Yabancılaşma olgusunu en genel anlamda kendinden başkası olma ya da başkasına dönüşme diye tanımlayabiliriz. Eski felsefelerin yabancılaşma diye bir sorunu yoktu, çünkü bu felsefeler değişim ya da değişimin düşüncesinin ötesinde bir dönüşüm fikrine sahip değillerdi. Yabancılaşma ancak ben’le başkası arasına, özneyle nesne arasına çatışkılı bir ilişki girdiğinde ve buna göre özne geriye dönülmez biçimde dönüştüğünde sözkonusu olacaktır. Bir başkası olmak fikriyle birlikte “yabancılaşma” kavramını bize Hegel armağan etti. Onu daha sonra Marx bir başka bağlamda ele aldı. Hegel yabancılaşma sorununu içsel düzeyde ya da bilinç olguları düzeyinde işledi, onun dışsal yanını düşünmedi. Marx yabancılaşmaya toplumsal, iktisadi, kültürel bir anlam verdi, onu bilinç düzeyinde ele almadı. Bu iki yarı tutum, sözkonusu iki yarı bakış açısına, ülkücü ve gerçekçi bakış açılarına uygun tutumlardır. Hegel’den ve Marx’dan sonra da, ruhsal ya da ruhbilimsel anlamda, ona bağlı olarak ruh hekimliği anlamında yapılmış olan çalışmaları, “bilinç bozulması” sorununa indirgenebilecek çalışmaları bir yana bırakırsak, yabancılaşma sorununa köklü bir çözüm aranmış değildir. Oysa yabancılaşma sorunu içsellik düzeyinde de dışsallık düzeyinde de önemini koruyor, neredeyse giderek çağımızın en önemli sorunlarından biri durumuna geliyor. Hegel’in ve Marx’in kendi felsefeleri çerçevesinde tek yönlü bakışını bir yana bırakarak sorunu birbirine bağlı biçimde gerek biriysel bilinç (ayrı bilinç) gerekse toplumsal bilinç (ortak bilinç) düzeyinde ele alıp tartışmakta büyük yarar vardır. Yabancılaşmanın mutlu anlamıyla mutsuz anlamını bu arada çok iyi belirlemek gerekir. Çünkü yabancılaşma hem daha çok Hegel’ci anlamda bilinci bilinç kılan şeydir, hem de daha çok Marx’çı anlamda bilinci bilinç olmaktan çıkaran şeydir.
Bilinç kendini yabancılaşmada vareder. O sürekli olarak yabancılaşmayla yenilenir ya da yeniden kurulur. Bilincin varlığı ve gelişimi bir kendinden çıkarak oluşma, kendine yabancılaşarak oluşma etkinliğinde kendini gösterir. Bu. yabancılaşmanın mutlu anlamıdır. Yabancılaşma bilincin kendisiyle tersleşmesidir. Bu tersleşme sağlıklı koşullarda olmadığı zaman, tam anlamında bir özne-nesne uyarlılığında ya da öznenin nesneye gerçek bağlanışında gerçekleşmediği zaman mutsuzluk başlar, o zaman bilinç bozukluklarından deliliğe kadar giden yollar açılır. Olumsuz anlamda yabancılaşma bilinci giderek eşyaya indirgeyecek, onu sürekli kendini varedenyapısından uzaklaştırarak donduracak ve çarpıtacak, giderek özgün ve özgül yapısından yoksun bırakacakta”. Bu olumsuz koşulda özne bir bilinç bozukluğunun bilincinden uzak olmakla birlikte kendini dünyada iğreti bir varlık olarak sezer, toplumsal ve ruhsal düzeyde tam anlamında bir dışlanmışlık, bir ortamını bulamamışlık duygusu içinde bulur. Bilinç ancak gerçekliğe uyarlı olduğu zaman, gerçekliğin bilgisini kendisinde taşıdığı zaman, gerçekliğin özel bir yansısı olabildiği zaman mutludur. Bilinçle gerçeklik arasındaki kopukluk mutsuzluğu getirir, giderek bunalıma yol açar.
