Çağdaş Alman Edebiyatı’na giriş için dayanak noktaları ararken, şunu gözönünde bulunduralım: Bugün edebiyat ürünleri diye adlandırdığımız şeyler yalnızca yurt dışında basılıyor ve bunların tümü dışarda okunuyor. Böylece “halkçılık” kavramının edebiyatta kullanımı garip bir anlam kazanıyor. Yazar, birlikte yaşayamadığı halkı için yazmak zorunda.Aslında, konuya biraz daha yakından bakarsak, yazarla halkın arasındaki aralığın o kadar da büyük olmadığını görürüz. Şimdilerde bu aralık sanıldığı kadar büyük değil, eskilerde ise bu aralık göründüğü kadar küçük değildi.
Egemen olan estetik görüşü, kitap fiyatları ve polis, yazarla halk arasına her zaman hatırı sayılır bir uzaklık koymuşlardır.Ama uzaklığın büyümesini yalnızca “dışsal” bir olay biçiminde gözlemek yanlış ve gerçekçiliğe aykırı. Bugün halka dönük bir biçimde yazmak için kuşkusuz özel çabalar gerekli. Bunun yanında halkçı yazmak kolaylaştı ve zorunluluğa dönüştü. Halk, yukarı tabakadan seçilir biçimde ayrıldı, ezenler ve sömürenler açıklığa çıktı, bu kimseler halkla gözden uzak tutulamayacak olan kanlı bir savaşa girdiler. Belirli bir saf’a tutunmak ise kolaylaştı. “İnsanlar” arasında, denebilirse, açık bir savaş patlak verdi.
Gerçekçi yazış tarzına gereksinme, bugün öyle kolayca kulak arkası edilemez. Bu konu apaçık ortada. Egemen sınıflar yalana eskisinden fazla yakınlık gösteriyorlar, hem de usturuplu yalanlar bunlar. Gerçeği söylemek zorunlu bir görevdir her zaman. Acılar büyüdü, acı çekenler çoğaldı. Kitlelerin büyük acıları yanında küçük zorluklarla uğraşılması, küçük grupların karşısına çıkan zorluklarla ilgilenilmesi çok gülünç, nefret uyandırıcı.
Gittikçe artan barbarlığa karşı tek dostumuz var: halk, barbarlığın altında ezilen halk. Yalnızca ondan bir şey beklenebilir. O zaman halka dönmek ve olabildiği kadar onun diliyle konuşmak her zamankinden daha çok gerekli.
Böylelikle “halkçılık” ve “gerçekçilik” kavramları kaynaşıyorlar. Geniş, çalışan kitlelerin dileği, edebiyat yoluyla yaşamdaki olayların gerçeğe sadık bir biçimde verilmesidir; olayların gerçeğe sadık yansıtılması, halk, yani çalışanlar yararınadır; bu nedenle edebiyat halk için kesinlikle anlaşılabilir ve verimli, yani halka dönük olmalıdır. Buna rağmen kimi önerilerin içinde kullanılacak ve eriyecek olan bu kavramların, önerilerden önce özenli bir biçimde ayıklanıp temizlenmesi gerekmektedir. Bu kavramları, kesenkes açıklanmış, tarihsellikten yoksun, açık, temiz kavramlar diye ele almak yanlıştır (“Bununla ne denmek istendiğini hepimiz biliyoruz, kılı kırk yarmayalım”). “Halkçılık” kavramının kendisi tek başına, fazlasıyla halkçı değildir. Bunun tersine inanmak, gerçekçiliğe ters düşer. Sonu “lık” ekiyle biten bir dizi kavram dikkatle incelenmelidir. Bu arada akla hemen “faydacılık”, “egemenlik”, “kutsallık” geliyor; “halkçılık” kavramının da kendine özgü, kutsal ve görkemli, kuşku uyandırıcı bir anlamı olduğu biliniyor, bu gerçeğe kulaklarımızı tıkayamayız.
