1913’te Cezayir’de doğdu. Babası Alsace’lı yoksul bir işçiydi, annesinin okuma-yazması yoktu. Babası 1’inci Dünya Savaşı’nda cephede şehit oldu. Yoksulluk ve acılarla dolu bir hayat sürdü. Denemelerinden oluşan, 1963′ de yayımlanan “Tersi ve Yüzü” kitabında bu dönemde yaşadıklarını anlattı.
1918’de ilköğrenimine başladı. Öğretmeninin yardımıyla burs kazanarak 1923’te liseye kabul edildi. Yüzme, boks, futbol gibi sporlarla uğraştı. 1930’da vereme yakalanınca sporu bırakmak zorunda kaldı. Cezayir Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi gördü… 1934 yılında evlendi ve iki yıl sonra boşandı. 1936’da yüksek öğrenim diplomasını aldığında, üniversitede kalıp bilimsel kariyer yapmayı amaçlıyordu, ama hastalığı buna izin vermedi.
1930’larda Fransız düşünürlerin kitaplarını okumaya başladı. Cezayir’deki genç solcu aydınlar arasına katıldı, 1934-1935 arasında Komünist Partisi üyesiydi. İşçi Tiyatrosu için oyunlar yazdı ve yönetti. 2’nci Dünya Savaşı’ndan önce Alger Republicain gazetesinde başyazarlık, yayın yönetmen yardımcılığı, politika muhabirliği yaptı, kitap eleştirileri yazdı. Kabilya bölgesindeki Müslümanların sorunlarını inceleyen bir yazı dizisi hazırladı. Ardından 1940’ta Paris’e yerleşti. Paris’te günlük Combat gazetesinin yayın yönetmeni olarak çalıştı ve sonra gazetecilikle ilgisini kesip kitaplarına döndü.
İlk romanı “Yabancı” 1942’de, ikinci romanı “Veba” 1947’de basıldı. “Veba” Camus’un düşüncelerinin temelini yansıtır. Romandaki kişiler, veba salgınına karşı verdikleri savaşta başarısız olacaklarını bile bile yılmadan çalışırlar. Camus, insanın değerini ve insanlar arası kardeşliği, amansız bir hastalığın perde önünde anlatır. 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra yalnız Fransa’da değil, Avrupa ve tüm dünyada kendi kuşağının sözcüsü, sonraki kuşakların yol göstericisi oldu. Özellikle insanın kendisine yabancı bir evrendeki yalnızlığı, bireyin kendisine yabancılaşması, kötülük, her şeyin ölümle sona ereceğini bilmenin yarattığı bunalım gibi duyguları ele aldı. Savaş sonrasında aydınların içine düştüğü yabancılaşma ve düş kırıklıklarını tüm ayrıntılarıyla yansıttı. Çağdaşlarının nihilizme kapılmasını anladı ve hak verdi ama doğruluk, ılımlılık, adalet gibi değerleri savunmanın gerekli olduğunu da belirtti. Hem Hıristiyanlığın hem Marksizmin katı yönlerini reddeden liberal bir insancılığın temellerini çizdi.
1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı ve törende “…Her nesil, şüphesiz, kendisini dünyayı değiştirmekle yükümlü hisseder. Benim neslim bunu yapamayacağını biliyor, ama benim neslimin belki de daha büyük bir görevi var. Bu görev, dünyanın kendi kendisini yok etmesini önlemek…” cümlelerini de içeren güzel bir konuşma yaptı. Albert Camus 1960’ta yayıncısı Gallimard ile birlikte, daha önce ‘ölmenin en absürd yolu’ diye nitelemiş olduğu şekilde araba kazasında öldü…