Zweig, ‘modern yazarların en büyük hayalperesti’, ‘Fransız edebiyatının Napoleon’u’ olarak tanımladığı Balzac’ı, ‘Amok Koşucusu’ üzerinde çalışırken keşfeder ve yıllar sürecek bir çalışmanın ilk adımını atar. Öyküsüne ara verir, aklını kaybedeceğine inandığı ana kadar araştıran ve üslubunu biçimlendirmekten başka bir şey yapmadığını söyleyen Balzac üzerine yoğunlaşır, ne bulursa okur.
Bu hayranlık, bu tutku, biyografi denince akla gelen ilk isim olan Zweig için belki de yaşamının en kapsamlı, en yoğun çalışmasının da başlangıcı olur. Zweig için büyük Balzac’a yaklaşmak, Taine’nin dediği gibi, insani belgelerin saklandığı en büyük depoya ulaşmak, uzun bir yolculuk, büyük bir macera demektir.
Kendini, “herkes için anlaşılmaz bir insanım; hayatımın sırrını kimse bilmez; zaten ben de bu sırrı kimseye açmak niyetinde değilim,” sözleriyle tanımlayan Balzac için en yakın dostlarından Theophile Gautier de şunları ekler:”Hiç kimse Balzac’ın hayatını tam anlamıyla yazmak iddiasında bulunamaz.”
İnsana dair bilgi hazinesi
Yazarken neredeyse hiçbir şey yemeden, kahvesiyle başbaşa, günde on sekiz saat çalışan Balzac, yüz cildi bulan eserlerinde o kadar çok karakter yaratmıştır ki; onun için Paris nüfus dairesinden daha hızlı çalıştığı söylenir. İki ay süren böyle bir çalışmadan sonra acıktığını hisseder, hakkında bir yemek kitabı yazılabilecek bir sofrayla hayata dönerdi. Yaşamındaki her olayı günü gününe yazdığı mektuplarında dile getiren Balzac, yaşamındaki altı önemli kadının üçünü mektuplaşmalarla tanımıştır. Balzac’ın yazgısı, çok az tanıdığı gerçek yaşam karşısında bir tutku ve hayal zenginliğinin dengesini bulamayışın öyküsüdür.
Balzac’ın bütün insanları, dünyanın simgesi olan Paris’e gelip tıpkı onun gibi dünyayı fethetmeye çalışırlar. Amaçları birdir, büyük bir inatla mücadelelerini sürdürürler, ama çoğu hedefine ulaşamadan sürüklenip parçalanır. Tragedyanın tek kaynağı, tutkunun cehennemi gücü karşısında eriyip giderler.
Kendi iç dünyasında yaşadığı tüm felsefeler, yarattığı kahramanların görüşleriyle bir nehir gibi akar romanlarında. Balzac, insana dair öyle geniş bir bilgi hazinesi sunar ki; bu da dehasının gizli mabedinden sunulan bir armağan olarak düşünülebilir ancak. Yaşamının büyük bölümünü yazı masasında geçiren, sevgilisiyle yıllarca mektuplaştıktan, çok az beraber olabildikten sonra ölümünden üç ay önce evlenebilen büyük yaratıcı sanki hiç yaşamamıştır. Zweig’a göre de, Balzac’ın yaşamını yalnızca bu düşünce açıklayabilir. Bu yaşama karşı hep açlık duyan, iktidar isteği yüzünden neredeyse kafası karışmış insan, ancak yaşamın ötesinde kendine özgü dünyalar yaratarak, kendi yaratısının dünyasında mutluluğu ve mutsuzluğu düşünebilecek bütün korkunç sarsıntılarıyla yaşayarak kendi yaşamına bir anlam kazandırabilmiş, tutkularını doyurabilmiştir.
Balzac, küçük , gösterişsiz, dört köşeli masasına da, tıpkı bir ‘simyacının altınını döküm potasına atması gibi’, yaklaşır ve onu sahip olduğu en değerli şeylerden daha fazla sever. Çünkü bu masa en derin hazlarının, en büyük ıstırapların tek sırdaşıdır; bir tek o, gerçek yaşamının sessiz tanığıdır. “Tüm sefaletimi gördü, tüm planlarımdan haberdar, düşüncelerime kulak misafiri oldu, yazarken üzerine yaslandığımda kolum onu neredeyse zorbaca kullandı.”