Şiirsel birtakım biçimler içinde “halk”, özellikle boşinan dolu ya da daha doğrusu boşinanları diriltici bir unsur olarak yansıtılır. Burada halkın değişmez özellikleri vardır, kutsallaştırılmış görenekleri, sanat biçimleri, töreleri, alışkanlıkları, dindarlığı, kalıtımsal düşmanları, yenilmez gücü, vb. Bunun yanında işkence edenle işkence edilen, sömürenle sömürülen, yalan söyleyenle yalan söylenen arasında garip bir aynılık göze çarpar ve hiç bir zaman çalışan, çok sayıda “küçük” insanla yukarıdakilerin çelişkisi yansıtılmaz.
“Halkçılık” kavramı yoluyla gerçekleştirilen birçok aldatmacanın uzun ve çapraşık bir tarihi vardır, yani sınıf çatışmaları tarihidir bu. Burada konuya derinlemesine inmek istemiyorum, ama halkçı sanatı gereksindiğimizi söylerken ve bu arada azların ezdiği çoklardan, üretenler sınıfından, uzun zaman politikanın nesnesi olmuş, ama öznesi olması gereken “halkın kendisi”nden söz ederken, geniş halk kitlelerine yönelik sanatı vurgularken bu aldatmacayı göz önünde tutacağız. “Halk”ın gelişiminin uzun zamandır güçlü kurumlar tarafından geri bıraktırıldığını, gelenek ve göreneğin oluşturduğu güçle, yapay biçimde ağzının tıkandığını ve “halkçılık” kavramının, tarihsellikten yoksun, durağan, hiç gelişmeyen bir kavram şekline sokulduğunu anımsayalım. Kavramın bu biçimi bizi ilgilendirmiyor, daha doğru bir deyişle, kavramın bu anlamıyla mücadele etmeliyiz.
Tutunduğumuz “halkçı” kavramı yalnızca tarihsel gelişmede tam rol alan halk anlamında değil, gelişimi kapan, zorlayan, belirleyen bir halk anlamında ele alınmalıdır. Gözümüzün önünde tarihi yapan, dünyayı ve kendisini değiştiren bir halk bulunmalıdır, yani savaşan bir halk ve bunun türevi, savaşan bir kavram: “halkçı”.
“Halkçı” şu anlama gelir: geniş kitlelerce anlaşılabilir olmak, halkın anlatım biçimini almak ve zenginleştirmek / onların bakış açılarını kabullenmek, ama kuvvetlendirerek ve düzelterek / halkın en ilerici bölümünün yanında olmak, böylelikle yönetimin elde edilmesini sağlamak, bunun sonucunda halkın diğer kesimlerini aydınlatmak / geleneklerle bağlantıyı tutmak, onları geliştirmek / yönetimi ele geçirmeye çalışan halk kesimine, bugünkü yöneten kesimin elde ettiklerini iletmek.
Şimdi “gerçekçilik” kavramına gelelim. Bu eski, birçok amaç için, birçokları tarafından kullanılmış kavramı kullanmadan önce iyice bir gözden geçirmek zorundayız. Halkın mirasını alması süreci, mülk sahipliğinin ortadan kalkması süreci içinde gerçekleşebildiğinden gerekli bu. Yazınsal ürünler fabrikalar gibi teslim alınamaz, yazınsal anlatım biçimleri tek elden çıkma reçeteler gibi el değiştiremez. Edebiyatta, gerçekçi yazma biçiminin değişik örneklerini görüyoruz, bu değişikliği belirleyen, o yapıtın hangi sınıf için, nasıl ve ne zaman yazıldığıdır; bu, en ince ayrıntıda bile sezinlenebilir. Savaşan, gerçekliği değiştiren halkı göz önünde tutarak anlatımın “denenmiş” kurallarına, edebiyatın saygın örneklerine, sürüp giden yazınsal estetik yasalara tutunmamak zorundayız. Elimizdeki belirli yapıtlardan gerçekçiliği çekip çıkarmamalı, tersine gerçeği insanlara ustalıkla ulaştırmak için eski-yeni, denenmiş ya da denenmemiş, sanattan köklenmiş ya da herhangi bir yerden köklenmiş her türlü gereci kullanmalıyız. Yalnızca belirli bir dönemin belli tarihsel roman biçimini gerçekçi diye nitelemekten kaçınacağız; örnek olarak Balzac ya da Tolstoy’u alırsak yalnızca, salt biçimsel, salt yazınsal kesin ölçütler koymuş oluruz. Örneğin “her şeyi” kokladığımız, tattığımız, duyduğumuz zaman bir “atmosfer” oluştuğunda; olay örgüsü, söz konusu kişilerin ruhsal durumlarını böyle açıklıyor diye hemen gerçekçi yazış biçiminden söz etmeyeceğiz. Bizim “gerçekçilik kavramımız” ise geniş ve politik olmak, göreneklere egemen olmak zorunda.
