Başka halkların birikimi ve topraklarına el koyma siyaseti temelinde gelişen Osmanlı, devletleşme gereksinimleri çerçevesinde iki alanda kurumsallaşmaya yönelecekti. Bunlardan birincisi devletin ideolojik aygıtı olarak dinsel alandı ve Medrese geleneği üzerinden kurumsallaştırılacaktı. İkincisi ise profesyonel bir silahlı güç olarak Yeniçeri teşkilâtının kurulması yoluna gidecekti. Başlangıçta ordusu dâhil kendi halkıyla iç içe olan Osmanlı, kurumsallaşma çerçevesinde kendi halkına karşı da köklü bir ayrışma sürecine giriyordu.
Halkının geleneksel yapısından koparak yeni bir örgütlenmeye yönelmesi, doğal olarak bir dizi tepkiye neden olacaktı. Çünkü bu yeni örgütlenmeyle, halkın konumunda ciddî bir değişiklik gerçekleşiyordu. Şöyle ki, devletleşen ve kendi halkına yabancılaşmaya başlayan hanedan;
1) gaza önderlerini, eski kabile demokrasisi içinde karar yetkisinde ikincil beyler olmaktan çıkarıp emir altında komutanlar konumuna indirgiyordu;
2) gazalardan elde edilen malların savaşçılar arasında paylaşımı yerine, artan oranda merkeze bırakılması politikasına yöneliyordu;
3) gaza mallarını doğrudan paylasan ve göçebe gelenekten gelen özgürlüklere sahip olan halk, emredilen yerlere yerleştirilerek hareket özgürlüklerinden yoksun bırakıyordu;
4) fethedilen toprakların doğrudan sahipliğinden yoksun bırakılan bu halk, örgütlenen tımar sisteminin sadece üretimden geçinecek reayası konumuna zorunlu kılıyorlardı.
İşte bu köklü dönüşüme tepkileri azaltmanın bir diğer aracı olarak da halkın içinde saygınlığı ve etkinliği olan, olabilecek olan kurumlardan azamî yararlanma politikası izlenecekti. Bu bağlamda, halkın büyük çoğunluğunun heterodoks dinsel tercihleriyle örtüşen, bu niteliğiyle halktan saygı gören kurumlardan biri olan Bektaşî Dergâhı’na da bu sürecin örgütlendirilmesi ve halk nezdinde meşrulaştırılmasında sorumluluk yükleniyordu. Bu yolla, aynı zamanda, kökü Baba İshak Ayaklanması’nda ve bizzat tepkilerin kaynağı halkta olan, dolayısıyla muhalif potansiyel taşıyan güçlerden bazılarının da sisteme kazanılması amaçlanıyordu. Bektaşî Dergâhı veya Bektaşî dedelerin bir kesimi, merkezdeki en önemli Bektaşî Önderi Abdal Musa’ya rağmen, Osmanlı’nın girdiği yabancılaşma sürecinin iş birlikçisi konumunu seçecek veya buna boyun eğecek, bilinçli ya da bilinçsiz Osmanlı dönüşümüne ortak olacak, onun hem Balkanlar’ın kolonizasyonunda hem de Yeniçeri’nin eğitiminde sivil uzantısı olma rolünü kabullenecekti.
Bu noktada Osmanlı tarih yazınında Yeniçeri teşkilatını kurma izninin bizzat Hacı Bektaş’tan(*) alındığı söylencesi geliştirilir.[1] Oysa bu doğru değildir; hem Bektâş-ı Veli bu karardan çok önce 1271’de ölmüştür hem de karar, ona ihtiyaç duyan Osmanlı Sarayı’nın doğrudan kendi tasarrufudur. Aşıkpaşazade ise “iznin” Abdal Musa tarafından verildiğini söyler ki bu yargı, birazdan göreceğimiz gibi Abdal Musa açısından da yanlıştır. Bununla birlikte Bektaşî Dergâhı’nın sürece eklemlenmesi bir realitedir ve bu durum doğaldır ki günümüzde pek çok Alevi-Bektaşî’yi rahatsız etmektedir. Çünkü bu Yeniçeri ordusu sonraki süreçlerde yaşanacak Alevî ve Türkmen kırımlarının da temel aracı olacaktır. Dolayısıyla Alevî halkın içinden çıkan, üstelik Alevî geleneğin en saygın isimlerinden birinin adını sürdüren bu dergâhın “Osmanlı iş birlikçisi”, daha ötesi kendi insanlarının katline araç üretmiş olması kolay kaldırılabilir bir gölge değildir.
Diğer yandan “72 milleti (dini) bir (eşit)” gören, “eline beline diline hâkim olmayı” temel düstur yapan, “incinsen de incitme” diyen, egemen dini geleneği reddederek “Hararet nardadır, sacda değildir / Keramet hırkada, taçta değildir / Her ne ararsan kendinde ara / Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir” diyen bir önderin Dergâhı’nın yayılmacı ve talancı bir despotizme payanda olmasının da kabul edilebilir bir yanı yoktur. Bundandır ki Alevî yazarları soruna dair kaçamak yorumlar geliştirmek yoluna gitmektedirler; kâh Yeniçeri’nin kuruluştan sonra Bektaşî Dergâhı’yla ilişkilerinin koptuğu[2], kâh Bektaşîliğin Yeniçeri’yle hiç ilişkisi olmadığı[3] gibi anlaşılır, ama doğru olmayan yorumlarla karşılaşıyoruz.
***
Oruç Bey tarihine göre, Bektaşîlerle sıkı bir bağ içinde olup derviş yaşamı sürerek yönetim yetkilerinden feragat etmiş olan Orhan Gazi’nin kardeşi Ali (Alâeddin) Paşa, Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşî Dergâhı’na bağlanmasında temel bir işlev görmüştür. “Ey kardeş -demiştir Ali Paşa kardeşi Orhan’a- Bütün askerin kızıl börk giysinler. Sen ak börk giy. Sana ait kullar da ak börk giysinler. Bu da âleme nişan olsun demişti. Orhan Gazi de bu sözü kabul edip adam gönderdi. Amasya’da Horasanlı Hacı Bek taş’tan izin alıp ak börk getirtti”[4] Yeniçeri’nin kendisinin olmasa bile ilk çekirdeğinin kuruluşuna ilişkin bu öyküyü aktardıktan sonra Irene Melikof, “Muhtemel olarak XIII. yüzyılın ikinci yarısında (geleneğe göre 1271) öldüğü göz önüne alınırsa, Hacı Bektaş’ın buradaki bizzat varlığı şüpheli olmak gerekir; fakat bununla birlikte, yeniçeri ordusunun Bektaşîler Tarikatı’na bağlanmış olduğu kesindir.”[5] demektedir.
