Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaPolitikaTürkiyeDünya Ekonomisi ve Proletarya Sosyalizmi

Dünya Ekonomisi ve Proletarya Sosyalizmi

Savaşın ilk dönemi kapitalizmin krizini değil (sadece burjuvazi ve proletaryanın en izanlı zihinlerince görülen belirtileri) fakat “Sosyalist” enternasyonalin çöküşünü doğurdu. Birçoklarının sa­dece her ülkedeki iç ilişkileri incelemekle açıklamaya çalıştığı bu olgu, bu bakış açısından tatmin edici bir şekilde açıklanamaz. Çün­kü Proletarya hareketinin başarısızlığı dünya ekonomisinin sınırlan içindeki “kapitalist devlet tröstlerinin” eşitsiz durumlarının bir so­nucudur. Nasıl ki dünya kapitalizminin eğilimlerini analiz etmeden modern kapitalizmi ve bunun emperyalist politikasını anlamak mümkün değilse, dünya kapitalizmini analiz etmeden Proletarya hareketinin temel eğilimlerini de anlamak mümkün değildir.

Sermaye emeğin varlığını, emek de sermayenin varlığını gerek­tirir. Kapitalist üretim tarzı, her biri bir diğerinin varlığını gerekti­ren kişi ve sosyal sınıflar arasındaki belli ilişkidir. Bu açıdan bakıl­dığında, hem kapitalistler ve hem de işçiler aynı kapitalist toplu­mun üyeleri, tamamlayıcı parçaları ve kutuplarıdır. Kapitalist top­lum var olduğu sürece, bu zıt sınıflar arasında karşılıklı bağımlılık da söz konusudur. Bu karşılıklı bağımlılık, özetle birbirine zıt olan nispî çıkarlar dayanışması şeklinde kendini gösterir.Bu çıkarlar”dayanışması” geçici bir dayanışma olup, aynı sınıfın üyelerini bir araya getiren kalıcı bir dayanışma değildir. Burjuva ekonomi poli­tiği ve onun “sosyalist” izleyicileri sınıf mücadelesi için sosyal öl­çekte geçici, anlık alanı gerekli olarak belirtiyorlar, ormandaki ağaçları görmüyorlar ve kaçınılmaz olarak sadece finans kapitalin basit uyduları görevini yerine getiriyorlar.

İşte size bir örnek. Herkes, işçi sınıfının yavaş yavaş ortaya çıkmaya ve kendilerini küçük işletmelerden koparmaya başladığı ve patronlar ve işçiler arasındaki güya pederşahi ilişkilerin hüküm sürdüğü kapitalist çağın başlangıcında işçi çıkarlarını, kendini sö­mürenin çıkarıyla özdeşleştirdiği bilinmektedir.

Özetle, birbiriyle tamamen zıt olan bu çıkar özdeşleşmesi kuş­kusuz tesadüfi değildi. Bunun tam da gerçek bir temeli vardı. “Kendi işletmemiz ne kadar iyiyse, benim için de o kadar iyi ola­caktır”, işçilerin gerekçeleri o zaman böyleydi. Bu gerekçe, verili işletmenin yarattığı toplam değerlerdeki artışla birlikte ücretlerin de artacağı ihtimaline dayanıyordu.

Aynı psikozu diğer varyasyonlarda da görüyoruz. Gerçekte, İn­giliz işçi sendikalarının, “zanaat ideolojisi” diyelim, söyledikleri nedir? Burada da temelde aynı fikri görüyoruz: İşçileri ve sanayi­cileri içine alan üretimimiz, üretim alanımız her şeyden önce bü­yüyüp gelişmelidir. İşçiler böyle demektedir. Dıştan gelecek mü­dahalelere müsamaha edilmemelidir.

Son zamanlarda oldukça vasıflı işçilerin bulunduğu işletmeler­de bu pür mantıki patronizme benzer durumları görüyoruz. Örne­ğin bu gibi işletmeler tanınmış Amerikalı pasifist (ve, aklıma gel­mişken, savaş müteahhidi) Ford’un fabrikalarıdır. Fabrikaya işçiler özenle seçilmiştir. Çok yüksek ücret alırlar, kendilerini fabrikaya adamak koşuluyla çeşitli primler ve kârdan pay alırlar. Sonuç ola­rak, aldatılan işçiler patronları uğruna kendilerini feda ederler.