Yabancılaşmış bilinç dünyayla sorunlu olduğu için kendiyle sorunlu duruma düşmüş, sonra da kendiyle sorunlu olduğu için dünyayla sorunlu duruma düşmüş bilinçtir. Buna göre bilincin herhangi bir uyarsızlığı yeni uyarsızlıkların tohumlarını atacak, sulayacak, besleyecektir. Yabancılaşmış birey kendi dünyasını tam bir yabancı gibi yaşar. Kendi ülkesinde bir sürgün yaşamı sürdürür o. Bu yüzden de hastalıklı ya da en azından hastalanmaya açık bir bilincin taşıyıcısıdır.
Olumsuz anlamda yabancılaşmış kişinin, yani hem kendine hem dünyaya yabancılaşmış kişinin (kendine yabancılaşan dünyaya, dünyaya yabancılaşan kendine yabancılaşır) başlıca duygusu yoğun bir mutsuzluk duygusudur. Bilinç ancak gerçeklik içinde özgün ve özgül olmak ister, eşsiz bir şey olmak bilincin katlanabileceği bir şey değildir. Gerçek anlamda bilinçli kişi ya da bir başka deyişle yanlış bilinç sahibi olmayan kişi (elbet yüzde yüz doğru ve yüzdeyiz yanlış bilinç fikri gerçekliğin ötesinde bir tasarımdır), bilincin yeniyi aramak için kendinden uzaklaştığı, kendine dönmek üzere kendi dışına çıktığı durumların dışında kendiyle barışık bilinçtir, kendini hiçbir zaman kendine yabancı duymaz. Olumsuz yabancılık insanın yaşadığı dünyayla karşıtlıkları olması durumunda değil, bilincini yaşadığı dünyanın koşullarına uyduramaması durumunda ortaya çıkar. Yoksa insanın yaşadığı dünyayla karşıtlıkları olması doğaldır. Bilim de, felsefe de, sanat da bilincin dış dünyayla tartışması içinde gerçekleşir, insanın dünyaya gerçek anlamda yerleşememiş olması bilincin sağlıksız gelişimini belirleyecek bir durumdur. Sağlıklı yabancılaşmayla gerçek bilinç etkinliğinin kurulamadığı yerde sağlıksız bilinç oluşmaya başlayacaktır.
Sorunu bilgi kuramı düzeyinden yaşam düzeyine götürmek gerekecek. Ancak, yabancılaşmanın en genel incelemesi, bilgi kuramına başvurmadan ortaya konulmuş bir inceleme de köksüz olacaktır. Bilgi kuramının bütünleyici gücü her zaman gereklidir. Bu da Hegel’in ve Marx’in bakış açılarını aşan bir bakış açısını zorunlu kılar. Yabancılaşma Hegel’de olumlu bir anlam kazanırken Marx’da tam anlamında olumsuz bir yaşamsal ilişkinin anlatımıdır. Her iki bakış açısını bütünleştirmek ve sorunu önce bilgi kuramı düzeyinde sonra yaşamsal düzeyde ele almak olması mı? Bilgi ve yaşam bir bütün olduğuna göre bunun olması gerekir. Bize düşen bütünlüğü aramak, bu bütünlüğü kurmaya çalışmak olmalıdır. O durumda yabancılaşmanın olumlu yanını ortaya koymak, olumsuz yanını gidermeye çalışmak olması olacaktır. Bu çaba felsefe açısından olduğu kadar eğitim-bilim açısından da önemlidir. Kendine yabancılaşarak kendini kuran ancak kendine giderilemez bir biçimde yabancı düşmeyen bir bilinç her anlamda yetkin bir bilinç olacaktır. Bu durumda yabancılaşmanın geçici bir ruh durumu olması, kalıcı bir bozulmuşluk anlamı taşımaması gerekir. Bu da kendini gerçeklikten koparmadan varolan, kendini gerçekliğe göre vareden bir bilinç fikrini karşımıza getirir. Gerçekliği yetkiyle, yüreklilikle, tam bir arayıcı özgürlük içinde, kılı kırk yararak ayrıştıran bir bilinç doğru bilinç olma şansını kendinde taşıyan bir bilinçtir. Böylesi bir bilinç verilenle yetinmeyecek, gerçekliğin en doğru yorumuna ulaşmaya çalışacaktır.