Diğer yandan bu dönemde Osmanlı Sarayı, Dergâh’la da yakın ilgi içinde olacaktır. Yeniçeri’nin, Dergâh’a bağlanmasının yanı sıra ve bununla paralel olarak; “Veli’nin makamına, Osmanlıların gösterdikleri ilgi de bilinmektedir. Vilayetname’ye göre, türbe, büyük atası Gazi Osman ile yakınlıklarından dolayı Hacı Bektaş’ın anısına içten bağlı olan I. Murat tarafından, Yanko Madyan adlı bir mimara yaptırılmıştı. İlk Osmanlılar, bu türbeye gösterdikleri ilgiyi hiç kesmediler. II. Murat, türbe alem’inin yaldızı için bin altı yüz akçe altın döktürdü; II. Bayezit dergâhı ziyaret etti ve Vilayetname’ye göre kubbesini kurşunla kaplattı. Bu bağışlar, II. Bayezit’tan sonra son buldu”[6]
Sorun hem Osmanlı Devleti’nin kendi militarizmini nasıl örgütlediği hem de Bektaşî tarikatına bağı nedeniyle oldukça önemlidir ve üzerinde özellikle durulması gerekmektedir:
Osmanlı’nın kurucu piri ve Osman Bey’in kayın babası Ede Bali yanı sıra kuruluşta yer alan kimi dervişler, Hace Bektâş gibi Baba İlyas Halifeleri ve Babaî Ayaklanması’nın Selçuklu kırımından kurtulmuş “kılıç artıklarıdır”. Birbirlerini tanımaları, söz konusu derviş ve gazilerin Osmanlı genişleme alanına akmalarını kolaylaştıran bir işlev görmektedir. Bizzat Aşıkpaşazade ve diğer vakanüvislerden öğrendiğimize göre, bunlardan görece genç ve Bektâş-ı Veli’nin halifesi durumundaki Abdal Musa, hatta evlâtlığı Seyit Ali Sultan, Geyikli Baba ve benzerleri Osmanlı’nın ilk savaşlarında etkin olarak yer alacaklardır. Kâh Osmanlı bunların toplumsal etki alanından, kâh bunlar Osmanlı’nın siyasal ve ekonomik etki alanından faydalanarak yerleşimlerini genişleteceklerdi. Dolayısıyla kimi Alevî yazarların, bu abdal ve babaların gaza savaşlarına katılmadığı yollu itirazı[7] gerçeklerle örtüşmemektedir. Bunların Sünnî ulema gibi cihat kültürüyle ve “gâvur” düşmanlığıyla davranmadıkları, Hıristiyanları, Hıristiyan olma hasebiyle düşman görmedikleri doğrudur; ama Rum yerlilerin yerleşim alanlarına savaşlarla el koyma sürecine bir şekilde katıldıkları da açıktır. Sonuçta, Anadolu’ya ekonomik gereksinimler temelinde yayılmış göçer topluluklardan söz ediyoruz ki bizzat Ertuğrul-Osman’ın aşireti de böyledir.
İşte bunlarla yerleşikler arasındaki çıkar çatışmaları söz konusudur. Belli bir özgüven ve siyasal kurumlaşma sağlamayı takiben Rumlar aleyhine bir yayılma harekâtına giriştikleri, talan yaptıkları ve tabiî bunu başta aşiretin şeyhi Baba İlyas müridi bir Vefaî olan Ede Bali olmak üzere diğer şeyhler ve Kızılbaş halkın katılımıyla yaptıkları, tartışma dışıdır. Dolayısıyla ortada, 72 inancı bir görme ve eline, beline, diline hâkim olma şeklindeki Alevî felsefesi açısından, bir yabancılaşma başladığı kesindir. Bununla birlikte Alevî inanç geleneği bütünüyle terk edilmediği müddetçe, bu kesimlerin Osmanlı ile zaman içinde sorun yaşamaya başladığı da bilinmektedir. Nitekim bu ayrışmanın ilk örnekleri, Osmanlı’nın devletleşmesi ve halka karşı devlet ayrıcalıklarını pekiştirmeye başladığı ilk dönemlerde belirginleşmeye başlayacaktı.
Her şeyden önce bunların bağımsız etkinlikleri Osmanlı kurumlaşması için sorundur. Örneğin Geyikli Baba’nın İnegöl çevresinde bizzat kendi fethettiği Kızıl Kilise’de yaşarken, kısa zamanda çoğalan, öyle ki Osmanlı’nın kuruluş dönemi önemli beylerinden olup İnegöl’ü koruyan Turgut Alp’i de içeren bir mürit topluluğu oluşturması böylesi bir sorundur. Abdal Musa’nın bizzat Yeniçerinin ön çekirdeği içindeki etkisi ha keza. Öyle ki dervişlerin etki alanı bizzat merkez çekirdeğin içine kadar uzanacaktır; nitekim Orhan Bey’in kardeşi Ali Paşa bile, bu atmosfer içinde bir derviş olacaktır. Ancak dervişlerin bu şekilde giderek artan bir etkinlik alanı oluşturmaları, devletleşen Osmanlı için de bir kaygı nedenine dönüşecek, dolayısıyla taraflar arasında kâh ötekini kullanan ve birleşen, kâh onunla mücadele edip etkisizleştirmeye çalışan karmaşık bir ilişki oluşacaktır. Örneğin Geyikli Baba, Orhan Bey’in kendisini kontrole yönelik çağrısını kabul etmeyeceği gibi, onun kendisini ziyaret etme isteğini de “Orhan dahi gelmesin, buraya gelerek beni günaha sokmasın” diyerek geri çevirecektir. Daha sonra Geyikli Baba’nın Bursa Sarayı kapısına bir kavak ağacı dikmesine karşılık, Orhan’ın da ona İnegöl havalisini verme girişimi, Geyikli Baba’nın kabul etmemesine rağmen ilişkilerin görece düzeldiğini göstermektedir[8] Ancak bir kısım derviş ile gerçekleşen bu uzlaşı ve bütünleşmelere rağmen, genel olarak dervişlerle süren bu ilişki sorunludur ve kurumlaşan Osmanlı bürokrasisinin, bu tip babaların temsil ettiği eşitlikçi ve disipline gelmez etkinlikleri kontrol altına alıp, kendi çıkarlarına bağlama girişimleri artarak sürecektir.