“Gerçekçilik” (1) şu anlama gelir: toplumun nedensel karmaşalarını açıklığa çıkarmak / egemen bakış açılarını, egemen sınıfın bakış açıları şeklinde ortaya koymak / yenilmesi gerekli güçlüklere karşı çözümler getirebilecek, insandan yana bir toplumu oluşturabilecek bir sınıfın açısından sorunlara bakmak / gelişmenin etmenlerini vurgulamak / somutu ve soyutlamayı olabilirleştirmek.
Bunlar kalın çizgileriyle bir dizi öneri, bunlara ekler yapılabilir. Ayrıca sanatçının düş gücünü, özgünlüğünü, mizacını, yaratıcı gücünü yapıtlarına katmasına karşı çıkmayacağız. Ayrıntılarıyla sergilenmiş yazınsal modellere tutunmayacağız, anlatımın belirli şekillerine tutunması için sanatçıyı zorlamayacağız.
Duyumsal (sensualistisch) yazış şekli (her şeyin koklanabileceği, tadına bakılabileceği, duyulabileceği yazı şekli) gerçekçi yazış şekliyle özdeşleştirilemez, gerçekçi olmayan duyumsal yapıtların yanında duyumsal olmayan gerçekçi yapıtların varlığını da kabulleneceğiz. Varılacak sonuç açısından, kişilerin ruhsal açıklamasının yapılmasını yeğlersek, olay örgüsü en iyi biçimde kullanılmış mıdır, bunu inceden inceye araştıracağız. Kitaplarımızda ki kahramanların ruhsal heyecanlarını doğrudan doğruya paylaşan okurlarımız birçok sanat aracının yanıltmasıyla, olaylara yaklaşmak için anahtar bulamayacaklar. Balzac’ın, Tolstoy’un biçimlerini olduğu gibi alırsak, bu yazarların sıkça yaptığı gibi okuyucuyu, halkı yorarız. Gerçekçilik salt biçimsel bir sorun değildir. Bu gerçekçilerin yazış biçimlerini kopya ederek gerçekçi sayılamayız.
Çünkü zaman akıyor, zaten akmasaydı, altın masalarda oturmayanların durumu çok kötü olurdu. Yöntemler eskiyor, uyarıcılar körleniyor. Yeni yeni sorunlar çıkıyor ortaya, bunlar yeni yöntemleri gerektiriyor. Gerçeklik değişiyor, buna koşut olarak gerçekliği yansıtış biçimi de değişiyor. Hiçten hiç çıkar, yeni eskiden doğar, ama bunun için de yenidir.
Tepedeki baskıcılar her dönemde aynı yöntemlerle çalışmazlar. Her dönem için aynı tarzda açıklanamazlar. Göze batmama konusunda değişik yöntemleri vardır. Askeri yolları, oto-yollara dönüştürüp, tanklarını Macduff’ün* ormanı gibi göstermek için boyarlar. Ajanları ise kendilerini işçi diye göstermek için ellerindeki nasırları gösterir. Hayır, avcıyı yabanıl hayvana dönüştürebilmek için yaratıcılık gerekli. Dün halkçı olarak nitelenen, artık bugün, halkçı sayılamaz; çünkü halk da dünkü halk değil.