Yabancılaşmayı bize ilk olarak bilgi kuramı düzeyinde ya da daha çok varlıkbilim düzeyinde Hegel açıkladı. Hegel’de yabancılaşma bilincin kendi dışına çıkması ya da kendinden ayrılması durumudur. Hegel’e göre her düşünce kendini ortaya koyabilmek için kendini nesneleştirir, kendini kendi dışına çıkarır, bu kendi dışına çıkma olgusu bir yapıtta, bir yazıda, bir kurumda, bir yasada gerçekleşebilir. Bilinç burada kendi etkinliği içinde olmakla birlikte kendini kendine yabancı duyar. Onun bu yabancılığı atabilmesi için gerçekleştirdiği şeylere tam olarak ulaşması, onları özümlemesi, kendinin kılması gerekir. Tüm tarih, Hegel’e göre, bu yabancılaşmayla ilerlemiştir. Demek ki yabancılaşma bilinç için kendi dışına çıkma, hatta başkası olma olgusudur ki bilincin tüm oluşumunu ve gelişimin açıklar.
Marx’da yabancılaşma üretim ilişkileriyle ilgilidir, bireyin bu ilişkiler içinde ürettiği şeye ters düşmesine ve giderek kendini şeylerin kölesi gibi duymasına karşılıktır. Marx’a göre yabancılaşma dinsel, siyasal, toplumsal ve iktisadi düzeylerde kendini ortaya koyar. Ne var ki iktisadi yabancılaşma öbür alanlardaki yabancılaşmayı belirlemektedir. Demik ki Marx’a göre yabancılaşma yalnızca kendinden çıkıp kendi dışıyla ilişkiye girmek, buna göre nesneler ya da yapıtlar yaratmak değildir. Daha çok iktisadi düzenin uyarsız koşullan içinde yitip gitmektir. Böylece Marx felsefesinde yabancılaşmış emek kavrayışı ortaya çıkar. Bir nesneyi üretmek işçiye güç kazandınr, ama bu nesneyi başkasına kaptırmak ona yabancılaşmayı getirir. Çünkü bu durumda o nesne işçinin kaşısında “yabancı bir varlık olarak” ya da “üreticisinden bağımsız bir güç olarak” çıkar. Böylece ürettiği ölçüde sermayenin egemenliği altına girer. Üretim arttıkça üretici yoksul düşer. Emeğin yabancılaşması emekle sermaye arasında uçurumun açılması anlamına gelir. Bu durumda üretici ya da işçi “kendini onaylamaz, kendini yadsır; kendini esenlik içinde duymaz, mutsuz duyar”, giderek kendini köle saymaya başlar.
Bilinç kendi dışına çıkar ve bir nesneye yönelir, kendi dışında yaşadığı serüveni bu nesneyi kendinin kılmakla bitirir ve yine kararlı duruma girer. Bu serüven gerçekliğin en doğru biçimde edinilmesi anlamında gerçekleştiyse bilinç gücüne güç katmış, içeriğini ve ufkunu genişletmiş olur. Yoksa, bilinç kendine giderilemez yabancılıklar ekleyecektir ki bu kalıcı yabancılıklar bilincin sağlıksız oluşumuna yol açacaktır. Eksik ya da yanlış edinti bilincin özgerçekliğini bozar, onu gerçeklikten uzaklaştırır. Yabancılık bilincin kendi dışından ve kendinden aldığı uyuşmazlık duygusudur. Biz her yeni karşısında ve her ulaşılmaz karşısında kendimizi yabancı duyarız. Bu yabancılık her şeyden önce kendimize yabancılıktır. însan sürekli değişen bir dünyada sürekli değişiyor olmakla iyileşmez bir yabancıdır. Yabancı olmak bir bilinmezle, bir olmazla, bir benzersizle yüzyüze olmaktır. Görülmeyeni görerek, duyulmayanı duyarak gelişiriz ve gelişirken yabancılık duyarız. Aşkınlık yabancılığın kaynağıdır, aşıldığımızı duyduğumuz yerde yabancıyızdır. Yabancılık bilincin kendi dışına çıkmasıyla ya da kendini kendi dışında aramasıyla olur. Dışımızda her zaman yabancı şeyler vardır, bizi aşan şeyler vardır, yabancı şeylerle sarıldığımız ölçüde kendimizi kendimize yabancı duyarız. Bilincimizdeki kalıcı yabancılıklar özellikle yanlış bilgiden kaynaklanır.