M. Akdağ’ın şu yargısı bu gerilime işaret etmekte: “Daha Orhan zamanında, bol imaretler tesis olunmasından ve ulema ile şeyhlere pek ziyade hürmet gösterilmesinden dolayı, yeni fethedilen Marmara sahasına doğrudan pek çok derviş gelerek tekkeler kurmuş ve cihet’ler elde etmişlerdi. Fakat Batıniliğin mahiyeti icabı, bunlar derhâl halk arasında propagandaya girişip, bir takım fesat hareketlerin tertibine çalışmaktan kendilerini alamadılar. Böylece Bursa-İznik vesair muhitlerde siyasî ve içtimaî düzen tehlikeye maruz kaldı. Sultan Orhan‚ ‘Işıklar’ denilen bütün abdalları yakalatarak şuraya buraya sürdürdü. Kemal Paşazade’nin ifadesine göre, İnegöl civarında tekkesi olan ‘Geyikli Baba’, Turgut Alp adındaki gazinin (İnegöl’e tımar üzere sahipti) dürüstlüğüne şahitliği sayesinde kendini kurtardı ve hatta yeniden taltif olundu. Anlaşılıyor ki vaktiyle Selçuklular devrinde tehlikeli isyanlarını gördüğümüz Batıniler, Osmanlı rejiminin ilk başladığı yerlere daha yayılarak, aynı hareketi tekrarlamak istemişlerdi…” [9]
Tabiî “Batıniliğin mahiyeti icabı kendilerini alamadıkları bir takım fesat hareketleri” ifadesinin gerçek anlamı, eşitlikçi ve ayrıcalıksız göçebe geleneğin tasfiyesine karşı halkın muhalefetidir. Burada hem gazilerin kendi katıldıkları gazalardan önceleri alabildikleri payı artık alamamalarının hem de aristokratik kurumlaşması çerçevesinde devletin kendine ayırdığı payın ve iktidar tekelinin her seferinde daha da artmasının yarattığı tepkiler söz konusudur. Özetle ayrışma, fetih siyaseti nedeniyle değil, bu siyasetin rantını paylaşma ve bunun üzerinden gelişen siyasal şekillenme temelinde gerçekleşiyor; bu ise Kızılbaş halkı ve onun sözcüsü önderlerini ayrıştırmaya başlıyordu. Gelişmeden paylanan veya onun yarattığı otoriteye boyun eğenler sürece eklemlenerek Kızılbaş geleneğe yabancılaşır ve Osmanlı devletleşmesiyle birlikte Osmanlılaşırken, yeni süreç ve dayatmalarına boyun eğmeyenler, merkezden çevreye doğru dışlanıyorlardı. Nitekim aynı gelenekten gelen kişiler arasında Ede Bali, yeni devletin piri olur ve Bilecik kentinin gelirine konar, Geyikli Baba yaşanan gerilimler ve İnegöl’ü kabul etmemesi sonrasında kenara düşerken, Abdal Musa ve benzerleri, Osmanlı’nın belirginleşen düzeniyle uzlaşmayıp, onun egemenlik alanını terk edecekti.
Çünkü Osmanlı’nın kurumlaştığı bu süreç, aynı zamanda kendi geçmiş demokratik ve eşitlikçi ilişkilerine yabancılaşmayla sınıflaşmanın, eşitsizliğin ve en önemlisi otoritenin inşası anlamına geliyordu. Bu noktadan sonra kendi “milli” değerlerine yabancılaşma, onu yenisiyle değiştirme ve eskide inat edenleri dışlama süreci başlıyordu. Tüm Türk devletleşmelerinde gördüğümüz devletle halkın kavgası, iste bu ayrışma temelinde biçimleniyor ve giderek Osmanlı’nın da topraklarında boy vermeye başlıyordu. Babaî Ayaklanması’nın artıklarının bir kısmı yeni devletleşmeyle özdeşleşir ve değişirken, diğer kısmı da dışlanmaya ve eleştirmeye başlıyordu. Özetle Osmanlı; kendi kurulduğu tarihsel-ideolojik temele yabancılaştıkça, bu temelin devamcılarına yönelik hem ideolojik (Sünnîleştirme) hem de fiili kırımlara yönelecekti.
Bu ayrışma kaçınılmazdı; çünkü Kızılbaş inanç, gazanın sistematizasyonuna ve ötekinin düşmanlaştırılmasına uygun olmadığı bir yana, asıl önemlisi, yöneticilerin aristokratlaşması (ak budun haline gelmesi) ve sınıf ayrıcalıklarını yasallaştırıp pekiştirmesine de uygun değildi. Oysa devletleşme aynı zamanda kendi otorite ve ayrıcalıklarının halk nezdinde pekiştirilmesi, kabile eşitlikçiliğinden halkın tebaalaştırıldığı ve kullaştırıldığı yeni bir ilişkiye geçiş anlamına geliyordu. Kabile eşitlikçiliğiyle örtüşen Kızılbaşlık bu yeni duruma uygun olmadığından, devletleşmeyi müteakip Osmanlı’nın Kızılbaş gelenekten Sünnî geleneğe, baba-ozan şeyhlerden ulema-şeriatçı şeyhlere doğru tercihte bulunması kaçınılmazdı.
Ancak Osmanlı, Türkmen ve onların etkisiyle din değiştiren bölge halkı üzerinde büyük etkisi olan Bektaşîlikten ve dervişlerden de dışlanmak istemiyordu; çünkü büyük etki alanlarıyla bu dervişler; ya henüz yeni kurumlaşan devletin halk üzerinde yeri doldurulamaz toplumsal kontrol aracı olacaklardı ya da tam tersine, onun kurumlaşması ve ayrıcalık dayatmasına karşı halk direnişinin dinamikleri. Onların en baştan tavır alacağı bir Osmanlı’nın kurumlaşması çok daha zor veya imkânsızdı. Bu dervişlerin bir imparatorluğu bile sallayabilecek bir potansiyele sahip olduğunun somut göstergesi olan Selçuklu dönemi Babaî Ayaklanması’nın anıları henüz tazedir. Dahası başta Ede Bali olmak üzere Osmanlı’nın kurucu aklı, bizzat o ayaklanmanın kılıç artıklarını da içerdiğinden, baba ve dedelerince kullanılmış silâhın dönüp, kendilerini vurması olasılığına karşı bilinç sahibidirler.
Dolayısıyla kurumlaşma ve ayrıcalıklarını halka kabul ettirmek için sadece Sünnî hukuka yönelmek ve halkı tebaalaştırıcı bir inanç olarak Sünnîliği yaygınlaştırmakla yetinmeyecek; aynı zamanda çoğunluğu oluşturan bu heterodoks inanç alanının da bir şekilde devlete bağlanması ve kontrol edilmesine yönelinecekti. Bu nedenle kurumlaşmasının gereksinimlerine bağlı olarak kendisi Sünnîleşir ve adalet mekanizması medrese hocalarına verilirken, ordu kurumlaşması da babalar ve özellikle bu heterodoks inancın en etkili kesimi olan Bektaşîlikle ilişkilendirilecekti. Bu iş de kendisiyle özdeşleşen, ikna edilen veya satın alınan dervişler üzerinden gerçekleştirilecek, dolayısıyla Bektaşîlikteki ilk bölünme de bu dönemde yaşanacaktı.
