye başladıklarında orospularla birlikte çılgınca dans ederek entelektüel ziyaretçilerini etkilemeye çalışırdı. Entelektüeller önce bir sandalyeye oturup etrafı süzerler, bir müddet sonra da seks hakkında konuşmaya başlarlardı. Schopenhauer şunu demiş… Nietzsche bunu demiş. Bu sahneye tanık olmayan birisinin bu dehaların ne kadar karmakarışık olduklarını anlaması imkânsızdır. Tüm bunların ortasında Bamberg’i bir hastalık tuttu. Çimenler kadar yeşile döndü. Ter atmaya başladı. “Jacques” dedi bana ‘Ben tükendim. Ölmek için iyi bir yer burası.’ Safrakesesi ya da böbrek sancısı yaşıyordu. Onu sürükleyerek dışarı taşıdım ve bir hastaneye yerleştirdim. Bu arada bana bir zloti borç verir misin?”
“İki”
“Ne! Polski Bank’ı soydun yoksa?”
“Bir öykümü sattım” “Tebrikler. Birlikte bir akşam yemeği yiyelim öyleyse. Benim konuğum ol.”
Biz yemek yerken Bamberg geldi masamıza. Bamberg zayıflıktan veremli gibi görünen, kambur ve çarpık bacaklı ufacık bir adamdı. Tozluklu rugan ayakkabılar giyiyordu. Lekeli kafasında birkaç tel ağarmış saç vardı. Bir gözükendi görüntüsünden dolayı kızarmış, korkmuş, pörtlemiş diğerinden büyüktü. Küçük kemikli elleriyle masamıza yaslanarak “
Jacques, dün şu senin Kafka’nın Şato’sunu okudum” dedi lafazanlara has sesiyle, “İlginç, çok ilginç ama nereye varmak istiyor? Bir rüya için oldukça uzun. Bence alegoriler kısa tutulmalıdır. “Jacques Kohn çiğnemekte olduğu lokmayı çabucak yuttu. “Otur” dedi. “Bir usta kurallara riayet etmek zorunda değildir.”
“Bir ustanın bile riayet etmesi gereken kurallar vardır. Hiçbir roman Savaş ve Barış’tan daha uzun olmamalıdır. Hatta Savaş ve Barış bile epeyce uzun. Eğer İncil on sekiz ciltten oluşmuş olsaydı şimdiye kadar çoktan unutulmuş olurdu.”
“Tevrat otuz sekiz cilt, ama Yahudiler halen unutmuş değiller.”
“Yahudiler çok şeyi hatırlarlar. Bu felaketimiz bizim. Kutsal topraklardan sürüleli iki bin yıl oldu ve şimdi tekrar oraya gitmeye çalışıyoruz. Aklıselimlik mi bu? Eğer bizim edebiyatımız salt bu deliliği yansıtmış olsaydı, devasa olurdu. Fakat edebiyatımız esrarengiz bir şekilde çok aklıselim. Neyse, bu kadar yeter.”
Gayretiyle yüzü gerilerek masadan doğrulmaya çalıştı Bamberg. Küçük adımlarıyla masadan uzaklaştı. Gramofonun yanma gelip bir dans plağı koydu. Yazarlar kulübünde, onun otuz yıldır tek satır yazmadığı bilinirdi. Bu yaşlı adam zamanında, arkadaşı ve Aklın Entropisi adlı eserin yazarı Dr. Mitzkin’in felsefesinden etkilenerek dans öğrenmeye başlamıştı. Dr. Mitzkin bu kitabıyla insan anlağının iflas ettiğini ve gerçek bilgeliğe ancak duygu yoluyla ulaşılacağını kanıtlamaya kalkışmıştı.
Jacques Kohn başını salladı. “Yarım bardaklık Hamlet. Kafka bir Bamberg olmaktan korkuyordu, bunun için de kendini yok etmişti.”
“Ya Kontes, hiç aradı mı sizi?” diye sordum
.Jacques Kohn monoklünü cebinden çıkartıp burnunun üzerine yerleştirdi. “Aradıysa ne oldu ki? Hayatımdaki her şey sözcüklere dönüşmüştür artık. Hep konuş, konuş. Bu aslında Dr. Mitzkin’in felsefesiydi, insanın bir konuşma makinesi olarak sona ereceği. İnsan sözcükler yiyecek, sözcükler içip sözcüklerle evlenip kendini sözcükle zehirleyecekti. Gel de düşün bunu, Dr. Mitzkin de Granat’ın Orjisi’ne davetliydi. Vaaz ettiklerini pratiğe geçirmeye gelmişti sıra ama sanki Duygunun Entropisi’ni yazmış gibiydi. Evet Kontes beni zaman zaman arar. O da bir entelektüel, ama zekâsız türden. Şurası bir gerçeklik ki, kadınlar vücutlarının çekiciliğini kullanmakta en iyi performanslarını göstermelerine karşm seks hakkında da zekâ konusunda olduğu gibi çok az şey bilirler.”
“Madam Tschissik’i alın örneğin. Bir vücut dışında neye sahip oldu bu güne kadar? Fakat bedenin gerçekte ne olduğunu sormaya gör bakalım. Şu anda çirkin birisi o. Prag’da aktris olduğu günlerde hâlâ bir şeyleri vardı. Onun rehberi bendim. O küçük, minik bir yetenekti. O Prag’a para yapmaya gelmişti ve biz de bizi bekleyen dehâyı bulmuştuk, kendilerine işkence etmenin doruğunda homo saphiensler. Kafka bir Yahudi olmak istiyor ama bunun nasıl olacağını bilmiyordu. ‘Franz’ dedim ona bir seferinde ‘Genç bir adamsın sen. Hepimizin yaptığını yap sen de.’ Prag’da bildiğim bir genelev vardı ve Kafka’yi oraya gelmeye ikna ettim. O hâlâ bir bakirdi. Nişanlanmış olduğu kız hakkında onun yanında konuşmamayı tercih ederdim. Burjuvalık batağına sonuna kadar saplanmıştı.