Daha geniş bir ölçekte ele alırsak, aynı olguyu, “ulusal sanayi­in”, “ulusal emeğin” vs. korunması politikalarına sahip olan güya işçi sınıfı korumacılığı denen kavramda buluruz. Bu ideoloji A-vustralyalı ve Amerikan işçilerinin büyük bir kısmının beynini yıkamaktadır: “Biz”, (yani hem kapitalistler ve hem de işçiler) de­mektedirler, ulusal sanayimizle aynı ölçüde ilgilenmekteyiz. Çün­kü işverenlerimiz ne kadar çok kâr elde ederse, ücretlerimiz de o kadar çok artacaktır.

Çeşitli işletmeler arasındaki rekabetçi mücadele sürecinde, hepsinin durumu her yerde aynı değildir. Oldukça vasıflı emeğe sahip olan işletmeler her zaman ilk sırayı alırlar, her zaman ayrıca­lıklıdırlar. Toplumda yaratılan artı değerin içindeki payları olduk­ça büyüktür. Zira bir yandan diferansiyel kâr, diğer yandan da (gü­nümüzde) kartel rantı elde ederler. Böylece verili bir üretim dalın­da sermaye ve emeğin çıkarlarının geçici karşılıklı bağımlılığına temel oluşturulur. Bu öyle bir durumdur ki emeğin sermayeye ver­diği, görevi nedeniyle değil fakat aşkı ve sadakati nedeniyledir.

Kapitalistler ve işçiler arasındaki böylesi bir “çıkar dayanışma­sının” geçici bir karakterde olduğu ve (ne “olması gerektiği” açısın­dan) proletaryanın tutumunu belirleyemeyeceği açıkça ortadadır. İş­çiler sonsuza kadar patronlarının eteklerine tutunsalardı, greve gide­mezler ve işverenler de onları tek tek ayartarak sindirebilirlerdi.

Bununla beraber proletarya, tek ve geçici çıkarları, genel ve ka­lıcı çıkarlardan ayırt etmeyi öğrenemeyeceğinden, beyni bu dar kavramla yıkanacaktır. Beyninin yıkanmasının üstesinden gelmek ancak sınıf mücadelesinin alanı genişlediğinde, işyerine olan bağ­lılık yıkıldığında, işçiler biraraya geldiğinde ve kapitalist sınıfın karşısında keskin bir zıt güç oluşturulduğunda gelinir. Bu yolla pe­derşahi dönemin üstesinden, tekil işletmenin işçileri ve patronları arasındaki bağ koptuğunda gelindi. Bu yolla vasıflı işçileri örgütle­yen sendikaların “zanaat ideolojisi” ortadan kalktı.

Bununla beraber, kapitalist ve işçiler arasındaki bağı büyük öl­çüde koparan ve ilke olarak bu sınıfları ve örgütlerini birbirine düşman sınıf ve örgütler halinde karşı karşıya getiren 19. yüzyıl sonu, işçi sınıfıyla, burjuvazinin en büyük örgütü olan kapitalist devlet arasındaki bağlan ortadan kaldıramamıştır.

İşçi sınıfının örgütüyle olan bağı, ifadesini işçilerin vatansever­liği ideolojisinde (“sosyal-patronizm”) ve işçi sınıfının hizmet ede­ceği vatan fikrinde bulur.

Tüm bu belirttiklerimizden sonra bu olgunun maddi temeli, dikkati­mizi dünya ekonomisine çevirdiğimizde daha belirgin hale gelecektir.

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başından itibaren rekabetçi mücadelenin büyük ölçüde dış pazarlara taşındığını yani bu reka­betin dünya pazarlarında gerçekleşen bir rekabet halini aldığını gördük. Böylece, kapitalist devlet tröstüne dönüşen sermayenin devlet örgütü, “vatan”, tekil işletmelerin yerini aldı ve dünya are­nasında tüm ağırlığıyla ortaya çıktı.

Bu açıdan, öncelikle emperyalist ülkelerin koloni politikasına göz atmalıyız.