***
Bu noktada Ali (Alaattin) Paşa gibi hem derviş hem de merkezin organik parçası olanlar, bizzat Oruç Bey’den öğrendiğimiz gibi bu süreçte temel bir rol oynayacaktır. Kroniğe göre, Ali Paşa, dünya islerini bıraktığı kardeşi Orhan’a, kendisini kızıl börk giyen askerlerden (halktan) ayırmak için ak börk giymesini ve “âleme nişan olsun diye” ak börk giyen kullardan (askerlerden) oluşan bir ordu kurmasını istiyor. Hacı Bektaş’tan izin alınması öyküsü de bu mizansenin olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkıyor. Elbette yarım asırdan çok zaman önce ölmüş birinden izin almak fiilen olanaksızdır (kaldı ki böyle olmadığı diğer bir kronik, Aşıkpaşazade’de de belirtilir). Ama bu yaklaşım, o dönemde sürmekte olan mücadelede derviş birikimi üzerinde ideolojik hegemonya kurmak üzere sergilenen yaklaşımın yansıması olarak çıkıyor karşımıza. Nitekim aynı dönemin sonunda ak börk giyilerek kendini kızıl börklü halktan ayırmanın kurumlaşması ve silâhlı güvencesi olan Yeniçeri, derviş ağırlığı nezdinde kendini meşrulaştırırken, Bektaşîlerin önemli ismi Abdal Musa** Osmanlı’yı terk edip Antalya’ya gidecekti. Abdal Musa’nın bu tavrı, Osmanlı ile bütünleşen dervişlere karşı azınlık kalma veya Osmanlı’nın kuşatıcı baskısına dayanamamanın sonucuydu. Bektaşîliğin, Bitinya’da yayılması ve örgütlenmesinde önemli bir işleve sahip olan Abdal Musa, Osmanlı’dan ayrılırken, geride kalan ve Yeniçeri üzerinden Osmanlı ile bütünleşenlerin Bektaşîliği ise bir başka “Bektaşîlik” olacaktı.
Dahası bu ilişkilendirme, Yeniçeri ordusunun Bektaşî Dergâhı’nın inisiyatifi ve anlayışına bırakılması şeklinde olmayacaktı. Kaldı ki bu dönemde kurumlaşmış bir dergâh da henüz yoktur; sadece yaygın ve büyük çekim gücüyle genişleyen bir etki alanıdır söz konusu olan; işte bu etki alanı kâh içerilerek kâh dışlanarak kontrol altına alınmıştır. Her şey devletin denetiminde olacak, ama Osmanlı ile bütünleşen Bektaşî derviş ve motifleri sayesinde görüntü-imaj kurtarılmış, bir taşla pek çok kuş vurulmuş olacaktı. Bu sayede bu çok önemli heteredoks tarikatın halk üzerindeki etkisi devlete yedeklenirken, tarikatın devlet sistemi içine alınarak kontrolü sağlanmış oluyordu. Diğer yandan bu tercihi takiben devşirilen Hıristiyan çocuklarının “Müslümanlaştırılması” çok daha kolaylaştırılmış, dolayısıyla devlet açısından Kızılbaş-heterodoks inanç, geçiş aşamasının sorunlarını çözen, yolu düzleyen bir fonksiyon yüklenmiş oluyordu. İlginçtir aynı uygulama, Balkanların kolonizasyonunda Bektaşîlere yüklenen merkezi sorumlulukta da karşımıza çıkar. Nitekim Balkanlar, bu muvazaalı Bektaşîlik açısından geniş bir yayılma alanı olurken, Anadolu’da Alevîler ve boyun eğmeyen, kendini devlete araç etmeyen Bektaşiler ağır bir baskı altında tutulacaklardı. Yeniçeri tasfiyesine kadar İstanbul’daki bu resmi Bektaşî dergâhları tam bir özgürlük içinde kurumlaşırken, Anadolu’da Kızılbaşlar ve onunla örtüşen Bektaşi, Kalenderi, Hurufi, vb. tarikatlar yoğun bir Sünnîleştirme baskısına uğrayacak, inancında direnenler ise haklarında defter tutulup katledileceklerdi.
Bu dönüşümün henüz başlarında, kendisi Sünnî ortodoksiden uzak olduğu halde topluma cami ve devlete Sünnî hukuk örgütlenmesini başlatan Orhan Bey döneminde Abdal Musa’nin Bursa’yı terketmesi, F. Köprülü’nün ifadesiyle, “Sünnîligin pek tabiî galebesinin” sonucudur. Osmanlı merkezinin bu Sünnî tercihi sonrasinda Abdal Musa, “ananesi eskiden beri Kızılbaş, daha doğrusu heteredoks Türk oymaklarının yaşadığı Aydın taraflarına hicret etmiş ve yine o vasıta ile en koyu bir Kızılbaş merkezi olan Teke eyaletine girerek orada kuvvetli bir surette yerleşmiştir.” (F. Köprülü)
Kurumlaşmanın çıkarlarına uygun olarak dönüşmeyen heterodoks dini önderleri yönetim dışı tutan, ama toplumsal etkileri nedeniyle küstürmek de istemeyen Orhan Bey, onları pasif bir dini hayata yönlendiriyordu. Bu bağlamda Bursa kaplıcalarına yakın yerde kendisine tekke teklif edilecek olan Abdal Musa, bunu reddedecektir. Velâyetnamesinde, Kızılbaş geleneğin önemli sözleri arasına girecek olan öğüdünde, bu dayatmaya açık bir tavırla; “Zahir padişahına karıp (yakın) olma. Dünyalık için ehl-i mansıba varma (mevki sahibi kimselere yüzsuyu dökme), meğer ki irşat ola (aydınlanmış ola). Maslahat (dünya işleri) içün vezir ve ricalin kapusuna varma. Elden geldikçe yalnızca nimet yeme; Tarikat pirdaşını ve karındaşını ayru görme. Kallaş ve pirsiz adamlarla yoldaş olma!” [11] tavsiyesinde bulunacaktır.
