Bu yazı boyunca, sistem adamının, yalnızca fizyolojik varoluşunu sağlayan maddi gereksinmelerinin doyurulması, öte yanda özellikle insana özgü olan gereksinim ve yeteneklerin sevgi, sevecenlik, akıl yürütme, sevinç vd.nin doyurulmaması halinde, işlevlerini gerektiği gibi yerine getiremeyeceğini inceleyeceğiz.Gerçekten de, insan aynı zamanda bir hayvan olduğundan, her şeyden önce maddi isteklerinin karşılanmasını gereksinir; ancak insanın tarihi, resim ve heykel, mitoloji ve drama, müzik ve dans gibi varoluş-üstü gereksinmelerinin dile getirilmesi arayışları içinde bulunduğunu göstermektedir. İnsan varoluşunun bu yönlerini bir araya toplayan tek sistem, din olmuştur.
“Yeni bilim”in gelişmesiyle, geleneksel din biçimleri, giderek etkisini yitirmiş, Avrupa’da, dinsel değerlerin yitirilmesi tehlikesi başgöstermiştir. Dostoyevski bu korkuyu şu ünlü tümcesinde dile getirmiştir: “Tanrı yoksa, her şey mümkündür.” Onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıllarda, birkaç kişi, geçmişte dinin temsil ettiği şeyin yerini alacak yeni bir şey yaratmanın gerekli olduğunu görmüştür. Robespierre, yapay bir yeni din yaratmaya çalışmış ancak kaçınılmaz bir başarısızlığa uğramıştır; bunun nedeni, ünlü devrimcinin maddeci bir geçmişe sahip olması ve gelecek kuşaklara taparcasına inanması, dolayısıyla yeni bir din ortaya atmak (bu mümkün olamazdı gerçi ama) için gerekli temel öğeleri görememesiydi. Aynı şekilde Comte da yeni bir din ortaya atmayı düşündü, ancak olgucu (poziti-vist) bir düşünür olması, doyurucu bir sonuca ulaşmasına engel oldu. Ondokuzuncu yüzyılda Marx’in sosyalizmi dünyasal bir çerçeveye oturtulmuş olmasına karşın en önemli popüler dinsel hareketi oluşturmuştu.
Dostoyevski’nin, artık Tanrıya inanılmadığında bütün ahlaksal değerlerin bozulacağı tahmini, kısmen gerçekleşmiştir. Çağdaş toplumda yasa ve geleneklerin genelde kabul ettiği özel mülkiyete saygı, bireyin yaşamına saygı ve diğer bazı ilkeler gibi ahlaksal değerler aynen korunmuştur. Ama toplumsal düzenin gerekleri kapsamına girmeyen insansal değerler, gerçekten de ağırlıklarını ve etkilerini yitirmişlerdir. Ancak Dostoyevski, çok daha önemli bir açıdan yanılmıştır. Son on yıl, özellikle de beş yıl içinde Avrupa ve Amerika’nın dört bir yanında görülen gelişmeler, hümanist geleneklere daha çok değer verme yönünde çok güçlü bir eğilim sergilemiştir. Bu yeni anlamlı bir yaşam arayışı küçük ve soyutlanmış kümelerde ortaya çıkmakla kalmamış, Katolik ve Protestan kiliselerde olduğu gibi, tümüyle farklı toplumsal ve siyasal yapılara sahip ülkelerde de büyük bir harekete dönüşmüştür. Bu yeni harekete inananlar da inanmayanlar da, bir noktada birleşmektedirler: eylemler ve insan davranışları yanında kavramlar önemsiz kalır.
Bir Hasid öyküsü bu sözlerimizi açıklayacak örneği oluşturabilir: Bir Hasidci ustanın müridine sorarlar: “Neden gidip üstadla konuşuyorsun? Onun özlü sözlerini dinlemek için mi?” Müridin yanıtı şöyle: “Hayır canım, ayakkabılarını nasıl bağladığını görmeye gidiyorum.” Söylenmek istenen açıkça ortada. Bir kişinin kabul ettiği fikirler ya da görüşler önemli değildir, çünkü çocukluğundan beri bu fikirlerle yoğrulmuştur ya da çünkü bunlar alışılagelmiş düşünce kalıplarıdır; asıl olan insanın kişiliği, davranışları, fikir ve inançlarının kökleridir. Büyük Diyalog, paylaşılan ilgi, kaygı ve deneyimin, paylaşılan kavramlardan daha önemli olduğu fikrine dayanmaktadır. Bu, burada sözü edilen çeşitli grupların kendi kavram ve fikirlerini terk ettikleri, ya da onları önemsiz gördükleri anlamına gelmez. Söylenmek istenen, bu grupların hepsinin de, paylaşılmayan kavramların onları birbirinden ayırdığı, paylaştıkları kaygıların, paylaştıkları deneyimlerin, paylaştıkları edimlerinse onları ortak bir noktada birleştirdiği inancına vardıklarıdır. Abbe Pire, bu olguyu çok yalın ve güçlü bir dille anlatmaktadır: “Bugün önemli olan, inananlarla inanmayanlar arasındaki ayrım değil, umursayanlarla umursamayanlar arasındaki ayrımdır.”