Biçimsel önyargılarla dolup taşmayanlar gerçeğin birçok şekilde örtülebileceğini ve birçok şekilde kapatılabileceğini bilirler. İnsanlık dışı durumlara karşı başkaldırı birçok yolla gerçekleştirilebilir: Patetik ve nesnel tarzda doğrudan yapılan betimlemeyle, anlatı ve analojiyle, şakalar yoluyla, abartmayla ve hafife almayla. Tiyatroda gerçekçilik nesnel ve fantastik bir biçimde yansıtılabilir. Oyuncular makyaj yapmayarak (ya da pek az yaparak) kendilerini “çok tabiî” gösterebilirler, ama yine de oyunun tümü saçma-sapan olabilir; oyuncular grotesk masklar takarak da gerçeği sergileyebilirler. Üzerinde tartışılmayacak olan şu: Gereçler amaca göre belirlenmelidir. Halk, gereçlerin amaca göre belirlenip belirlenmediğini anlar. Klasik biçimlerin sürekli yıkıldığı Piscator’un** tiyatro deneyleri (ve benimkiler) işçi sınıfının ileri kadrolarından destek gördü. Gerçeğin, gerçek toplumsal mekanizmanın yansıtılması için gerekli her türlü yeniliği benimsiyorlardı; ama teatral görünen, yalnızca kendi güzelliği için kullanılmış, yani henüz amacını gerçekleştiremeyen ya da artık gerçekleştiremeyecek olan her türlü aracı yadsıdılar. İşçilerin savları hiç bir zaman edebiyat veya tiyatro estetiğinin kalıpları içinde değildi. Tiyatroyla filmin birbirine karıştırılmaması gerektiğini söyleyen biri de çıkmadı. Film, oyun içine iyi yerleştirilemediğinden, en çok: filmin fazlalık olduğu, dikkati dağıtacağı belirtildi. İşçi koroları çapraşık ritmli manzum parçalar okuyor (“uyaklıysa su gibi gidiyor, hiç bir şey takılı kalmıyor”) ve Eisler’in *** zor (alışılmamış) kompozisyonlarını (“Bu güç iş…”) söylüyorlardı. Anlamını yansıtmayan ya da yanlış olan bazı dizeleri değiştirmek zorunda kalıyorduk. Kolay öğrenilsin diye uyağa uydurulan, kolay söylensin diye basit bir ritm verilen yürüyüş şarkılarında belirli incelikler vardı (düzensizlikler, çapraşıklıklar), bunu farkettiklerinde: “Biraz güç, ama eğlendirici,” diyorlardı. Tükenmiş, gündelik olmuş, yani artık alışılmış olanı, artık üzerinde düşünülmeyecek olanı hiç sevmiyorlardı (“Hiç bir şey vermiyor”). Estetiğe gereksinen biri onu burada bulabilirdi. Sovyet Rusya korosuna bir şey eklememi öneren bir işçinin dileği üzerine ekler yaparken (“Bu da eklenmeli – yoksa neye yarar?”), ben: sanatsal biçimi bozar dememe karşın, onun kafasını eğip gülerek bakmasını hiç unutmam. Bu saygılı gülümsemeyle estetiğin kocaman bir kanadı kopmuştu. İşçilerin bize öğretme konusunda korkuları yoktu, kendileri de öğrenmekten korkmuyorlardı. Deneylerime dayanarak söylüyorum: Yüreklice, alışılmamış şeyleri işçilere vermekten kaçınmayın, yeter ki gerçeklikle ilintisi bulunsun. Her zaman araya girerek: “Halk bunları anlamaz,” diyen kültürlü