Abdal Musa’nın, Osmanlı’daki değişime Geyikli Baba gibi boyun eğmemesi bir yana, gidişi de dünyaya küsen bir tavırla da gerçekleşmeyecekti. Başta Tahtacılar olmak üzere Batini Türkmen aşiretlerinin yoğun olarak yaşadığı Antalya-Elmalı’ya yerleşecek, Aydınoğlu Gazi Umur Bey’e destek verecek, askerlerine kızıl börk giydirip Hacı Bektâş evlâdı Kızıl Deli’yi (Seyit Ali Sultan) yanına verecek, Teke Beyi ile savaşıp Genceli’ni ondan alarak Beyliğe onun oğlunu geçirecek, Rodos cemaati ile iyi ilişkiler geliştirecek, özetle aktif bir siyasal hayat sürecektir. [12]
Dikkat edilirse ayrışma, Osmanlı’nın Kızılbaş gelenekten ayrışmasının sonucudur ve bu ayrışma, aynı zamanda onunla çıkar birliği eden bir kısım Kızılbaş önderin de kendi geleneklerine yabancılaşmalarıyla biçimlenmektedir. Bunu kabullenenler tıpkı Osmanlı’nın kendisi gibi değişime uğrayacak, etmeyenler ise asimile edilmeye ve ezilmeye çalışılacaktı. Bu süreç, Osmanlı’nın iktidar çıkarları temelinde Ortodoks İslâm’a yönelmesi ve kurumsallaşmasını arttırdığı oranda daha da belirginleşecek ve 15.yy.dan sonra katliamlara dönüşecekti. Bu süreç bizzat Osmanlılar için, fetih, paylaşım ve egemenlik anlamında çıkarlarına uygun bir dinsel tercihe yönelmelerini getirirken, giderek Sünnîleştirilecek olan Türkmenler ve Rumlar için de “dinin gereklerinin öğretilmesi-öğrenilmesi” olacaktı.
Bizzat F. Köprülü’nün de ifadesiyle, “Türk hükümdarlarının şahsî inanç ve eğilimleri ne olursa olsun, siyasî çıkarları ancak bu suretle hareket etmelerini zorunlu kılıyordu.” [13] Aynı yerde söylediği gibi, “araştırmalar Türk hükümdarlarının Sünnî taraftarlığına sahip oldukları sonucu çıkarmamak lâzım geldiğini gösterdiğini”, ancak bununla birlikte tıpkı “Gaznelilerin, Karahanlıların, Selçukluların Sünnîliği savundukları gibi”, Osmanlıların da Sünnîliği savunmaya, kurumlaşmalarını bu yönde yapmaya başlamaları kaçınılmazdı. Esasen Osmanlılar dâhil Türk boylarının yavaş yavaş kabul ettiği İslâmiyet, gerçekte “görünürde İslâm cilâsı altında eski ulusal geleneklerinin ve önceki dinlerinin etkisi altında bulunuyorlardı. İslâm fıkıhlarının kendilerine çok karışık ve sıkıntılı gelen telkinlerinden ziyade, kendi kam (ozan)larının nüfuzuna bağlı idiler.”[14] Özetle ortaklaşıcı yaşamdan devletleşme, sınıflaşma, gaza gelirlerinin paylaşımı, ötekilerle ilişkilerin nasıl düzenleneceği gibi karmaşık problemler aşamasına yükseldikleri andan itibaren Türk kökenli devletler, kendi eski geleneklerini terk etmeye, Sünnî hukukun yazılı kaynaklarını esas almaya başlıyorlardı.
Böylece Osmanlı, eşitlikçi kandaş topluluktan devlete yükselirken, buna uygun olarak dinsel tercihini de netleştirmiş oluyordu. Yani aşiret yerini devlete, halkın bütününün silâhlı olması yerini özel orduya, ortaklaşa yaşamdan vergi toplama tekeli elde etmeye geçerken, geleneksel inanç atmosferi de yerini kendi devlet hukukunu geliştirmiş olan Sünnî İslâm’a bırakıyordu. Esasen “devlet geleneğinde Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın devamı olmayı benimsemiş, hatta Sultan Alaattin Keykubat’a ulaşan bir bağ kurmaya çalışmış olanlar, elbette aynı dini siyaseti de sürdürecekti.” [15]
Özetle devletleşme aşamasının gerisinde eşitlikçi bir kandaş topluluk ideolojisi durumunda olan Kızılbaşlığın aşılması kaçınılmaz olmakla birlikte, “mevcudiyetleri ihmal edilemeyecek miktarda”[16] olduğundan bütünüyle gözden çıkarılmaları da mümkün değildi. Bu kapsamda Kızılbaş önderler yönetimin dışında tutuluyor, ancak onların küstürülmemesine de özel özen gösteriliyordu. İşte gerek sayısal gerek gazadaki etkinlikleri, gerekse de dönemin inanç atmosferini belirleyici etkileri nedeniyle “mevcudiyetleri ihmal edilemeyecek” olan bu heteredoks gücün özümsenmesi, dahası sorun olmaktan çıkarılması çerçevesinde Yeniçeri teşkilâtının Bektaşî bir ritüel ile kurulması yoluna gidiliyordu.
Aşıkpaşazade’de geçen, “Abdal Musa’nın Orhan Gazi zamanında bazı savaşlara katıldığı, bir savaşta başından tacının düştüğü, Yeniçeri’nin birinden börkünü alıp başına geçirdiği ve bundan sonra Yeniçerilerin kendilerini Hacı Bektâş Veli’ye bağlı saydıkları” şeklindeki aktarım, Yeniçeri geleneğinin daha Orhan Bey zamanından başlayarak Bektaşî Dergâhı ile kurduğu manevî bağa işaret etmektedir. Kuşkusuz işin içine efsane ve yanlış bilgiler de girmiştir. Ama bu yanlışlar sonraki dönemde, “her sınıf ve sanatın bir piri olmak akidesine istinaden” [17] Ocağın Bektaşî Dergâhına bağlandığı gerçeğini gölgelemiyor. Kavanin-i Yeniçeriyan’da, “Yeniçerilerin durmada ve oturmada kanun ve kaidelerinin Hacı Bektâş Fukarasının kullandığı kanunlar olduğu yazılmaktadır”. Esasen “Yeniçerilerin Bektaşîlikle alâkaları ocaklarının kaldırılmasına kadar sürdüğü” görülecek ve tüm bu süreçte “Bunların ocaklarına‚ ‘Ocağ-ı Bektaşîyan’ ve kendilerine de ‘Taife-i Bektaşîye’, ‘Güruh-i Bektaşîye’ denirdi”.[18]
Bu noktada diğer kaynaklardan da Yeniçerilere, Hacı Bektâş Kûçekleri, Yeniçeri Ocak ağalarına Sanâdid-i (yiğit, kahraman) Bektaşîyan, Ocağa da Dûdman-ı Bektaşîyye dendiğini öğreniyoruz.
***
Soğukkanlı bir egemenlik aygıtı tarafından köklerinden çekilip alınan zavallı insanlardan oluşturulan gayri insanî bir yapıya sahip olan Yeniçeri, bizzat güvencesi olduğu gayri insanî düzenin başına belâ kesilecektir. 1826’ya gelindiğinde ise artık vadesi dolmuştu, tasfiye edilecekti; hem de kendi yaptığı zulümleri aratacak bir soğukkanlılık ve vahşetle ezilecekti. Böylece 500 yıllık koca ordu, son bireylerine varana dek imha edilecek; üstüne tüy dikmek babından katliama bir de isim takılacaktı: Vaka-i Hayriye (hayırlı olay)!
Yeniçeri katliamının sıcaklığı geçmeden Saraydaki şeriatçı ulema ve özellikle Nakşibendî, Mevlevî ve Halvetî tarikatları önderleri, daha önce Yeniçeri nedeniyle dokunamadıkları “sapkın” Bektaşî tarikatının da tasfiyesi fırsatını değerlendirmeye yöneleceklerdi. Bu “sapkın” anlayışın devletin merkezinde bu kadar yüzyıl varlığına dayanmışlardı, ama artık yeterdi! Bu çerçevede Sultan Mahmut ikna edildi veya o da zaten böyle düşünüyordu. Şeyhülislâm Tahir Efendi’den fetva alındı ve Bektaşî tarikatı tasfiye edilerek tüm mallarına el konuldu.
Cevdet Paşa’nın ifadesiyle; “Bektaşîler, peygamberlik iddiasından sonra, karışıklığa yatkın olan halkın kalbini çelip kötülüklere sürüklediler. Özellikle cahil insanlara ve yeniçerilere sokulup işledikleri kötülüklerle onları da baştan çıkarıp isyan edecek duruma soktular. Osmanlı topraklarının her yerinde öncesi ve sonrası kanun yolu ile idam edilmeleri, devleti sevenlerin amacı idi. Allah’ın lütfu ile bunun zamanı gelmişti. 2 Zilhicce (Arabî 12. ay) günü padişah sarayı içinde bulunan cami-i şerif’te Sadr-ı azam, eski ve yeni şeyhülislâmlar, sudur-u kiram, Nakşibendî tarikatı şeyhlerinden (…) Mevlevî şeyhlerinden (…), Halvetîlerden (…) Padişah da kafes arkasından gözetleyip dinledikleri halde görüşmelere başlandı.” [19]
Osmanlı Devleti yöneticileri ve “Osmanlı Devleti yolundaki” şeyhlerin kararı sonucunda 4 Zilhicce günü önemli Bektaşî önderleri idam, diğerleri sürgün edilecek; Bektaşî tekkelerinin çoğu yıkılıp yakılacak, geri kalanlar camiye çevrilecek, yani daha önce kiliselere yapılan uygulamaya tâbi tutulacak; tüm mallarına el konulacak; bir tek Hacı Bektâş Tekkesi açık bırakılacak, ama onun da başına Bektaşî düşmanı Nakşibendî şeyhi getirilecekti. Kalan Bektaşî halkın da ehl-i Sünnet yapılması yönünde genel bir seferberlik başlatılacaktı.[20] Böylece Osmanlı, kuruluşunda temel rol oynamış olan heterodoks geleneğin son öğelerini de üstelik yüzyıllardır tasfiye etmeye çalıştığı Kızılbaş halka sırtını dönüp, kendisiyle iş birliği yaptırdıktan sonra tasfiye edilecekti.
Özetle Bektaşî Dergâhı’nın Yeniçeri Ordusu ile olan ilişkisi, ordunun kuruluşunda da tasfiyesinde de dramatik bir muhteva taşıyacaktı. Osmanlı’ya hizmet, bu devşirme hanedanın ihtiyaçlarınca belirlenmiş ve bu ihtiyaç bitince de sadece Yeniçeri değil, Kızılbaş halkın sisteme boyun eğdirilmesi ve Yeniçeri’nin eğitiminde temel işlev gören Dergâh da tasfiye edilmiştir. Çünkü gelinen noktada Devlet, boyun eğmiş de olsa bu heteredoks örgütlenme ve yoruma tahammül edemeyecek denli ortodoks bir zihniyetçe fethedilmiştir. Esasen çok daha önceleri düşünülen bu tasfiye, Yeniçeri’nin silâhlı gücünün dergâhı koruyan şemsiyesi nedeniyle, Yeniçeri’nin tasfiyesi sonrasına sarkıtılmak zorunda kalmıştı.
Yeniçeri’nin bu kanlı tasfiyesi kuşkusuz, Osmanlı’nın niteliğinde bir değişim anlamına gelmiyor. Kapıkulu devleti, kendi topyekûn çürümesine çare ararken, en çürümüş parçasını, artık kendisi için taşınamaz bir yük haline gelen bir uzvunu kesip atıyordu ve sorun bundan ibaretti. Ancak bu tasfiyeyle birlikte Bektaşî Dergâhı’nın da tasfiye edilmesi, sonradan girilecek reformlar süreci açısından olumsuz bir katkı yapacaktır. Nitekim Bektaşî Dergâhı’nın tasfiyesiyle onun tuttuğu toplumsal ve siyasal etki alanının diğer Sünnî tarikatlara verilmesi, daha sonra Batinin zoru veya ona öykünerek yapılacak reformların toplumsal ve siyasal temelinin zayıflaması sonucunu yaratacaktı. Oysa tam tersine Bektaşîliğin önü açılmış olsaydı, Türkiye daha sonra girdiği Batılılaşma yöneliminde, en azından güçlü bir toplumsal-kültürel dinamiğe sahip olacaktı.
Sorunun değerlendirilmesi gereken çok önemli bir diğer yanı ise Osmanlı’da Yeniçeri-Bektaşî ilişkilerinin, bizzat Alevî tarih bilincinde yarattığı tahribattır ki buna ilişkin ya çok az söz söylendi veya söylenenler de sorunun özüne inmekten uzak kaldı.
***
Osmanlı’nın Alevî kırımları dâhil Osmanlı olmayan toplumların diz çöktürülmesinde temel bir işlev yüklenen Yeniçeri Ordusu, yukarıda da gördüğümüz gibi Bektaşî Dergâhı’na bağlıdır. Bu ise özellikle Alevî tarih yazımı açısından çok ciddî bir ideolojik probleme tekabül etmektedir. Bektaşîliğin genel olarak barışçıl/pasifist bir dünya görüşü olmasına, hatta Kızılbaş geleneğindeki ayaklanmacı, direnmeci kültürü zayıflatacak denli barışçıl/pasifist bir felsefenin oluşturucusu olmasına karşın, bir savaş aygıtı olan Yeniçeri, ideolojik gıdasını Bektaşî tekkelerinden almıştır. Bu çok ciddî problem; Yeniçeri’nin, Alevî kırımlarında oynadığı rol ile birleşince daha da dramatik bir hâl alıyor.