Bu yeni yaşam biçimi, daha açık olarak şu ilkelerde dile getirilebilir: İnsanın gelişmesi için kendi ben’inin dar duvarlarını, hırsını, bencilliğini, türdeşlerinden ayrı olma durumunu, yani temel yalnızlığını aşması gereklidir. Dünya ile ilişkili ve onun bir parçası olmak, etkilenebilir nitelikte, ama kimlik sahibi ve bütünlük içinde bulunmak, canlı olan her şeyden zevk duymak, yeteneklerini çevresindeki dünyaya boca etmek, “ilgili bir insan” olmak, ancak ve ancak bu aşma’nın gerçekleşmesiyle olanaklıdır; kısacası, sahip olmak ve kullanmak değil de olmak için, hırsı ve egomaniyi yenmek gerekir.
Konuya tümüyle değişik bir açıdan bakan radikal hümanistler, her şekil ve biçimdeki putçuluğu yadsıma ve onunla savaşma ilkesini benimsemişlerdir. Buradaki putçuluk, kişininin kendi ellerinin ürününe tapma ve dolayısıyla insanı şeylerin kulu haline getirme ve bu süreç içinde insanın da şey’e dönüşmesi anlamında alınmıştır. Eski Ahit Peygamberlerinin karşı olduğu putlar, taştan, ağaçtan yapılma putlar, ya da ağaçlar, tepelerdi; günümüzün putlarıysa liderler, kurumlar, özellikle de devlet, ulus, üretim, yasa ve düzen ile insanın ürettiği her şeydir. İnsanın Tanrıya inanıp inanmadığı, putları yadsıyıp yadsımadığı sorunu yanında önemsiz kalmaktadır. Yabancılaşma kavramı, Kutsal Kitaptaki putçuluk kavramıyla aynıdır.
Burada ana hatları belirtilen ilkenin, Budacı düşünceyle Yahudi-Hıristiyan düşüncesinin benimsediği temel ilke olduğu çok iyi bilinmektedir. Manc’çı düşünür Adam Schaff in, Society and the Individual (Toplum ve Birey) adlı kitabında, benlikçiliği yenme’yi, Manc’çı ahlâkın temel ilkesi olarak göstermesi de ilginçtir.ikisi de, insanın kendi yarattığı şeylere ve kendisinin oluşturduğu koşullara boyuneğmesi anlamına gelir. Tanrıya inananlarla inanmayanları ayıran şey ne olursa olsun, ortak geleneklerine bağlı insanları birleştiren tek bir şey vardır: putçuluğa karşı savaş ve hiçbir şeyin ve hiçbir kurumun Tanrının yerini alamayacağı inancı, ya da Tanrıya inanmayan kişinin ağzıyla söylersek, hiç-birşeye ayrılmış olan o boşluğun yerini hiçbir şeyin alamayacağı inancı.
Radikal hümanistlerin paylaştığı diğer bir görüş de, konuya üçüncü bir boyut getirmektedir. Buna göre bir değerler hiyerarşisi vardır; aşağı düzeydeki değerlerin en yüksek değere göre belirlendiği bir sıralamadır bu; bu değerler, bireysel ve toplumsal yaşantının bağlayıcı ve zorlayıcı ilkelerini oluştururlar. Tıpkı Hıristiyanlık ya da Budacılıkta, manastır yaşantısı sürenlerle sürmeyenler arasında ayrım olduğu gibi, köktencilikte de, kişinin bu değerleri kendi yaşamında uygulamasını onaylayanlar ve onaylamayanlar ya da değişik ölçülerde onaylayanlar olabilir. Ancak bazı değerlerden ödün verilemeyeceği ilkesi yanında bu farklılıklar önemsiz kalmaktadır. İnsanların On Emir’i ya da Budacıların Sekiz İlke’sini yaşamlarını yönlendiren ilkeler olarak gerçekten kabul etmeleri halinde, bütün kültürümüzde dramatik bir değişikliğin gerçekleşeceği doğru olabilir; ama bu noktada uygulanması gereken değerlerin ayrıntıları üzerinde tartışmanın anlamı yoktur, çünkü asıl önemli olan, bir ideolojiye boyun eğme’yi değil de uygulama ilkesini kabul edenleri bir araya toplamaktır.