Evet, yabancılık bilincin kendi dışından ve kendinden aldığı uyuşmazlık duygusudur ve elbet kaynağı dışarıda da olsa bu duygu bilinçte yaşanır. Uyuşmanın olmadığı yerde yabancılık çiçeklenir. Yalnız aşıldığımızda değil, aştığımızda da yabancıyızdır. Aşmak kanatlanmaktır, ayaklarını kendi toprağından çekmiş olmaktır. Aşılmakta her zaman bir indirgenmişlik vardır. Bilinç kendi dışıyla hatta kendisiyle ilişkilerinden yabancılıklar toplar, yabancılığın ilk belirtileri de önce sunumlar düzeyinde kendini gösterir. Uyarsız bir imge hemen yabancılığı çağrılar. Bilinç yalnız dıştan gelen sunumlarda değil, kendinde bulunduğu bir takım karmaşık imgelerin sunumlarında da yabancılığın sezgisine ulaşır. Dışımızda her zaman yabancı şeyler vardır, içimizde de yabancılıklar biriktirmişizdir. Anılar ve özellikle çocukluktan kalma ilk örnekler sürekli dönüşerek yabancılaşırlar. En kötüsü yabancılaşmış bilgidir ki bilincin doğal bir parçası olarak bilinci etkiler.
Descartes bütün bilgilerini yaşamında bir defa kuşkuya koyarken bu yabancılığın kökünü kazımak istiyordu. iyi kurulmuş bir bilinç kendine döndüğünde bilgi düzeyinde ya da gerçek bilinç düzeyinde kendinde yabancılıklar bulmayacaktır. Descertes için böylesi üst bir bilincin tanrısallık güvencesi vardı. Doğuştan fikirlerin varlığına inanmak böylesi bir güvenceyi onaylamaktır. Gene de her zaman usu iyi kullanmak gerikir, yoksa o doğru kaynaklardan yanlış sonuçlar çıkarabiliriz. Gerçek bilinç, oysa, kendini kendi dışından kurar. O zaman yanlışa düşme olasılığı büyüktür. Hele usu bilincin bir sonucu olarak görenler için güvence yok denilecek kadar azdır. Güvenilir olan yalnızca ve yalnızca doğru bilginin kendisi olacaktır. Bu da tam anlamında etkin bir düşünselliği gerektirir. Yanılmıyor olduğumuz duygusu yanılmadığımızı göstermez.
Gerçekliğin sayısız tuzakları vardır. Kendi dışına çıkmayan, kendiyle yetinen bilinç ya da ayrı bilinç olmaktan çok ortak bilinç olma özelliklerini sürdüren bir bilinç, daha doğrusu göreneklerle, inanç kalıplarıyla ortak görüşlerle, ustaların öngörüleriyle. gazete haberleriyle yetinen bir bilinç de kendinin olmayanla, özümlenmemişle, eklenti olanla yüklü olarak yabancılıklar taşıyacaktır. Hep kendi dışına taşan bir bilinç iyileşmez ama mutlu bir yabancıdır, yabancılıkları yasaya tükete ilerleyen bir serüvenci gücüdür. Dıştan belirlenmiş bir bilinç, içten yanlış kurulmuş bir bilinç gibi (ya da olarak) kalıcı yabancılıklarla dolu olacaktır.