kişiler, sanat uzmanları ortaya çıkacaktır. Ama halk sabırsızcasına bu kişileri bir kenara itip, sanatçılarıyla doğrudan bir ilişkiye girecektir. Klikler için yapılmış, klikleri oluşturacak aşılamalar yapılıyor, şapka iki bininci defa başka biçime sokuluyor, bayat, çürümüş et biberleniyor. İşçiler bunları inanmamışlığı vurgulayan hoşgörülü bir baş sallayışla geri çeviriyorlar (“Korkuları var onların”). Geri çevrilen biber değil, çürümüş et; aynı şekilde şapkanın iki bininci biçimi değil geri çevrilen, tersine eski şapka. Kendileri pek seyrek de olsa yazıp oynadıklarında olağanüstü özgün oluyorlar. “Ajitprop” sanatı diye adlandırılan, birçoğunun önemsemediği bu sanat, yeni sanatsal gereçlerin ve anlatım şekillerinin kaynaklandığı maden ocağı sanki. Bu sanat, gerçekten halkçı sanat devirlerinin çoktandır unutulmuş ögelerini, hem de enine boyuna yeni toplumsal amaçlara göre yüreklice uyarlayıp ortaya çıkardı. Korkmadan yapılan kısaltmalar ve yoğunlaştırmalar (Komprimierung), basite indirgemeler göze çarpıyor; ayrıca şaşırtıcı inceliklere, anlamlara, karmaşık sorunlara cesur yaklaşımlara rastlanıyor. Bazısı ilkel olabilir, ama bu, burjuva sanatının görünürdeki duyarlıklı ruhsal manzaraları benzeri bir ilkellik değil. Asalı sergilemek, soyutlamayı gerçekleştirebilmek için (çoğu kez başarı dolu çabalar görülüyor) çalışan, ama birkaç başarısızlığı yüzünden bir anlatım biçimini atmak tutarlılık değil bence. İşçinin keskin gözü, saf gerçeklik taşıyan yansımaları delip geçiyor. “Fuhrmann Henschel”de (“Sürücü Henschel”) işçiler yapılan ruh çözümlemesi konusunda: “Bunu bu kadar ayrıntılı bilmek istemiyoruz,” derken, görünürdeki yüzeyin altında yatan toplumsal güçlerin daha ayrıntılı ortaya konmasını diliyorlardı. Kendi deneylerimi katayım yine: “Üç Kuruşluk Opera”**** daki fantastik giysilere, görünürde gerçek dışı ortama karşı çıkmamışlardı. Dar görüşlü değillerdi, dar alandan nefret ediyorlardı (evleri de dardı). Onların eli çok açıktı, buna karşın oyunları düzenleyenler oldukça cimriydiler. Sanatçıların önerdiği birkaç şeyi gereksiz bulmuşlardı, ama yine de geniş görüşlü davranmışlardı. Aşırılığa karşı değildiler, tersine fazlalığa karşıydılar. Değirmeni çeviren öküzün ağzını kapatmıyorlardı, tam tersi onu değirmeni döndürürken izliyorlardı. “Şu” ya da “bu” yöntem diye bir şeye inanmıyorlardı. Amaçlarına ulaşmak için birçok yönteme gereksinileceğini biliyorlardı.
Halkçılık ve gerçekçilik için ölçütler saptarken, geniş ufuklu olacağız, çok da dikkatli. Çokça yapıldığı gibi bu ölçütleri yalnızca elimizdeki gerçekçi ve halkçı yapıtlardan çıkarmayacağız. Bu yol izlenerek biçimsel ölçütlere varılabilir ancak ve biçimsel bir halkçılık ve gerçekçiliğe tabiî.