Çok görülen bir diğer ilke de, bütün insanların dayanışma içinde olması ve belli bir gruba değil de, yaşama ve insanlığa bağlılık ilkesidir. Aslında bunu bu şekilde dile getirmek bile yanlıştır. Bir başka kişiye karşı duyulan gerçek sevginin özel bir niteliği vardır: Ben, o kişide yalnızca o kişiyi değil, insanlığı sevmiş olurum, ya da bir Hıristiyan ya da Musevinin görüşüyle söylersek, o kişide Tanrıyı sevmiş olurum. Aynı şekilde, ülkemi seviyorsam, bu sevgi, aynı zamanda insana ve insanoğluna karşı duyduğum bir sevgidir; eğer böyle değilse, kişinin bağımsız olma yeteneğinden yoksun bulunmasından kaynaklanan bir bağlılık, ve son çözümlemede, putçuluğun bir başka anlatımıdır.
Asıl önemli olan bu yeni-eski ilkelerin nasıl yürürlüğe konacağıdır. Dine bağlı olanlar, dinlerini, hümanizmi tam anlamıyla uygulayacak bir şekle dönüştürmeyi umuyorlar, ama bir çoğu da bunun nüfusun bazı bölümleri için geçerli olabileceğini, diğer bir bölümün-se, bilinen nedenlerden ötürü, bu yeni-eski ilkelerle ayırd edilemeyecek kadar içice geçmiş dinci kavramları ve kuttörenleri kabul edemediğini bilmektedir.
Nüfusun yaşayan Kilisenin saflarına bile katılamayan bölümü için bir umut var mıdır?
Kutsal Kitaplardaki ya da herhangi bir mitolojide bulunan türden öncüllere dayanmayan yeni bir din kurulabilir mi?
Dinlerin, somut, tarihsel sürecin doğasıyla, belli bir toplumun, toplumsal ve kültürel koşullarının anlatımı olduğu açıktır. İlkeleri bir araya getirmekle bir din kurulamaz. Bir “din olmayan” Budizm bile, temelde hiçbir mitolojiye dayanmamasına ve usçu ve gerçekçi düşünceyle çatışan öncüllere sahip olmamasına karşın, Batı dünyasında kabul görememiştir.21 Dinler genellikle olağanüstü zeki, az rastlanır, karizmatik kişilerce kurulur. Gerçi, doğmadığını varsaymak için bir neden yoktur ama, böyle bir kişilik, günümüz ufkunda henüz belirmemiştir. Ama bu arada yeni bir Musa ya da yeni bir Buda bekleyemeyiz; elimizde olanlarla yetinmek zorundayız; aslında, belki de tarihin bu anında yeni bir dinî liderin bulunmaması daha iyidir, çünkü bu lider de gereğinden daha kısa sürede puta dönüştürülecek, ve insanların yüreklerine ve zihinlerine sızma fırsatı bulamayacaktır.
Önemli bir Çekoslovak düşünür olan Fiser, Budizm üzerine yazdığı henüz yayımlanmamış değerli kitabında, Budizmin, tarihte, Marx’cihk dışında kitlelerin zihnine yerleşen ve bir felsefe sistemi olarak, Batı dünyasında din olarak nitelenebilecek bir oluşum geliştiren tek felsefe olduğunu vurgulamaktadır. Ama ayrıca, Budizmin bir kopyasının yapılması ve onu şimdiki biçimiyle sanayi toplumuna uyacak yeni bir din olarak sunulmasının olanaksız olduğunu da söylemektedir. “Dinsel olmayan” bir dinin bütün biçimlerini geliştirmiş bulunan, bildiğim en incelikli, anti-i-deolojik, usçu ve ruhsal-tinsel sistem olan Zen Budizm için de aynı şey geçerlidir. Zen Budizmin aydınlar, özellikle de gençler arasında büyük ilgi uyandırması, Batı dünyasında derin ilgi yaratabileceği umudunu doğurması bir rastlantı değildir. Bence Zen Budizmin fikirleri bu etkiyi yaratabilir, ancak, Batıda bir dinin yerini tutabilmesi için yepyeni, ve beklenmedik dönüşümlerden geçmesi gereklidir.