Bektaşîlik, bu sorun özgülünde, bir yandan barışçılığı kutsar ve çok da iyi bir şey yaparken, diğer yandan talan ve kırımların aracı bir mekanizmanın ideolojik biçimlendirilmesiyle ilişkili olmanın ağır yükü altına girmektedir. Kaldı ki salt Yeniçeri ile özdeşleşme problemi değildir bu; Osmanlı’nın kuruluşu ve gelişiminin, diğer Türkmen Beylikleri ve diğer halkların birikiminin talanı pahasına geliştiği gerçeği, problemin daha derinlerde sorgulanmasını gerektiriyor. Bunun bilincine varamayan bir Alevîliğin, iktidar olanağı bulduğunda, başka halklar ve inançlar aleyhine yozlaşma potansiyelini içinden silip atması mümkün olmayacaktır. Ki bunun günümüz koşullarındaki tezahürü de Alevîliği salt bir inanç-ibadet hakkı ve folklora indirgeyip, bu haklar uğruna egemen güçlerle iş birliğine girilmesidir.
***
Oysa Alevîliği Alevîlik yapan, yani ideolojik şekillenmesini sağlayan şey, bizzat onun karşı çıktığı ezilme ilişkileridir. Arap ordularının, başta Türkler olmak üzere zorla egemen oldukları diğer halklara dayattıkları İslâmiyet’in, revizyondan geçirilerek hümanist bir kalıba dökülmesidir, Alevîlik. Bunun devamı olarak da “kendilerinden” çıkan Selçuklu ve Osmanlı egemenlerin vergi ve askere alma, tebaa yapma ve Sünnîleştirme dayatmasına ve bunu izleyen baskı ve dışlanmaya karşı direnişleri sürecinin ürünü olarak olgunlaşmış bir dinsel kültürdür, Alevîlik.
Kuşkusuz Türkmenler ve Türkmen Beyliklerinin başlangıç dönemindeki göç ve yerleşimler sırasında gerçeklesen saldırı ve savunma savaşları ve bu sırada gerçeklesen talanlar anlaşılabilir ekonomik ve kültürel nedenlere dayanıyordu. Hatta bu ilk dönemler için Alevî ve Hıristiyan halkın kısa zamanda iç içe girmesi, evlenmesi, benzeşmesi, aynı köyleri kendine mekân tutması da hep bu sürecin kendi doğallığı, kendiliğindenliği, dolayısıyla tarihi olarak masumluğunun yansımalarıdır. Ancak bu işin daha sistematik, örgütlü ve politik çizgi (gaza ideolojisi) haline getirilmesine bağlı olarak, söz konusu bu mazeret artık geçersizdir. Başkalarının birikimlerinin talanı üzerine oturan bir geleneğin, bunun bir devlet politikası olarak uygulanmasının, hele ki anne babalarından zorla el konulmuş gayrimüslim çocuklardan bir savaş aygıtı yaratılmasına ideolojik yataklık yapmanın kabul edilebilir hiçbir yani olamaz.
Özetle bir yandan Osmanlı’ya, Selçuklu’ya ve tüm ezme ilişkilerine karşı biçimlenmiş bir Türkmen Alevîliği, diğer yandan, bu ezme ilişkilerinin ilk oluşumuna doğrudan katılmış bir başka Türkmen Alevîliği ile karşı karşıyayız ve her ikisi de gerçektir. Sağlıklı bir çözümleme açısından, Alevîliğin de tarih içinde biçimlendiği, bu süreçte doğal olarak zigzaglar çizdiği, bölündüğü gerçeğini kabul etmeliyiz.
Bu durum Bektaşî geleneğinde daha somuttur. Alevî geleneğinin teorize edilmesi, medenîleştirilmesi ve örgütlendirilmesi gibi olumlu kaygılarla biçimlenen yönelim, ne yazık ki egemenlere karşı kendini koruma başarısı gösterememiştir. Nitekim Bektaşî Dergâhı’nın, Hace Bektâş Veli sonrasında Osmanlı kurumlaşmasıyla iş birlikçiliğe bağlı yozlaşması bunun bariz bir sonucudur. Bu açıdan, Y. N. Öztürk’ün, “Yeniçerilik Bektaşîlikten etkilenmemiştir, tersine Bektaşîlik ondan etkilenmiştir” yargısı, Hoca Bektâş felsefesinin barışçıl bir felsefe olduğu gerçeği çerçevesinde bize doğru görünmektedir. Biçimsel olarak Yeniçeriler Bektaşî olmuştur; ama muhteva olarak Bektaşîlik Yeniçerileşmeye uğrayarak bozulmuştur. Bu yargı ise bazı Alevî yazarlara ters gelmekte ve barışçıl karakteri nedeniyle Bektaşîliğin yeniçeri geleneğinden etkilenmiş olamayacağı iddiasıyla reddedilmektedir. Oysa Osmanlı’nın Bektaşîlikten etkilenmesinin basit sonucu barışçıl bir yönelime girmesi durumu ile değil, tam tersine Alevîliğin kendi içinde parçalanması ve bir parçasının Osmanlı’nın savaşçı, baskıcı ve kolonizatör kimliğine yedeklenmesi gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Etkilenmenin örneğini elbette ki Hoca Bektaş’ta aramamak gerekiyor; kaldı ki O zaten Osmanlıların kuruluşundan çok önce (1271) ölmüş bulunmaktadır. Etkilenen, etkilenmekten öte, onunla ve Osmanlı devlet geleneğiyle bütünleşen, tarikatın sonraki sürdürücüleridirler. Öyle ki bunlar, Balkanlar başta olmak üzere Osmanlı’nın kolonizasyon politikasının uygulayıcıları olmuşlardır. Ortodoks olmayan anlayışları, Hıristiyanların İslâmlaştırılmasında kolaylaştırıcı bir işlev görmüştür.
Zaten bizzat, I. Melikof’un da belirttiği gibi; “İlk Osmanlı Sultanları tarafından fethedilen ülkeleri Türkleştirmek ve İslâmlaştırmakla görevli kolonizatör dervişler olan Bektaşî Tarikatı, XIV. yüzyılda Yeniçeriler ordusuna bağlandı. Osmanlı gücünün kolu ve seçkin ordusu Yeniçeriler, İslâmî kabul etmiş Hıristiyan çocuklar arasından devşirilmekte ve Türk çevrelerde yetiştirilmekte idiler. Bu asker ocaklarının, yeni alınan ülkeleri İslâmlaştırmakla görevli bir dervişler tarikatına bağlanışının açıklaması buradadır. Böylece Bektaşîler, yeni alınan ülkelerde, Osmanlı propagandasının aracı oldular. Tarikatın Balkanlar’da ve Arnavutluk’ta gelişmesinin sebebi de budur.” [21] Dolayısıyla bu noktada Bektâş-ı Veli’nin kendisi ve Abdal Musa, Kalender Çelebi gibi kimi takipçileri ile Bektaşî geleneğinin bütünü, birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir.