Bir yapıtın gerçekçi olup olmadığı, elimizdeki gerçekçi diye nitelendirilen, dönemlerinde gerçekçi diye bilinen yapıtlara benzeyip benzememesiyle belirlenemez. Her özel durumda, yaşamın betimlenmesini (başka bir betimleme yerine) o yapıtta betimlenen gerçek yaşamla karşılaştırmak gerek. Halkçılığa ilişkin, son derece biçimci bir süreç var dikkat edilmesi gereken. Yazınsal bir yapıtın anlaşılabilirliği, yalnızca o yapıtın anlaşılmış öbür yapıtlara benzer bir biçimde kaleme alınmasıyla ortaya konamaz. Bu anlaşılmış yapıtlar da tıpatıp kendilerinden önceki yapıtlar gibi yazılmamışlardı her halde. Anlaşılabilmeleri için bir şeyler yapılmıştı. Biz yeni yapıtların anlaşılabilirlikleri için çaba göstermeliyiz. Yalnızca “halkçı olma” diye bir şey yok, bir de “halkçı olma süreci” var.
Yaşayan, kavgacı, tümüyle gerçeklik tarafından kavranan, tümüyle gerçekliği kavrayan, gerçekten halkçı bir edebiyat istiyorsak gerçekliğin hızlı gelişmesine ayak uydurmak zorundayız. Çalışan, büyük halk kitleleri harekete geçmiş durumda. Düşmanlarının eylemleri ve canavarlıkları bunu kanıtlıyor.
1938
HALKÇILIK VE GERÇEKÇİLİĞE [EK]
1. Halka Dönük Olma
Yurt dışında yaşayan edebiyatçıların bir bölümü (kaçmış, kovulmuş, ayrılmış olanlar) hâlâ ısrarla burjuva sınıfına yöneliyorlar. İnsancıl (hümanist) ülkülerin yıkılışını anlatıyorlar, aslında barbarlıktan söz etmeleri de barbarlığın yararına. Ara-sıra insancıllıktan uzak önlemlerin belirli kazançlara, kasa çıkarlarına bağlı olduğunu belirtiyorlar. Bunu söylüyorlar da, insancıl ülkülerin bir kenara atılmasının, burjuva sınıfı mülkiyet ilişkilerinin korunmasına yaradığını söylemiyorlar. Bu insanlık dışı önlemler alınmadan da, biraz iyilikle, özgürlükle, insanlıkla mülkiyet ilişkilerinin korunabileceğine burjuvaziyi inandırmaya çalışıyorlar. Halk bu tür safdillikleri çok gülünç bulur herhalde. Bence sömürüyü ayakta tutmak için ne kadar baskı yapılması gerektiğini açıklayan bir görüşe daha çok inanırdı halk. Ayrıca bunun savaşla mı, savaşsız mı, insancıl bir savaşla mı, yoksa insanlık dışı bir savaşla mı vb. gerçekleştirilebileceğini saptayan bir görüş daha inandırıcı olurdu. “İnsanlık için!” sloganı “burjuva mülkiyet ilişkilerine son!” sloganıyla tamamlanmadığı sürece edebiyatın halka dönüklüğünden söz edilemez.
2. Belirli Bir Dönem
Varılacak yargıya belirli bir başlangıç getirebilmek için, yargıya konu olan olayların ne zaman karşımıza çıktıklarının da belirtilmesi gerekli. Bir deniz savaşının patladığı sırada, geminin sulara gömülmeye çoktan başladığı bir anda, tutup da, gemide duvarlara belirli resimleri asmaya çalışmak kuşkusuz budalalık olur. Ama gerçek batış anında bile, bu görünümü sürdürebilmek için resimler tasarlayan, resimler yapan sanatçılarla karşılaşıyoruz.
3. Herkese Yönelik Olma
Halk için edebiyat özleniyorsa, sanatsal yapıtların gören herkes tarafından anlaşılabilir olmasının bir zorunluk olduğunu öne sürmeye gerek yoktur. Halk yazınsal eserlere birçok biçimde yaklaşabilir; çabuk kavrayan ve kavradıkları şeyleri çevreye yayan küçük gruplar halinde yaklaşabilir örneğin yazınsal eserlere; ya da halk, söz konusu eserlerin içinde hemen anladığı şeylerin, başlangıçta anlayamadığı şeylerle olan ilişkilerini sonuç çıkarma yoluyla kurarak, eserin tümünü kavrayabilir. Küçük gruplar için yazmak halka kulak asmamak anlamına gelmez. Bu, o grupların halkın çıkarlarına mı hizmet ettiklerine, yoksa halka karşı mı çalıştıklarına bağlıdır. Halkın çıkarlarına karşı çaba harcayanlardan bir örnek çıktı karşımıza; yalnızca kendi durumlarını korumak amacına hizmet eden ve bu amaç için tekeller kuran (yazınsal tekeller bunlar) birtakım kapalı çevreler gördük. Fırtına bu soy kümelenmeleri silip süpürmelidir.
4. Tepeden İnme Halkçılık
Kavramda hiç kuşkusuz bir kibirlilik var. Sanki yukardan bakarak aşağı doğru söyleniyor. Halkçılık kavramında, olabildiği kadar bir sadeleştirme önerisi gizli sanki. Halk için bir şeyler yapılmalı, havyarı bırakalım! Halkın biraz kalın kafalı olduğu söyleniyor. Halk biraz geri kalmıştır. O her şeyi alıştığı biçimde ister. Zor öğrenir, yeniye yatkın değildir. Danimarka’lı emekçi yanlısı yazar Henry Jul Andersen***** tutsak zincirlerini andıran alışkanlıklardan söz eden bir şiir yazmış. Bu yukardan bakan “halkçı” kavramıyla işimiz yok. Halkçı yazma biçimsel bir sorun değil ki.
5. Şairler, Halkın Dile Gelme Araçları
Halkın dile gelme araçları olarak kullandığı kimi şairlerden istediği kendi ağzına bakılması, ama dudağının kıpırtılarının tıpa tıp yansıtılması değil. En çıplağından en yaşayanına, en zor seçilebilir olanına kadar tüm isterlerinin karmaşasına eğilinmesini ister halk. Roman biçimi halkı pek ilgilendirmiyor, ama devlet biçimi ilgilendiriyor. Halk tutucu değildir. Geleneklerin sürdürülmesi halka pek öyle kutsal bir görevmiş gibi gelmiyor, kutsal olmayan yöntemlerle yürütülüyor bu iş.
HALKÇI EDEBİYAT
Yazınsal bir yapıtın halka dönük olup olmadığı sorusu bence biçimsel bir nitelik taşımıyor. Halk tarafından anlaşılabilmek için alışılmamış dile getiriş biçimlerini bir kenara atıp, bunun yerine bilinen bakış açılarından halka seslenmek diye bir şey düşünülemez. Halkın alışkanlıklarını (burada okuma alışkanlığı) diktatörce yöntemlerle belirlemek halkın yararına değildir. Halk, çıkarları söz konusu olunca yürekli dile getirişleri anlar, yeni bakış açılarını onaylar, biçimsel zorlukların üstesinden gelmeyi başarır. Marks’ı Hegel’den daha iyi anlar, Hegel’i ise marksist bir öğretimde anlayabilir ancak. Rilke halka dönük değil; bunu kanıtlamak için, onun en karışık, biçim konusunda doruğa ulaşmış şiirlerine göz atmaya gerek yok; halk şarkısı niteliğindeki şiirleri bile halka dönük değil. Lukács bunu çok iyi sergileyen bir dörtlüğü gün ışığına çıkarmış (“Onu acılar sardığında”); biçimsel bir anlaşılırlık içinde bu dörtlük, Mayakovski’ninkilerden****** daha bir anlaşılabilir biçimde. Ama halkın mantık diye adlandırdığı şeyi içermiyor. Biçimci, çünkü acıma dolu bir ses tonuyla canavarlıktan söz ediliyor, suçlulara acınıyor. Burada duyulan üzüntü, sanki herkes buna katılıyormuş gibi dile getiriliyor. Kâğıt üzerinde biçimsel olarak öylesine bir biçim seçiliyor ve estetik bir püf noktası yakalanarak öylesine bir izlenim yaratılıyor ki, halk bunu şarkı şeklinde söyleyebilir, yani böylesini düşünebilir, duyabilir sanılıyor. Halk böyle duyar ve düşünürse kendi çıkarlarını baltalar. Aynı şairlerin “çapraşık”, “güç” diye nitelenen öteki şiirlerinde de bu halka karşı tavrı görebiliriz, yalnız başka biçimlerde. Bu yapıtlarda bayağılıktan züppeliğe doğru bir kaçış sezinleniyor. Hiç bir şeyden bir şey yaratılmaya çalışılıyor. Öz açısından hiç bir değeri yok bu yapıtların, biçim açısından ise bir şeyler var. Öz açısından kesinlikle eskiye dayanırken, biçimsel birtakım yenilikler görülüyor. Bu şiirler, anlaşılabilir de olsalar, anlaşılamaz da olsalar “halka hiç bir şey vermiyor”.