Bugünlerde ılımlı enternasyonalistler arasında koloni politika­sının işçi sınıfına zarardan başka bir şey getirmeyeceğine ve bu ne­denle reddedilmesine inananlar vardır. Dolayısıyla kolonilerin hiç­bir surette kârlı olmadığı ve hatta burjuvazi açısından masraflı ol­duğunu ispatlama arzusundadır. Böyle bir bakış açısı örneğin Ka-utsky tarafından ortaya konmuştur.

Ne yazık ki teorinin yetersizliği söz konusudur. O da yanlış bir teori olmasıdır. Koloni politikası büyük güçler için çok büyük gelir kaynağıdır, yani hakim sınıflar “kapitalist devlet tröstleri” için. Bur­juvazinin koloni politikasını izlemesi işte bu nedenledir. Durum bu olduğunda, sömürülen kolonilerin ve fethedilen yerlerdeki insanlar pahasına işçilerin ücretlerinin artırılması ihtimali ortaya çıkar.

Bu gibi hususlar tamamıyla büyük güçlerin koloni politikaları­nın bir sonucudur. Bu politikanın faturası kıta Avrupasının ve İn­giltere’nin işçilerince değil ama kolonilerde yaşayanlarca ödenir. Kapitalizmin tüm kan ve pisliği, korku ve utancı ve modern de­mokrasinin hırs ve vahşiliği kolonilerde yoğunlaşmıştır. Şu ah için Avrupalı işçiler kazançlıdır çünkü “endüstriyel refah” nedeniyle işçilerin ücretlerinde az da olsa bir artış sağlanmıştır.

Avrupa ve Amerika sanayilerinin nispî “refahı”, koloni politi­kası şeklindeki güvenlik valfinin açılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu yolla “üçüncü kişilerin” (prekapitalist üreticiler) ve koloni emeği­nin sömürülmesi Avrupalı ve Amerikalı işçilerin ücretlerinde bir artış meydana getirmiştir.

Oldukça önemli olan bir hususu burada belirtmemiz gerekir: “kapitalist devlet tröstlerinin” hepsinin koloniler, sürüm pazarları, hammadde pazarı, sermaye yatırım alanları, ucuz emek için yap­tıkları girişimlerde eşit başarıya ulaştıklarından söz edilemez. İn­giltere, Almanya ve Birleşik Devletler dünya pazarında tüm hız ve başarılarıyla yürürken, Rusya ve İtalya tüm emperyalist gayretleri­ne rağmen, çok güçsüz göründüler. Bu yolla birkaç büyük emper­yalist güç, dünya tekeli üzerinde hak iddia eder hale geldi. Diğer devletler karşısında kendilerinin “rekabet edilmeyecek” birer güç olduklarını gösterdiler.

Ekonomik yönden durum şöyledir. Dünya artı değeri dünya pazarı için yapılan mücadele sonucunda bölüşülür. “Ulusal ekono­minin” çerçevesi içinde olduğu gibi, aynı şey dünya ekonomisi sı­nırları içinde de geçerlidir. Daha güçlü olan rakip (bu rakibin gücü üretim yapısı, devletin militarist aygıtının gücü, “doğal tekeller” nedeniyle yerel güce sahip olma vs. gibi çok çeşitli unsurlarca ar­tar) süper kâr, bir çeşit diferansiyel kâr (üretimin çok üstün yapısı nedeniyle) ve bir çeşit kartel rantı (tekelleri güçlendiren militarist aygıtın baskısı nedeniyle) elde eder.

Emperyalist devlet tarafından elde edilen süper kârlar öncelikle vasıflı işçilerin olmak üzere işçi sınıfının kimi katmanlarının ücret­lerinin artmasını sağlar.

Böylesi bir olgu çok önceden de gözlemlenmişti. Friedrich En-gels İngiltere’nin dünya pazarındaki tekelci konumunu ve İngiliz proletaryasının muhafazakarlığını belirtirken bunlara değinmişti.

Proletaryanın, kolonilerin yağmalanmasmdaki nispî çıkarı ne­deniyle burjuvazinin, emperyalist devletin örgütlerinin patronlarıy­la olan bağlan gelişti ve güçlendi. Sosyalist literatürde bu psikoloji ifadesini, sosyal demokrat oportünistlerinin “devlet” anlayışında buldu. Her fırsatta uygulanan bu “devlet bilgeliği” devrimci Marksizmi tamamen terk etmeyi ifade eder.

