Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatKuramSavaşa karşı edebiyat | Ömer Türkeş

Savaşa karşı edebiyat | Ömer Türkeş

Savaşma, oku!..

Militarizm, yani insanlığın en eski, en kaba kültürü, aynı insanlığın edebiyat ve sanatta yüzlerce yıldır zorlukla filizlendirdiği insancıl düşünceyi bir kez daha çiğniyor; bir kez daha sanata, edebiyata, daha iyi bir hayata adanmış entelektüel çabaya kuşkuyla yaklaşıyoruz. Tıpkı II. Paylaşım savaşını değerlendirirken Lionel Richard’ın söylediği gibi; “Nazizmden sonra bizler artık sanata / edebiyata dik, kusursuz bir gözle bakamayacağız, çünkü kişinin akşam Goethe’yi, Rielke’yi okuyup, Bach ve Schumann dinleyip ertesi gün bir toplama kampındaki korkunç görevine çekinmeden başlayacağını bilmekteyiz” artık…

Elbette o suçların sorumlusu sanat / edebiyat değildir. Çünkü edebiyat ve sanat ürünleri yalnızca kendi alanları içinde serpilip gelişmezler; yani edebiyat edebiyatı, sanat da sanatı yaratmaz. Bunlar somut bir tarihte ve toplumda, o toplumda var olan maddi üretim tarzının, iktidar ilişkilerinin ve ideolojilerin karmaşık ilişkileri üzerinde yükselen bir kültürün ürünleridir. Yani mücadele edilmesi gereken savaşa, şiddete, kahramanlık kostümüne bürünmüş bayağılığın her türüne övgüler düzen kültürün kendisidir. Sanat ve edebiyatın bugün klasikleşmiş örnekleri -çoğu kez hain damgasını yemek bahasına- tam da bunu yapmayı üstlenmişlerdi işte.

Savaşa karşı edebiyat

Savaşkarşıtı sanatın ilk örneğidir ‘Lysistrata’. Tarihini ve kimliğini Homeros’un savaş, kahramanlık, erkekler arasındaki yüce dostluk gibi temalar üzerine kurulu destanlarında arayan eski Yunan’da, savaşın ardındaki maddi çıkarları da, zararı görenlerin bu çıkarla ilişkisizliğini de güldürü biçiminde sahnelemişti Aristophanes. Üstelik savaşın erkeklere özgü bir oyun olduğunu vurgulamış, çözümü savaşa karşı çıkanların aktif eylemliliğinde bulmuştu…
Uzun Ortaçağ boyunca yazar ve sanatçılar soyluların, kralların ve kliselerin himayesinde yaşadılar ve elbette onların savaşlarına, onların yarattığı acılara ilişkin -olumsuz- bir şeyler yazmaya, bestelemeye ya da resmetmeye hiç niyet etmediler, niyetleri vardıysa bile cesaretleri yetmemişti. Savaşanlar partal giysileri, aç karınları, traşsız yüzleri, nasırlaşmış elleriyle köylülerdi, ama bakımlı atlarının üzerine pırıltı zırhlarıyla kurulmuş mağrur çehreli şövalyelerin, sultanların isimleri dillendirildi destanlarda; sanki erkekliğin sınandığı bir yarış alanıydı savaş meydanı. Belki de yazarların / sanatçıların suskunluğu karartmıştı Ortaçağları… Kötü olan bu kültürün, yani tarihi ve edebiyatı
‘kahramanların’ yapmışlığına dair inancın günümüze kadar taşınmasıdır. Kötüdür, çünkü kahramanlık, bir savaş simgesidir… Ortaçağın sonu yaklaştığında, Fransız devriminin arifesinde iki arkadaşın, İngiltere’de Jonathan Swift’in, Fransa’da Voltaire’in sesi yükselir; Swift, ‘Gulliver’in Gezileri’nde (1726), Voltaire ‘Candide’de (1759), insanların birbirlerine yaptığı eziyetlere ve savaşlara, barışçıl varlıkların yaşadığı hayali ülkeleri anlatan ütopyalarla yanıt vereceklerdir.
Modern roman Aydınlanma çağının bir ürünü, yazar ve aydınlar Aydınlanmanın çocuğu, bu kültürel atmosferin yaratıcısı ise ulus devletlerin doğuşudur. Ne yazık ki doğumun ebesi savaştır; yani ‘meşru’dur savaş, bir zorunluluktur… Balzac, Stendhal, Puşkin, Hugo, Dickens gibi yazarların romanlarında savaşın soluğu, cephe gerisinde yarattığı acı ve endişeler, yitirilmiş umutlar hep vardır, savaş kültürünün -kahramanlık, korkaklık, şan, şeref, onur vb.- motiflerini de kullanmazlar, ne var ki doğrudan bir reddiyeden de söz edemeyiz. Yine de Lev N. Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ını (1869) anmak gerekir… 1805-1813 yılları arasında süren Napoleon savaşları üzerinden Avrupa tarihini bütünlüklü bir biçimde ele alan roman, tarihi yapanın büyük adamlar ya da ‘kahramanlar’ değil halkın iradesi olduğunu savunur ve insanların barış dönemindeki mutlu hayatlarının savaşta nasıl yerle bir edildiğini bireysel dramlar üzerinden canlandırır. Yüzyılın son büyük romancısı Emile Zola ise yalnızca savaş karşıtı romanlar yazmakla kalmamış, 1897 yılında ‘Dreyfus Davası’nda sergilediği aydın tavrıyla militarizme karşı direnmiştir de.

