Bugün, gri eldivenli elleriyle Troçki köprüsünün korkuluklarına tutunup Neva’ya atlayacak görünümü veren ak çoraplı, güzel küçük bir hanımı izlerken, onun aya dilini; minik, sivri ve pembe dilini çıkardığını gördüm.
Ay, göklerin bu yaşlı ve kurnaz tilkisi, sinsice süzülmekteydi kirli bulutların arasından. çok iriydi, çok içmiş biri gibi kızarmıştı dudakları üstelik. Genç bayan tutkuyla, dahası öç alırcasına kışkırtmaktaydı onu en azından öyle göründü bana.
Kızın bu davranışı, beni uzunca bir süre şaşırta gelmiş kimi ‘garipliklerin’ içimde yaşayan anılarını uyandırmış oldu, Birinin, yalnızken kalkıştığı davranışlarına ne zaman tanık olmuşsam, her kezinde onun ‘kaçık’ olduğu kanısı uyanmıştır bende başkaca bir sözcük bulamıyorum.
Daha çocukken ilgimi çeken olay şöyle olmuştu, bir sirkin yarı karanlık ve boş geçitlerinde dolaşıp durmakta olan bir ingiliz, Rondale adında bir palyaço, aynadaki görüntüsü karşısında, şapkasını çıkarıp saygıyla eğilmişti. Geçitte yalnızdı o sıra. Başının üzerinde yer alan bir su deposu içindeki beni göremezdi, tam bu saygı gösterisi sırasında dışarı uzatmıştım başımı, palyaçonun bu davranışı; karanlık, hoş olmayan düşüncelere salmıştı beni. Bir palyaçoydu o, mesleği -ya da sanatı kişisel başkalığına dayanan bir ingiliz’di üstelik.
Yine, A. Çehov’un, evinin bahçesinde otururken, bir güneş ışınını şapkasıyla yakalayıp başına geçirme çabalarının tanığı olmuştum. Bu başarısız çabaların, güneş ışını avcısını o sıra ne denli sıktığını görebilmekteydim; giderek kızarmaktaydı çünkü yüzü, en sonunda şapkasını dizine vurup hızla başına geçirmesiyle, aynı anda da köpeğini sabırsızca iteklemesiyle bu uğraşısını sona erdirmişti. Daha sonra, yan yan gökyüzüne bakarak çalımlı adımlarla eve yürürken, girişte beni görmüş, gülümseyerek şöyle demişti: “Günaydın. Balmont’un Güneş Et Kokuyor dizelerini bilir misiniz? Ne saçma değil mi? Rusya’da Kazan sabunu kokar güneş ve burada – Tatar teri.”
Öte yandan Çehov’du, içi doğruluk tutkusuyla dolu olarak kalın kırmızı bir kurşun kalemi, ufak bir ilaç şişesinin boğazından geçirerek önemli bir fizik yasasını yıkmaya kalkışan bu adam. Bir deney üzerindeki bilim adamının sessiz dikbaşlılığıyla, direngendi de.
Lev Tolstoy, şöyle fısıldamıştı bir kertenkeleye: ‘Mutlu musun, ha?’
Ellerini deri kemerine sokmuş; Dulber yolunu yeşerten otlar arasındaki bir taş üzerinde güneşlenmekte olan kertenkeleyi incelemekteydi o sıra. Bir an çevresine kuşkulu göz gezdiren bu yüce adam, “bana sorarsan, değilim” diye içini dökmüştü sonra da.
Kimyager profesör Tikvinski, yemek odamda otururken, ‘E… sevgili dostum, ne var ne yok”’ diye söyleşmişti, bakır çay tepsisindeki görüntüsüyle. Bir yanıt alamayınca da, kaşlarını çatmış, bir yavru fil hortumunun içiyle, özenerek silmeye koyulmuştu tepsiyi.
Anlatıklarına göre, N. S. Leskof, bir masa başına oturur, porselen bir tabak içine yüksekten bıraktığı bir pamuk parçasının düştüğünde çıkaracağını umduğu sesi dinlermiş.
Papaz F. Vladimfirski, bir keresinde önüne koyduğu bir çizmeye doğru, etkileyici bir sesle ‘Çek git öyleyse’ demişti. Bir an sonra, ‘Elinden gelmiyor değil mi, ha?’ Sonra da ağırbaşlıca, içine güven gelmiş bir tonda eklemişti: ‘Gördün ya! Bensiz bir yere gidemezsin sen!’
Tam ona “ne yapıyorsunuz, Peder?” diyerek odaya girdiğim de bana bir an kuşkuyla baktıktan sonra: “şu çizme” diye açıklamıştı, “tabanına dek aşınmış. Son zamanlarda öyle kötü yapıyorlar ki çizmeyi!”
İnsanların, yalnızken gülüp ağladıklarına bir çok kez tanık olmuşumdur. İçkiyle arası iyi olmayan bir yazar tanırdım, yalnız kaldığı sıralarda, eski bir laterna müziği ezgisini ıslıkla çalarak ağlamayı alışkanlık edinmişti kendisine. “Yapayalnız yola düştüğüm de ! kötü çalardı ıslığı, bir kadın gibi ve dudakları titrer, gözyaşları ağır ağır süzülüp kara sakallarında gizlenirdi. Bir kezinde, bir otel odasında ağlamıştı; sırtı pencereye dönük, kollarıyla yüzmeyi anımsatan eylemlerde bulunarak; ne var ki, bir beden alıştırması olamazdı bu, çok yavaştı bir kere, güçlü ya da ritmik de değildi üstelik.