Bir ömür süren biyografi
Edebiyat dünyasında birbirinden güzel öykülerinin yanı sıra yaşam öyküleriyle de çok önemli yapıtlar sunmuş olan Zweig, kendi sözleriyle, kazananlardan çok kaybedenler hakkında yazmayı tercih etmiştir. Nietzsche, Hölderlin, Kleist, Macellan, Erasmus, Amerigo Vespucci, Fouche, Casanova, Marie Antoinette, Maria Stuart, Romain Rolland, Dickens, Stendhal, Tolstoy,
Montaigne gibi kişilikler, onun dünyasında birer roman kahramanına dönüşürler. Zweig’ın hayranlık duyduğu en büyük yazar ise, ‘İnsanlık Komedyası’nın yaratıcısı Honore de Balzac’tır. Balzac’la birlikte iç dünyanın ansiklopedisi olarak görülebilecek bir roman anlayışının başladığını düşünür. 1913 yılında Günlüğünde şöyle yazar: “…akşamları Balzac’tan yine sessiz sakin öğrenilecek şeyler.” öyle ki, otuz yılını harcadığı bu dev yazarın gizli mabedinde sonu olmayan bir yolculuğa çıkar, yaşamının son gününe kadar Balzac’ın destanını yazmayı dener. Ve bu en büyük edebiyat işçisinin fantastik, absürd yaşamı üzerine araştırmalarını sürdürür. Son yılını geçirdiği Brezilya’da Balzac üzerine notlarından ve birçok kitabından yoksun olduğu için de, derin bir karamsarlığa kapılır, dönemin acılarına yapıtını istediği gibi oluşturamamanın sıkıntıları da eklenir.
Balzac, birçok açıdan ilginç gelir Zweig’a. Sadece bir yazar olarak da değil. Yaşamı garipliklerle dolu biridir. Çelişkileri, tutkuları, hayalleri, girişimleri, enerjisi, hırsı, görme yetisi, sezgileri ve borçları her yerde karşımıza çıkar, bizleri şaşırtır; hepsi olağanüstüdür. Zweig’ın sözleriyle, çalışmak, son nefesine kadar çalışmak, yaşamının tek amacı olur. Kendisine ıstırap veren yaratıcılığından gizli bir haz duyar, güçlü bedeninden ve esnek ruhundan hep daha fazlasını, hatta en fazlasını çıkartan şeytani enerjisinin, yaratıcı gücünün, irade gücünün keyfine varır. Günlerini ve gecelerini bu kızgın ocağın içine süren Balzac, gururla şunları söyleyecektir: “Benim sefih var oluşum, çalışmamda saklıdır!”
Tedirginlik içinde
Zweig, Balzac’ı incelemeye başladığında da, el yazmalarından onun yapıtlarına sakin başlayabildiğini ama giderek zaman ve borçlar nedeniyle hızlandığını ve finale doğru müthiş bir hız kazandığını saptamıştır.
Zweig’ın bu yapıtı da savaşın korkunç yıllarında garip bir yazgıyı paylaşır. Yıllarca üzerinde çalıştığı Balzac notları Zweig’ın elinde değildir. Büyük bir bölümü Avrupa’da kalmıştır. O da bunun acısını çekmektedir. İlk eşi Friderike’ye Brezilya’nın Petropolis kentinden şöyle yazar:
“…öylesine tedirginlik içindeyim ki, derli toplu düşünemez oldum artık. Sonra da o elde kalan tek şeyimiz, bu savaşın yıllarca süreceği, olağanüstü
durumumuzdan kurtulup da yine yurdumuza yerleşebilmemiz için yılların ve yılların geçmesi hakikati, boğuyor insanı. (…) Başlıca eserim Balzac’ı, iki yıl daha rahat bir yaşayış ve bütün kitaplarım olmadan asla bitiremiyeceğimi düşünmek, pek çetin geliyor.” Stefan Zweig, bu mektuptan bir gün sonra 23 şubat 1942’de ikinci eşi Lotte’yle canına kıyar.
Balzac ise yaratmanın büyüsüyle çocukluğun karanlık odasından çıkar, çalışmanın kutsal alanına girer, dehanın kendinden kaçışıyla oyunlara dalar ve kıskançlığın saldırma çanları duyulurken yeniden masasına çöker, yazmaya başlar. Son yazdıkları, tek satırla artık yazamadığını duyurmak olmuştur.