NOTLAR
(1) Bence gerçekçilik kuramının biraz dar bir tanımını yapsalar da, bu kavramı açıklayan çok ilgi çekici yazıları için “Das Wort” G. Lukacs’a teşekkür eder. (Bertolt Brecht)
*Macduff: Shakespeare’in “Macbeth” tragedyasının kişilerinden biri. Malcolm, “Her asker bir dal kesip tutsun başına: / Öyle yürüyelim ki sayımız belli olmasın; / Yanlış haber götürsün düşman gözcüleri.” diye önerir. Bunun üzerine Macduff’ün askerleri Birman ormanının ağaçlarından yararlanırlar.
**Erwin Piscator: (1893 1966) Alman tiyatro yönetmeni. Tiyatronun toplumcu akıma yönelik olmasını istiyordu. 1920’den sonra “proletarya tiyatrosu”nun kurucularından oldu. Devrimci tiyatroyu bir tek işçilerin gerçekleştirebileceğini belirtti. Tiyatroya sinemanın olanaklarını kazandırmayı denedi. 1925’te bu konuda ilk adımı attı. Arka planda, sahnelenen oyunu zenginleştirmek amacıyla bir film gösteriliyordu… “Politik Tiyatro” (1929) adlı eserinde çağdaş tiyatronun mutlaka politik nitelik taşıması gerekliliğine değindi. Belgesel çalışmaları tiyatroda da değerlendirdi.
Savaş yıllarında Amerika’ya geçti. Brecht, kimi çalışmalarında Piscator’dan yararlanmıştır. Epik’in geliştirilmesinde onun deneylerini gözden uzak tutmamıştır.
***Hans Eisler: (1898 – 1962) Alman bestecisi. Doğu Berlin’e yerleştikten sonra Brecht’le çalışmaya başladı. Koro müziği çalışmalarında üslubu iyice yalınlaştı. Halk ezgilerinden yararlanırken, çağdaş yorumlara yöneldi. Epik tiyatroda, müziğin metni pekiştirmek yerine, yorumlaması; süslemek, zenginleştirmek yerine metinden yabancılaşması ve davranışları, hareketleri vermesi ilkelerini savundu.
****Üç Kuruşluk Opera: Brecht’in Gay’den bir uyarlaması. İlk kez 31.8.1928’de Berlin’de oynanmıştır. Brecht, devrimci bildirisini iletirken müzikten, Wilon’un ve Kipling’in şiirlerinden de yararlanmıştır.
*****Henry Jul Andersen: (1869 – 1954) Danimarkalı yazar. Bir işçi ailesinin çocuğu olan Andersen, daha çok Zola’nın etkisinde kalmıştır.
******Vladimir Vladimiroviç Mayakovski: (1893 – 1930) Sovyet şairi. Şiirlerinde serbest ölçüyü çok büyük bir başarıyla kullandı. Yarım uyak, eksilti söyleyiş araçları arasında sayılabilir. Devrimci şiirin ustalarından biridir.
Kaynak:Marksist leninist Kütüphane