Marx ve Engels devleti, hakim sınıfın karşı sınıfı askeri ve po­lis gücüyle yerle bir eden bir örgütü olarak gördüler. Gelecekteki toplumda devlet diye bir şeyin olmayacağını öngördüler. Bunun nedeni basitti, sınıflar da olmayacaktı. Proletaryanın geçici hakim sınıf rolünü oynadığı Proletarya diktatörlüğünün geçiş döneminde, ortadan kaldırılmış sınıfları yola getirmek için işçi sınıfının devlet gücünün güçlü bir aygıtının olmasını talep ediyorlardı. Burjuvazi­nin karşı koyucu devlet aygıtı karşısındaki davranışları, çok güçlü bir nefretti ve diğer “devlet adamlarını” acımasızca eleştiriyorlar­dı. Ve bu devrimci bakış açısı ve kendilerince çok iyi bilinen ve iş­çilerin vatanının olmadığı şeklinde belirttikleri Komünist Manifes­to’daki tez arasında su götürmez bir bağ vardır.

Marksizmin sosyalist taklitçileri, Marx ve Engels’in devrimci mücadelesini rafa kaldırıyorlar. Onun yerine “gerçek patronizm” ve “gerçek devletçilik” teorileri gibi hakim burjuvazinin sıradan patronizm ve devletçiliğinden hiç farklı olmayan teoriler ortaya çıktı. Böyle bir ideoloji Proletaryanın, kapitalist devlet tröstlerinin “büyük -ulus politikasına” katılışının organik gelişmesiydi.

Büyük savaşın başlamasından sonra burjuva devletinin eteğine sıkı sıkıya sarılan önde gelen kapitalist ülkelerin işçi sınıflarının, burjuva devletine yardımda bulunmaya başlamasına şaşmamak ge­rekir. Proletarya daha önceki gelişmelerle buna hazırlanmıştır. Proletaryanın, finans kapitalin devlet örgütüyle olan bağlantısı bu­nu ortaya çıkarmıştır.

Bununla beraber, proletaryanın zımni olarak rıza göstermesiyle veya yetersiz öfkesi nedeniyle başlayan savaş, proletaryaya sava­şın başına sardığı belaya kıyasla emperyalist politikadan aldığı pa­yın bir hiç olduğunu gösterdi.

Bu yolla, emperyalizmin krizi ve Proletarya sosyalizminin ye­niden canlanışı ortaya çıktı. Emperyalizm gerçek yüzünü Avrupa işçi sınıfına gösterdi. Bu zamana kadar emperyalizmin sömürge-lerdekilere barbar, yıkıcı ve savurgan davranışları vardı. Şimdiler­de ise faaliyetlerini kana susamış bir şekilde Avrupalı emekçilere yöneltmektedir. Avrupalı işçilerin emperyalizmin koloni politikası* * nedeniyle elde ettiği bir kaç fazla kuruş, katledilen milyonlarca iş­çinin, savaşın tükettiği milyarların, pişkin militarizmin korkunç baskılarının, hayat pahalılığı ve açlığın yanında nedir ki!

Savaş, işçileri patronlarına bağlayan son zinciri de kırmaktadır. Hedef, proletaryanın emperyalist devlete köle gibi boyun eğme-sidir. Proletarya felsefesinin son sınırı da ortadan kaldırılmaktadır, yani ulus devlete olan dar görüşlü bağlılığı, yurtseverliği. Emper­yalizm ve emperyalist devletle olan bağlardan sağladığı geçici avantajlar ve geçici çıkarlar, sınıfının sürekli ve geçici çıkarları ve silahla finans kapitalin diktatörlüğünü ortadan kaldıran, burjuvazi­ye karşı yeni bir güç oluşturan ve devlet aygıtını yok eden ulusla­rarası proleteryanın sosyal devrim fikriyle karşılaştırıldığında ikin­ci plana düşmektedir. Dünya ekonomisinin üretken güçlerini el pençe divan durduran burjuva devletinin sınırlarını koruma veya genişletme fikri yerini ulusal sınırların kaldırılması ve tüm insan­ları tek bir sosyalist aile içinde birleştirme sloganına bırakmakta­dır. Bu yolla Proletarya çok elim arayışlardan sonra, kendini dev­rim yoluyla sosyalizme götürecek gerçek çıkarlarını anlar

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments