Ölmek üzere uzandı yatağa, Başucuna geçti akrabaları. Genç hafız Kuran’dan yüksek sesle bir sure okudu. Hasta, elleri yorgan üstünde, gözlerini dikti tavana, kendisini ölüm sessizliğine verdi. Korkacak, Tanrıdan mağfiret dileyecek yerde, kanında dünyamızın ağrılarını duydu, bu ağrılar yayıldı omuzlarına, ellerine, diz kapaklarına. Uzun yolculuğa çıkan her namuslu insan gibi, her şeyi yerli yerinde, tertemiz bırakmıştı. Tanrıya küçük bir borcu yoktu. Defteri kapamış, mühürlemişti. Vicdanı rahattı. Nedir ki, Kimi kötü düşünceler geçiyordu gönlünden gene de, Ah Rabbim! Güçhal elini kaldırdı. Böylece karısını yanına çağırmış oldu, karısı geldi yanına, kulak kesildi.
Bütün söylediklerimi hatırlıyor musun? Hatırlıyorum. Paraları boşuna harcama. Lâzım olur. Tamam. Benim üstüme koca alma, paralarını savurur, sana bıraktığım tarla ve evi satıp seni sokakta bırakır. Beyim, böyle şeyler nasıl düşünebilirsin? Hacıbey kuşkuyla bakıyordu karısının gözlerine, yüzüne. Kadın sakindi. Ay gibi uzaktı odadan. Rabbim, iyi ki beni kısa zamanda alıp götürüyorsun bu dünyadan. Ben yalnız iki yıl onu görebildim. Karım sağlam ve gürbüz, omuzları köylü kadınlarınınki gibi, Mısır illerinde Bayram’ı çalıştırmamalıydım, bunu o yapmalıydı, ama ben üstelik Bayram’ın ekmeğine tereyağı sürdüm, çörek yedirttim. Oysa karımdan gözlerini ayırmadı, izledi her hareketini, gözleriyle emdi onu. Karım anasının gözü, her an beni aldatmaya hazır, düğünde bile kötü şeyler geçiyor gönlünden. Ayakları keçininki gibi canlı, her zaman bir ayağını karnım, ötekini de yorgan üstüne atardı. Rabbim, günahımı affet, ben işte bu yüzden üşüdüm, hasta döşeğine düştüm, bir daha kalkamadım. Koşarcasına yürürdü, yeşil bayrak gibi dalgalanırdı çintanları yürürken, gözüm önünde herkesle cilveleşirdi. Benden memnun değildi, halime gülerdi bıyıkaltı hep. Ben ölünce Avdo’yu evde tutma, kov! Emredersiniz beyim. Hırsızdır o, her şeyini çalacak, soğana çevirecek seni. Onu hizmetçi almakla yanıldım. O böyle bir eve lâyık değil. Türkü söyleyerek işler yapılmaz, öyle değil mi? Öyledir, beyim. Ah sen, sen, ben seni bilmez miyim, fırsat olsa, sokaktan geçenleri görmek için şimdi bile pencere başına geçerdin… Allah korusun beyim… Yan komşunun tavukları avlumuza gelince, şey, onları görmek için… Üstelik dalga geçiyorsun… Ah, şöyle bir kalkarsam… Yüzünü kan bürüdü. Sıktı yumruğunu. Kaldırmak istedi başını, kaldıramadı. Karısı, yastığı az daha çekti, yorganı omuzlarına çekti. Adamın yüzü sapsarıydı. Başını çevirdi, daldı, nerde ise gözleri kapanacaktı. Hafifçe dua etmeye başladı, bu dünyanın iyilik ve güzelliklerinden ayrılmaya hazırlanıyordu. Yüzünde, son dakikalar için koruduğu yiğitlik okunuyordu. İşte gitti, ölümle dövüştüğüm onun umurunda bile değil. Alnıma bir ıslak bez koyabilirdi. Bugün beni götürecekler. Dostlarım tabutumu geniş omuzlarında taşıyacaklar. Ama ben artık bu dünyada olmayacağım. Köşedeki yerim aylarca boş kalacak, ayyaşın biri, her sabah akşam, ben, Hacı beyin orada oturduğunu bilmeden yerime geçip oturacak… Eh, dünya! Karımsa, hemen sokaklara dökülecek… İlk gün, ikinci gün, üçüncü gün, hayır, hemen yolculara göz kırpacak. Evet, hemen ayakkabıcı Mehmede sokulacak. Fuarda neye ensesini kırmadım onun? Ardında durmuş, parmaklarıyla boşluklarını elliyordu. Karımsa, ondan beter. Parmak dokunuşlarını hissediyor, yüzü al pancar oluyordu. Nerde ise kucağına düşecekti. Bunun yalan olduğunu kimse inandıramaz bana. Efendim, evli bir kadının hizmetçiyi odasına çağırdığını hiç duydunuz mu? Hizmetçinin