Yine de pek o denli yabancı sayılmasa gerek bütün bunlar; kahkaha olsun, gözyaşları olsun, insan beyninin doğal ve ussal anlatımlarıdır, kişide pek şaşırtıcı bir etki bırakmazlar. Ne bunlar, ne de insanların tarlalarda, ormanlarda, kırlarda, denizlerde ettikleri akşam duaları. Kendi üzerlerinde cinsel doygunluk arama alışkanlığı edinenler, sapıtmış kişi izlenimi uyandırmışlardır hep-ki bu bile doğaldır, hemen her zaman tatsız, kimi yabancı olsalar da. Ve nice giz doludurlar. Bir tıp öğrencisi – pek bir çekiciliği olmayan, kendini beğenmiş, hep yükseklerden atan, Nietzsche’yi okuyup usunu onunla bozmuş, kaba bir genç kadın, üstelik budalaca bir dinsizlik özentisi içindeyken, Kramskoi’nin ‘İsa Çölde’ tablosu karşısında masturbasyon yapardı. – hadisene, – diye fısıldayarak ve bitkinlik içinde inleyerek – benim biriciğim, yoksulum, gel bana! Varsıl bir tecimenle evlendi, ona iki de çocuk yaptıktan sonra bir güreşçiyle kaçtı.
Kniagi Dvor’da bir komşum, Voronezh yöresinden bir toprak ağası, bir gece yarı soyunuk ancak dipdiri uyanık bir durumda yanlışlıkla odama girmişti. Ben lambamı söndürüp daha yeni uzanmıştım yatağa. Ay ışığı dolduruyordu odayı, perdedeki bir delikten, onun kuru yüzünü, yabansı gülümseyişini görebiliyordum. Alçak sesle bir söyleşiyi sürdürmekteydi kendi kendine :
“Kim var orada?”
“Benim.”
“Bu oda senin değil?”
“Ah, bağışlayın lütfen!”
“Önemi yok…”
Konuşmayı kesip çevresine bir göz attı, aynada bıyıklarını beğeniyle süzerek, usulca bir şarkıya başladı :
“Girmişim bir yanlış yere, yere… Nasıl yaparım ben bunu, bunu bunu…”
Sonra artık çekip gitmesi gerekirken, bir kitap çekip yüzüstü masaya bıraktı, dışarıya, sokağa gözlerini dikerek birini paylarcasına, yüksek sesle :
“Gün gibi aydınlık şimdi oysa ne karanlık ne kötüydü bugün. Bu ne biçim bir iş, ha…”
Ve ellerini iki yana açıp, ayak uçlarında dengelenerek dışarı çıktı, ardından usulca, özenle kapadı kapıyı.
Bir çocuğun, kitap kapağındaki bir resmi parmaklarıyla çıkarma çabası pek görülmedik bir nen değildir, ancak bir bilim adamının bir profesörün, hem de yakalanmaktan ürküyormuşçasına çevresini kollayarak, kulak kabartarak buna kalkışmasını izlemek, şaşıtıcıdır gerçekten. Görünüşe göre, söz konusu profesör, basılı resmi, kağıttan kurtarıp ceket cebine aktarabileceğinden pek kuşku duymuyor gibiydi. Bir iki kez, başardığı sanısına da kapılmadı değil. Kitabın yaprağından, iki parmağıyla, bozuk para tutarcasına bir şeyi kaldırıp cebine aktarmaya calıştı; ancak gözü parmaklarına takıldığında, kaşlarını çatarak resmi ışığa doğru kaldırdı ve yeniden inatla kazımaya koyuldu. Bir sonuç alamayınca da kitabı bir yana fırlatarak, uzun, yeri dövercesine öfkeli adımlarla odadan çıktı. Kitabı büyük bir özenle inceledim. Çeşitli elektrik motorları ve motor parçalarıyla resimlendirilmiş, Almanca yazılı teknik bir kitaptı bu. Sayfalara yapışık olan tek bir resim yoktu, Basılı bir resmin, yerinden çıkarılıp cebe atılamıyacağı gerçeğindense, kuşku duymamak gerekir! Kendisi de, her ne kadar bir teknisyen olmayıp, sosyal bilimler profesöru olsa bile, bu açık gerçeği bilmekteydi sanırım.
Kadınlar, fal açarlarken ya da güzelleşme uğraşı içindeyken, kendi kendilerine konuşurlar genellikle, ancak iyi öğrenim görmüş bir kadının, bir gün tam beş dakika süresince tek başına şekerleme yiyişini izlemiştim. Küçük bir maşayla birer birer havaya kaldırıyor onlarla söyleşerek ağzına atıyordu :
“ Oh, yiyeceğim seni” Yuttuktan sonra da soruyordu, “Duyan da kim sanır?”
“Ben değil miyim yani?”
Sonra, yeniden “Seni yiyecegim”, “Yemedin mi?”
Pencere yanındaki bir koltukta oturmaktaydı o sıra, yani bir yaz akşamı, saat beş sularında. Büyük kasabanın dingin uğultusu dolmaktaydı odaya. Yüzü durgundu kadının, kül rengi gözleriyse, kucağındaki şekerleme kutusuna kenetlenmişti tutkuyla.
Bir tiyatro koridorunda, oyuna gecikmiş olan kara saçlı, güzel bir kadın görmüştüm bir kezinde. Yanıbaşındaki birisine sert ve yüksekçe bir sesle şöyle demişti aynada saçlarını düzelterek :
“Ne yani, ölmesi mi gerek insanın?”
Onun gibi gecikmiş olan benden başka kimseler yoktu orada, ancak beni de görmüş olamazdı, görseydi bile, bana böylesi bir soru yöneltmeyi usundan geçirmezdi sanırım.
Evet, çok kişi bu biçim “Gariplikler” sergiler yalnızlıklarında.
Maksim Gorki
Çeviren : Mazhar CANDAN