Bütün dural biçimlerinin ya da dural yanlarının ötesinde yaşam bir aşkınlıklar alanıdır, insan sürekli aşar ve sürekli aşılır. Her yaşamsal etkinlik ya da her yaşamsal ilişki içinde biz, bize aşan kocaman bir dünyada olduğumuzu, birilerince ya da bir şeylerce sürekli aşıldığımızı, bizim de bir şeyleri sürekli aşmakta olduğumuzu duyarız. Aşmanın da aşılmanın da bilinci bir yabancılık bilincidir. Aşmayı ve aşılmayı bilmek gerekir, bunun için bilgiye gerçek bir yönelişle yönelmek ustalığını ya da alışkanlığını kazanmak gerekir. Böyle bir kazanımı engelleyecek çok şey vardır. “Kendi kendine ayakbağı olmayacağım” der Stoa’cı. Bu bir tür yitirmedir, bir kazanç için yitirmedir, dünyadan el etek çekmekten başka bir şeydir. “Bilge kişi yaşamını yitirerek kazanır” der Epiktetos. Yetkin bilinç kendini apayrı özenlerle kurmuş apayrı bir bilinçtir. Üstelik her yetkin bilinç kendini sanki vaılıkbilimsel bir biçimde gösterilebilen, gösterilebilir olan bir yalnızlık katında duyacaktır. Montaigne bir “arka oda”dan sözediyordu. “Tümüyle bizim olan, kimselerin girmediği bir arka oda. “Spinoza yetkin bilinçleri üçüncü kata, mutlu yalnızlıklar katına yerleştiriyordu. Yalnızlık -alancılıktır- aşmakta olduğumuz şey de bizi aşan şey de bilinmezlikleriyle yabancımızdır, bizi yalnızlığa iter. Spinoza gibi bakarsak, birinci katta korkunç bir karmaşa ve onunla gelen mutsuzluk, ikinci katta yararcı bir toplumsallaşma, üçüncü katta bilge işi bir yalnızlık ya da yabancılık buluruz. En büyük aşmaların katında mutlu bir yalnızlık ya da yabancılık doğaldır. Yabancılığın kökleri en yoğun aşma ve aşılma duygusu içinde bile bilinmezliğin sularıyla beslenir.
Bilinç bir şey karşısında duyduğu yabancılığı o şeyi kendinin kılarak aşar. Örneğin Herder’in bir makalesinde karşıma çıkan “insan doğanın bir özetidir” sözü içeriğine ulaşamadığım ölçüde bana yabancılık duygusu verecektir. Onu bilmeyişim kendime yabancı düşürecektir beni. Bu yabancılık o sözün gerçek içeriğini kavradığımda yani kendime döndüğümde bitecektir, bu bitiş yabancılık durumundan kararlılık durumuna geçişin ta kendisidir, sarkacın yönünü orta noktaya çevirip uyumasına benzer. Ancak bu uzun sürmez. Bilinç yeni bir nesne karşısında kendi dışına çıkarak kendini yeniden yabancılar. Yeni bir nesne karşısında duyduğumuz yabancılık kendi yabancılığımızdır, nesneden değil de nesneyle ilişkimden gelir, yani bize dıştan verilmiş değildir, nedeni dışta da olsa. Buna bilincin kendini olumsuzlaması, hatta yadsıması diyebiliriz. Bilinç bütünlüğünün dağılmasıdır bu. Bilinç ya tam bir bütünlük ya tam bir dağılmışlık içindedir. Dağılmışhk elbette geçicidir ve dışa dönüşle belirgindir. Bilinç kendini sürekli dağıtır ve sürekli yeniden kurar. Yabancılığı aşmanın tek yolu onu doğuran etkeni ortadan kaldırmak ya da bir başka deyişle yabancılığı doğuran nesnenin doğru bilincine ulaşmaktır. Her doğru bilgi doğru bir bilinçte kendi doğal yerini çabucak bulacaktır, onun yerine yerleşmesi için hiçbir zorlama gerekmeyecektir. Her yeniye yöneliş bir yabancılaşmayla başlar ve bu yeni “yeni” olmaktan çıkınca yabancılaşma biter. Bilinç bir şeyin gerçekliğine biçimsel olarak ulaşmadan yabancılık bitmez.
Gerçekliğe biçimsel olarak ulaşmak, Bacon’cı anlamda, bir şeyi evrensel yasallığı içinde kavramaktır, bir şeyi evrensel gerçeklikteki yerine yerleştirmektir. Her türlü yanılsama ya da yanlışa düşme bir nesneyi biçimsel gerçekliği içinde algılayamamaktan ya da onu evrensel temellerine otuıtmamaktan doğar, ister bir doğa yasasından, ister doğa yasalarından sözedelim, her zaman gerçekliğin belirleyici bir temeli vardır. Kıbrıs’lı Zenon’un iğnem artificiousm (sanatçı ateş) dediği şey gerçekliğin temel anlamını oluşturan şeydir, “insan doğanın bir özetidir”in içeriği onun kendi içeriğidir, bu içerik benim ona yakıştırdığım herhangi bir içerik olamaz. Onun içeriği Herder’in evrensel düzeyde ortaya koyduğu bir doğrunun biçimsel gerçekliğine dayanır, “insan gerçekten doğanın bir özeti midir?” sorusu ayrıca sorulacak bir sorunudur. Önemli olan sorunu gerçeklikteki yerine, biçimsel yerine yerleştirmektir. Ben bu içeriği şöyle ya da böyle anlayıp geçemem, onun kendi içeriğini kavramam gerekir. Yansıtma bilgilenmek demek değildir, çok zaman biz yansıtmalarla yanılsamalar üretiriz ve elbette bu üretimimizden iyileşmez yabancılıklar toplarız. Ben Herder’in bu sözünü evrensel gerçekliği içinde kavramadan “şunu demek istiyoruz” diye bir yorum yapmaya kalktığım anda, hele bu yorumu bir bilgiye dönüştürüp ondan yeni bilgiler türetmeye kalktığım anda iyileşmez yabancılıklar büyütürüm.