Onun çevresindeki Yahudi gençlerin bir tek amacı vardı: Bir beyefendi, -çek beyefendisi değil- Alman beyefendisi olmak. Sözün kısası onu bir serüvene başlattım. Genelevin olduğu varoş mahallesindeki karanlık sokaklardan birisine götürdüm onu. Dolambaçlı sokaklardan yukarı çıktık. Kapıyı açtım; içerisi bir tiyatro sahnesine benziyordu, fahişeler, muhabbet tellalları, misafirleri ve mama. O anı hiç unutamıyorum. Kafka titremeye başladı ve ceketimin kolunu çekiştirdi. Geriye dönüp son sürat merdivenlerden inerek uzaklaştığında bacağını kıracak diye korkmuştum. Caddenin birinde durdu ve bir ortaokul çocuğu gibi kusmaya başladı. Yolumuz üzerindeki eski bir singogu geçti ve golem hakkında konuşmaya başladı Kafka. Goleme inanır hatta gelecekte bir başkasının geleceğine de inanırdı. Bir parça balçığı canlı bir varlığa dönüştürecek sözcükler olmalıydı. Kabala’ya göre Tanrı kutsal sözcükleri sesleyerek yaratmamış mıydı dünyayı? Başlangıçta sadece logos vardı.”
“Evet, her şey kocaman bir satranç oyunuydu. Bütün ömrüm boyunca ölümden korkmuş ve şimdi ecelin eşiğinde idim. Korkarak durdum. Rakibimin oyunu ağırdan almak istediği aşikârdı. Taşlarımı birer birer almaya devam edecekti. Bir aktör gibi önce benim yaptıklarımı kabullenmiş sonra da beni yazar denen bir şeye çevirmişti. Çok geçmeden içime bir yazarlık sıtması salmıştı. İkinci hamlesi de beni bu yetenekten yoksun bırakmak oldu. Şu ana kadar beni mat etmekten uzak olduğunu biliyordum ve bu, beni mutlu ediyordu. Odam soğuktu -varsın olslındu. Yiyecek yemeğim yoktu- Bundan ölmezdim ya. O beni ben de onu sabote ediyordum. Bir seferinde geç bir saatte eve dönüyordum. Dışarısı buz tutmuştu. Birden anahtarımı kaybetmiş olduğumu fark ettim. Kapıcıyı uyandırdım, ama onda da yedek anahtar yoktu. Adam votka kokuyordu ve köpeği de ayağımı ısırmıştı. Eskiden olsa ümitsizliğe kapılırdım ama bu kez rakibime; ‘Eğer beni zatüre etmek istiyorsan, ben hazırım’ dedim. Evden çıktım ve Viyana istasyonuna gitmeye karar verdim. Rüzgârın şiddeti neredeyse sürüklüyordu beni. Gecenin bir yarısında bir tramvayın geçmesi için üç çeyrek saat beklemek zorunda kalmıştım. Aktörler birliğini geçerken bir pencerede ışık gördüm. İçeri girmeye karar verdim. Belki geceyi orada geçirebilirdim.
Merdivenlerde ayağım bir şeye çarptı ve bir çınlama sesi çıktı. Aşağı eğildiğimde bir anahtar buldum. Benim anahtarımdı! Bu binanın karanlık merdivenlerinde bir anahtar bulma ihtimali milyonda birdir, ama galiba rakibim kendisinin hazır olmadığı bir anda ruhumu teslim edeceğimden korkmuştu. Kadercilik mi? Eğer istiyorsanız kadercilik deyin buna.”
Jacques Kohn bir telefon görüşmesi yapacağı için müsaade isteyip kalktı. Orada kaldım ben ve Bamberg’in titreyen bacaklarıyla entel bir hatunla dans edişini seyrettim. Bamberg gözleri kapalı ve sanki bir yastık varmışçasına kadının göğüslerine koymuştu kafasını. Hem uyuyor hem de dans ediyor gibi görünüyordu. Jacques Kohn’un gidişi normal bir telefon etme süresinden uzun sürdü.
Geldiğinde gözünde takılı olan monokisi parıldıyordu. “Bil bakalım, yan odada kim var?” dedi.
“Madam Tschissik! Kafka’nın büyük aşkı!”
“Gerçekten mi?”
“Ona senden söz ettim. Gel, seni ona takdim etmek istiyorum.”
“Olmaz.”
“Neden olmasın? Kafka’nın sevdiği kadın tanışmaya değmez mi?”
“Beni ilgilendirmiyor.”
“Bildiğim bir şey varsa o da senin utandığındır. Kafka da -en az bir yeşiva öğrencisi kadar-utangaçtı. Ben hiçbir zaman utangaç olmadım, belki de hiçbir kıymeti harbiyemin olmamasının nedeni budur. Sevgili dostum bir 20 groschen’e daha ihtiyacım var; on’u bu binanın, on’u da kendi kapıcım için. Parasız eve gidemem ya!”
Cebimden birkaç bozukluk çıkardım ve ona verdim.
“Bu kadar ha! Bugün kesin bir banka soymuş olmalısın. Kırk altı groschen! Vaav. Eğer bir Tanrı var ise seni ödüllendirecektir. Ve eğer yoksa. Peki tüm bu oyunları Jacques Kohn1 la kim oynuyor.”