Diğer yandan vurgulanması gereken bir durum da Bektaşî Dergâhı, “Babaîlik istitaleleri mahiyetinde olan sair mümasil heterodoks tarikatları arasında en mühimi değil (iken); bu ehemmiyetini, XIV-XVI. asırlar arasında, yani diğer heterodoks zümreleri kendi içine alıp erittikten sonra” [22] kazandığı gerçeğidir. Köprülü’nün de belirttiği gibi, Bektaşîlik diğer heterodoks dergâhların ve halkın aleyhine Osmanlı’yla iş birliği yapması ve
Yeniçeri’nin yatağı olmasından sonra hızla büyüyecektir. Kuşkusuz bu yargımız Hacı Bektaş’ı, onun Alevî düşüncesinin sistematizasyonundaki önemini, dolayısıyla Alevî felsefesi açısından bir ilerleme ve olgunlaşma olduğu gerçeğini en küçük anlamda gölgelemez; ancak eserleri ve örgütlenmeleriyle Osmanlı baskısını aşıp günümüze gelememiş olan Vefaiye, Kalenderîye, Haydarîye, Hurufîlik vb. diğer heterodoks akımlarla kıyaslama şansına da sahip değiliz. Kesin olan bir şey var ki o da, Bektaşî Dergâhı Osmanlı’yla bütünleşirken, diğer Alevî dergâhları tasfiye edilmiş, Kızılbaş geleneğini sürdüren halkın ensesinde ise boza pişirilmiştir. Bu Dergâh’tan Kalender Çelebi gibi, Abdal Musa gibi geleneğe uygun Kızılbaş önderleri çıkmış olsa da Dergâh’ın kendisi, Başkent İstanbul ve Balkanlardaki kurumları başta olmak üzere, Osmanlı karşısında ağırlıkla işbirlikçi bir tutum içinde olmuştur.
***
Özellikle Anadolu’daki ayaklanma ve kırımlar sürecinde Dergâh’ın konumu, her zamankinden büyük önem kazanacaktır. 1501’de ölen Mürsel Balî oğlu Yusuf Balî’nin yerine Dimetoka’dan getirilerek Hacı Bektâş Dergâhı’nın başına geçirilen Resul Bali’nin oğlu Balım Sultan, 1516’ya kadar Dergâh’ın başında kalacaktır. Balım Sultan, Tarikat’ın tarihinde çok önemli bir isimdir. Şemsettin Sami’nin Kâm’usü’l-A’lam’ında da belirtildiği gibi Tarikat’ın ayin ve adabı Balım Sultan tarafından konulmuştur. Öyle ki pek çok araştırmacı, bu nedenle Onu Bektaşîliğin “esas kurucusu” olarak tanımlamaktadır.[23] Bununla birlikte O, Kızılbaşlık tarihi açısından üzerinde ağır bir gölge taşımaktadır. Çünkü “II. Bayezit tarafından Anadolu’daki Kızılbaşları, Şiî-Safevî etkisinden kurtarmak için onu vazifelendirip Hacı Bektâş Dergâhı’nın başına” [24] gönderdiği bir “görevli” durumundadır. Oysa bu dönem, Anadolu Kızılbaşları ile Osmanlı arasındaki ilişkilerin giderek koptuğu, Kızılbaşların hem çok ağır ekonomik koşullarda yaşamaya mahkûm edildiği hem de “defter edilip” onbinlerce öldürüldüğü bir dönemdir. Balim Sultan’ın II. Bayezit ile bu yakın ilişki ve misyonu nedeniyle Dergâh’tan da umudunu kesen Anadolu Kızılbaş halkı, bu dönemde, Şahkulu İsyanı ile başlayarak peş peşe ayaklanmaya başlayacaktır. Dolayısıyla Bektaşî önderliğinin bu dönemki niteliği, yoksulluk ve dışlanmayla boğuşan Kızılbaş halk açısından oldukça problemli bir durum oluşturmaktadır. Alevî halkın artık sabrının sonuna gelerek ayaklanmalar dönemine gireceği bir zamanda Bektaşî Dergâhı’nın başında, Balkanlar’dan getirilmiş ve Osmanlı iktidarıyla iyi ilişkiler içinde olan bir postnişin oturmaktadır. İşte Balım Sultan ile Osmanlı iktidarı arasındaki bu ilişki nedeniyle Anadolu halkı Dergâh’tan kestiği umudunu Şah İsmail’e yönlendirecektir. Pir Sultan Abdal’ın, Şah İsmail’e hitaben, “Hacı Bektâşoğlu’na günahkâr gördüm / Aradım isyanı özümde buldum / Yüzümün karasın elime aldım / Aman Şahım mürüvvet deyu geldim” [25] deyişi bu duyarlılığı yansıtacaktır.
Gerek bu ayaklanmalar gerekse de 1514’te Yavuz ile Şah İsmail arasındaki Çaldıran Savaşı’na eşlik eden Alevî kırımları sürecinde sessiz kalan Bektaşî Dergâhı, Balım Sultan’ın ölümü sonrasında postnişin olan Yusuf Bali oğlu Kalender Çelebi döneminde tam tersi yönde değişmeye başlayacak, elini Osmanlı’dan çekip halka uzatacaktır. Safevî, yenilmiş olmasına ve öncekine göre çok daha umutsuz bir dönemde yaşanmasına karşın Kalender Çelebi önderliğinde Dergâh, Kızılbaş halkın dertleriyle bütünleşmeye başlayacak ve giderek Osmanlı’ya karşı başkaldırının merkezine dönüşecektir. Ne ki bu siyasette gecikmiş bir ayaklanmadır; iç ve dış yenilgilerin neden olduğu toplumsal yorgunluk ve yalnızlığın dezavantajlarını taşımaktadır. Dolayısıyla gerek Anadolu halkına gerek Safevî Türkmen devletine karşı zaferlerle kendini güçlendirmiş Osmanlı Devleti karşısında yenilmek kaderi ile karşı karşıya kalacaktır. Kalender’in de yenilgisi ve başsız kalması sonrasında Dergâh, aynı zamanda yapısal bir bölünmeye uğrayacaktır.
Kalender Çelebi Ayaklanması’nın ezilmesinden sonra Osmanlı, tüm Kızılbaş direniş odaklarını ezmesi yanı sıra, denetimden çıkmış olan Hacı Bektâş Dergâhı’nı da cezalandırma bağlamında kapatacaktır. Ancak 26 yıl süren bu kapatılma döneminden sonra Osmanlı, 1552 yılında Sersem Ali Paşa’yı “Sersem Ali Baba” yaparak Dergâh’ın başına postnişin ol..
Erdoğan AYDIN