insanda, özellikle düşünmeye alışmamış insanda bir yansıtma ya da yakıştırma eğilimi vardır, insan zihinsel kabasabalıkla ürettiği yabancılığı da çok zaman bir yakıştırmayla ya da bir yadsımayla gidermeye çalışırız. Paslı ve kırık bir çiviyi paslı ve kırık bir başka çiviyle sökmeye çalışmaktır bu. Her şey tam bir huzursuzluk etkenine dönüşmekte olan yabancılığı bastırmak içindir, insanoğlu yabancılığı dindirmek için bastırma’yı bulmuştur, insan böyle bir telaş içinde yabancılıktan kaçmaya giderken iyiden iyiye yanlış bilinç oluşturmanın yolunu tutabilir. Her bastırma yanlış bilinç oluşturanının ya da daha doğrusu yanlış biçimi kökleştirmenin, daha derine çakmanın yalnızca bir adımıdır. Herder’in “insan evrenin bir özetidir” sözüne bir içerik yakıştırırsam, örneğin “Bu söz insanın dünyadaki güçsüzlüğünü antatıyor” dersem ya da bu sözü “Aman ne saçma söz” diye kafamdan kovmaya kalkarsam bir bastırmayı gerçekleştirmiş olurum. Bastırma bir yabancılaşmayı geçici olarak giderirken bilinci bozarak köklü bir yabancılaşmaya yol açar. Öyleyse benim için tek yol Herder’in bu sözünün doğru bilincine ulaşmaya çalışmaktır, bir başka deyişle onu kendi bağlamında çözerek aşmaktır. Böylece onu bilinçlendirmiş ve kendimin kılmış olurum.
Bilinç karşısında çıkan her nesneyle yabancılığa düşmez. Dünyayla ilişkimiz bizim ilgilerimiz ve dünyanın sunum özellikleri gereğince sınırlıdır. Önümüzden geçen her kadına bakmayız, önümüzden geçen her kadın da bizim ilgimizi çekmeye çalışmaz. Sıcak yaz günlerinde bir köşede durup duran emekli sobamızı algılamayız bile. Pekçok nesne üstalgıya ulaşmadan yani belli bir yargıyı gerektirecek duruma gelmeden algı düzeyinde dışlanır, böylece bilinç kendini aşın bir duyarlılıktan korumuş olur. Seçerek bakmak gerekir, her şey görmek hiçbir şeyi görmemektir.
Önümden geçen bir kuş ancak bana çocukluğumun buğday tarlalarını anımsattığı zaman, kulağıma çalman bir tiren sesi bana sevgilimin beni bırakıp gidişin duyurduğu zaman etkili olur. Onlar kendileri olarak beni durup dururken hiç mi hiç ilgilendirmezler. Ben onları algı düzeyinde dışlarım, üstalgıya ulaşmalarına izin vermem. Anneler ve balalar çok zaman küçük çocuklarının “Baba bak kuş” gibi belirlemelerine boş bir kafa sallayışla yanıt verirler. Böylece bir dış imge, bilincin alınmasıdır, altının çizilmesidir. Bilincin onunla işi var demektir. Kısacası, her nesne ben yeniyim diye karşıma dikilmekle bana yabancılık duygusu verecek değildir. Aynca bilincin alışkanlıklardan giderek kolayca kavradığı şeyler de vardır. Benim bir nesneyle gerçek anlamda yabancılaşma duygusuna düşebilmem ancak onun beni ben olmaktan çıkarmasıyla olmasıdır. Yabancılaşma ben’in ben olmayanı ben kılmaya yönelmesiyle ortaya çıkan çelişkide gelişir ve bu çelişkinin ortadan kalkmasıyla, gerçek bir zaferle (bazen de zafer sanılan bir yanılgıyla) son bulur.