üstünde ak bir gömlek, ince, ipekten, bütün vücudu meydanda, düğmeleri bile iliklenmemiş, niyeti halinden belli. Kurak ovalara yağmuru çağırmış. Yalan söylüyorsun, yalan, gelmeseydim, kısrak gibi altına yatacaktın, kirletecektin evlilik döşeğimizi. Bense, bu yaşlı günlerimde bana hizmet etsin diye onu bu eve… Bazen de, vücudum yettiği kadar şu yorgan altında azıcık cilveleşmek istedim onunla. Şu kurumuş kemiklerimi ısıtır diye düşündüm Oysa, daha üçüncü hafta, alev gibi parlayıverdi. Eh, Tanrım, ben şimdi sana son nefesimi verirken, sen benim son dakikalarımı da zehirle dolduruyorsun! İşte, işte, dışarıda hepsi toplanmış. Bekliyorlar son nefesimi vereyim de, alın terimle kazandığım malımı mülkümü alıp paylaşsınlar. Başta karım öyle diliyor… Yattığım bu döşeği değiştirecek, yerime başka birini getirecek… Kimi? Herhalde o kirli ayakkabıcıyı ya da Avdo’yu? Belki gene o tilki genç hafız gelecek, parmaklarıyla göğsünü, baldırlarını okşayarak sakinleştirecek onu? Aman ne güzel bir gün, uykusunu almış emzikteki küçükler gibi güzel, aydın, mert. Tanrım, sen bana hayatımda böyle bir gün bağışlamadın, bağışlasaydın belki ben de teferiçe çıkar, baştan başa dolaşırdım ovalarımı, o orospuyu yanıma alır, çardakta yatırır, açık pencerelerden gelen temiz havayı koklardım göğüslerinde, fildişi gibi beyaz vücudunda. Bunu senden dilemeyi de hiç aklıma getirmedim. Her zaman bu küflü odada, karanlıkta, bu kalın yorgan altında ezildim, ezildim onun yanan ateşleri altında… Tekrar elini kaldırdı, ama taş gibi düştü eli yorgan üstüne. Gözleri önünde karısının hayali büyüdü. Evlenmiyeceksin, değil mi? İşitmiyorum… Kaltak! Ne diyorsun? Saçları uzaklarda kalan günleri anımsatıyordu. İşte… Nasıl oldu da, şu güzel kulaklarını bir kerecik olsun ısırmadım. Var gücüyle bağırmak istedi: Yanına kimseyi alma! Ne diyorsun? Halsizdi, çığlıkla acı duyduğunu belirtmesin diye ödü kopuyordu. Eğdi başını, yüzünde keder vardı. Karısı ayağa kalktı, durdu, neden sonra uzaklaştı yanından. Artık kendisinde olmadığına, etrafı görmediğine, hiç bir şey duymadığına inanıyordu. Bitişikteki odaya çıkmalı, öldü, demeliydi. Aynanın karşısına geçti, düzeltti yemenisini. Islattı parmağını, sol gözündeki sürmesini sildi. Gezme, gezinti (teferrüç) Biri açtı kapıyı. Durum nasıl?… Genç kadın tetiğini bozmadan baktı döşeğe. Sonra parmaklarına basarak yanına yaklaştı, kapıyı Avdo kapadı. Avdo çok canlıydı, yerinde adeta zıplıyordu, kılık kıyafetinde artık ev sahiplik bir hal vardı. Kadın fısıldayarak: Onun bütün gömleklerini odanda bıraktım. Ya ayakkabılarını, diye sordu hizmetçi Onları da bıraktım. Ben artık izbede yatmak istemiyorum… Yarın akşam, halk dağılınca, gel. Avdo kucaklamak istedi. Şimdi dokunma. Günahtır… önce onu götürsünler… Sonra… Onun işi bitti artık… Haydi çık dışarı, dışarda olanlar şüphelenecekler. Ayakkabıları da bırak, diyorsun, öyle mi? Evet, ayakkabıları da. Hacı bey öldü. Bu dünyadan nefret duyarak öldü, dünyadan gidenlere neden böyle hakaret ediliyor diye çok üzüldü. Neden, her şeyi altüst eden kanun ölüm’dür diye son dakikasında bile öfkelendi. Komşular acı acı ağladılar. Genç hafız fatiha okudu. Hacı beyin karısı da, kokulu mendiliyle gözlerini sık sık silerek ağladığım göstermek istedi. Avdo da sık sık açıp kapadı gözkapaklarını, ama tek bir damla yaş akıtmadı. Gözleriyle ev sahibesinin kıçlarını gösteren ipek çintanlarına, zaman zaman da ölen efendisinin yeni ayakkabılarına bakıyordu. Dün akşam onları geçirmişti ayağına, Tam ona göre yapılmıştılar sanki…