Bu durumda elimizde kala kala birkaç genel ilke ve değer mi kalmış oluyor?
Sanmıyorum. Sanayi toplumunun yapısında bulunan, ancak ölümcül bir bürokrasiyle, yapay tüketimle ve özellikle yaratılmış can sıkıntısıyla boğulmuş olan yapıcı güçler, yeni bir umütluluk duygusuyla, bu kitapta tartışılan toplumsal ve kültürel dönüşümle harekete geçirilirse; eğer birey özgüvenini yeniden kazanırsa; ve eğer insanlar kendiliğinden oluşan gerçek bir küme yaşantısında birbirleriyle iletişim kurabilirlerse, yeni ruhsal-tinsel yaşantı biçimleri ortaya çıkacak, gelişecek ve zaman içinde bu yaşantılar birleştirilerek toplumsal geçerliliği olan tümel bir sistem oluşturulacaktır. Daha önce tartıştığımız diğer noktaların çoğunda olduğu gibi burada da her şey bireyin tam anlamıyla canlı olma ve kendi varoluşu sorununun çözümlerini, yanıtları bürokratların vermesini beklemeden arama yürekliliğini göstermesine bağlıdır.
Hatta bazı kuttören biçimlerinin yaygın olarak ve anlamlı bir şekilde kabul edilmesi bile beklenebilir. Bu sürecin başladığı, “We Shall Overcome” (Aşacağız) gibi bir ezgi olmakla kalmayıp, yaşayan birer kuttören haline gelen şarkılarda görülmektedir. Quaker mezhebine bağlı olanların ayinlerinde yaptığı gibi herkesin bir süre sessiz kalması şeklinde uygulanan bir kuttören, geniş kitleler tarafından benimsenebilir; her önemli toplantının başlangıcında ya da bitiminde insanlara düşünme ve bir konuda yoğunlaşma olanağı sunan beş ya da on beş dakikalık bir sessizlik ya da saygı duruşu gelenek haline gelebilir.
Ayrıca güvercin gibi, bir insan figürünün çizgileri gibi simgeleri de barış ve insana saygı simgeleri olarak benimsemiş bulunuyoruz.Kilise yaşantısı dışındaki yaşantılarla ilgili diğer ortak kuttören ve simgelerin geliştirilmesi olasılığı konusunda daha ayrıntılı görüşler dile getirmenin anlamı yok, çünkü bunlar ortam hazır edildiğinde doğal olarak ortaya çıkacaklardır nasılsa. Yalnız şunu eklemek isterim ki, sanat ve müzik alanında sayısız yeni kuttörensel ve simgesel anlatımlar yaratma olasılığı vardır.
Albert Schweitzer Kolejleri, 1969 yılında “Sanatlar Aracılığıyla Dini Yeniden Canlandırmanın Yollan” konulu bir haftalık bir Konferanslar dizisi düzenlemişti.Ortaya çıkabilecek yeni ruhsah-tinsel sistemler ne olurlarsa olsunlar, dinsel bilgilenmeyi ideolojiye, Tanrıyı ise bir tapıma dönüştüren çeşitli dinlere meydan okusalar da, dinle “savaşıyor” olmayacaklardır. “Yaşayan Tanri’ya tapanlar kendilerini “dinsizler”den ayıran şeylerin, birleştirenlerden daha az olduğunu kolayca görebileceklerdir; tapımlara tapmayan ve dindarların “Tanrının iradesi” dedikleri şeye uymaya çalışanlarla dayanışma içinde olduklarını hissedeceklerdir.
“İnsanın yeni ruhsal-tinsel gereksinmelerinin belireceği umudu’ burada dile getirildiği biçimiyle birçok kişiye çok muğlak gelecek, bu gereksinmelerin ortaya çıkacağı umudunu yeşertmeye yetmeyecektir. Herhangi bir umuda bağlanmak için kesinlik ve kanıt arayanlar, konuya olumsuz yaklaşmakta haklıdırlar. Ancak şu anda elimizde sadece tufanın sona erdiğini belirten, ağzında zeytin dalı tutan bir güvercin olmasına karşın, henüz doğmamış olanın gerçekliğine inanalar, insanoğlunun yaşamsal gereksinmelerini dile getirmenin yeni biçimlerini bulacağına daha yürekten inanacaklardır.