Bir bilginin gerçek anlamda kalıcı yabancılık duygusu yaratması onun bilinci iğreti yerleşmesiyle olduğu kadar gene bilinç bütün içinde bir başka bilgiyle ya da bir başka bilgi bileşimiyle açık açık çelişiyor olmasıyla ortaya çıkar. Yanılgılı bilinçte bilinç öğeleri yabancılığı giderilememiş, bilince yerleştirilememiş, bilinçte bütünleştirilememiş nesneler olarak varlıklarını sürdürürler. Bilinçte bütünsel bir uyumsuzluk olmasa da parçalı bir uyumsuzluk sözkonusu olacaktır bu durumda.
Yanılgılı bilinç öğeleri böylece anlığı zorlarlar ve yargıyı tehlikeye düşürürler. Yanılgılı bilinç dünyaya ve dolayısıyla kendisine köklü biçimde yabancılaşmış bilinçtir, tutarsızdır, yargıları her zaman uyarlı değildir. Böylesi bir bilinç, yanlış yanlışı getireceğinden, giderek aşılmaz bir biçimde sorunlu olur. Onun kendini kurma yolunda her kendinden çıkma çabası yabancılaşma duygusunu artıracaktır. Onun kendini doğrulamak üzere her kendine dönüşü, her kendini gözden geçirişi yeni bir kavgayı getirecektir. Yanılgılı bilinç açmazlar içindedir, böylesi bir bilincin Descartes’çı bir köktencilikle kendini yeni baştan kurma çabasına girmeden bu bunaltılı durumdan kurtulma olasılığı yoktur. Ne var ki onun hastalıklı yapısı böylesine köktenci bir tutum alabilmesini engelleyecektir.
Kötü eğitim, önyargılar, düşünülmeden benimsenmiş kurallar ve ilkeler, iletişim araçlarının bilinçsizce ve amaçlan dışında kullanılması, ticari kaygılarla gerçekleştirilmiş yalınkat sanat ürünleri yanlış bilinçlenmeye kapı açar ve köklü yabancılık duygusu yaratır. Yalan yanlış üretilmiş her kültür ürünü bilinçleri yanlışa itecek özellikler taşıyacaktır. Yalnız uyarsız bilgiler değil, iyileşmez yaşamsal karşıtlıklar ve giderilemez yoksunlar da yabancılaşmayı getirir.
Yabancılaşma yalnızca bilgilenme ilişkisinde değil her türlü ilişkide kendini gösteribilir. Bilinç kendisini herhangi bir durumda yoksun ve tutarsız duyuyorsa ve bu olumsuz durumunu onaracak güçte değilse yabancılığa düşecektir. Her türlü yoksunluk bilinç için bir yabancılaşma kaynağıdır, insani gereksinimlerin eksik bir biçimde karşılanması bilinci zedeleyerek onu yabancılığa iter. Bilinç sağlığının baş koşulu insani gereksinimleri yeterli ölçülerde karşılanmış uyarlı bir ortamdır. Bilincin olağan gelişimine engel çıkarabilecek her şey bir yabancılaşma nedeni olacaktır. Bilincin özgün ve özgül özellikleri, insan ruhsallığınm gereksinimlerini kılı kırk yararak ortaya koyan ve sağlayan yetkin bir ortamda en yüksek gelişimine ulaşabilir. Böylesi bir ortamda bile bilinç kendisini çarpışarak yaratacaktır. Hiçbir bilinç ortamına tam olarak uyarlı olamayacağı gibi çok zaman en yetkin bilinç en çatışkılı bilinç olarak görünür. Ne var ki yetkin bilinç kendi dışıyla sorunlu olmakla birlikte kendisiyle sorunlu değildir. Yabancılaşma kaçıp kurtulamayacağımız bir zorunluluktur, yeter ki bizi sağlıklı gelişimlere açacak bir tutarlılıkta gelişmiş olsun.