20. yüzyıl; savaşlar çağı

Aydınlanmanın ilerleme ideali belki bilim ve teknoloji alanında karşılığını buldu, ama bu türden ilerlemenin topluma getirisi gelişmiş silahlarla sürdürülen savaşlardaki kitlesel ölümlerdi. Öyle bir 20.
yüzyıl ki, ikisi büyük ve genel, yüzlercesi bölgesel olmak üzere savaşsız geçen tek bir yıl yaşanmamış, ulusların kaderini silah endüstrisi tayin eder hale gelmişti. Ama aydınlar da vardı; sürgünlüğü, hapisliği, hain damgasını, türlü eziyeti göğüslemek pahasına savaşa ‘HAYIR’ çığlığını attılar. En gür ses romanlardan yükselmişti…
Özellikle iki büyük savaşı da yaşamış kuşağını bütün romanlarına sinmiştir savaşa duyulan nefret. Hepsine yer vermek zor; bu nedenle yazıldıkları yıllardaki etkilerini ve bizdeki okunurluklarını dikkate alarak sıralıyorum… Almanya’dan başlayalım; Heinrich ve Thomas Mann kardeşlerle Hermann Hesse, henüz I. Paylaşım savaşı sırasında savaş karşıtı bir tavır sergilemişler, Hesse Alman militarizmini protesto etmek için İsviçre uyruğuna geçmiş ve savaş karşıtı çalışmaları yüzünden Almanya’da istenmeyen kişi ilan edilmişti. İlginçtir, karşı cephede de durum farklı değildi; İngiliz yazar D. H. Lawrence de aynı yıllarda karısının Alman kökenli, kendisinin savaş karşıtı olması nedeniyle ülkesinde benzer tepkilerle karşılaşmış, kaçak durumuna düşmüştü. Heinrich ve Thomas Mann kardeşlerse ülkelerini II. Paylaşım savaşı öncesinde terk etmek zorunda kaldılar…
İki savaş arasında yazılan ‘Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’, dünya edebiyatının bu alandaki başyapıtlarıdan biridir. Cepheye sürülen gencecik Alman askerlerinin teker teker yitip gidişini evrensel bir trajediye dönüştüren E. M. Remarque, insan hayatına verdiği değerin bedelini, diğerleri gibi ‘vatanhaini’ ilan edilerek ödeyecektir… Fransız yazar H. Barbusse’un cephenin öte yanını benzer bir konu etrafında calandırdığı
‘Ateş’ ve Andre Malraux’un, İspanya İç Savaşı’nı kaydettiği ‘Umut’, insanlığa yapılmış uyarılardır. Öyle ki, Malraux, anlatısını faşistlerin katliamlarıyla sınırlamamış, taraf olduğu Cumhuriyetçi saflardaki şiddeti de yansıtmış ve kaybedenin insanlık olduğunu göstermeyi başarmıştır. Devrimci edebiyatın ilk büyük romanı ‘Durgun Don’un yazarı Şolohov da devrim saflarındadır, ama devrimin pek çok insanın hayatına, anılarına, geleceğine, sevdiklerine mal olduğunu izlemiş ve romanına yan tutmadan yansıtmıştır. Aynı durumu, devrim düşüncesiyle şiddet arasındaki çelişkiyi ‘Dr. Jivago’nun merkezine alan Boris Pasternak ise savaşı kutsayan Satalinizm’in dişlileri arasında öğütülecektir.

Amerikan yitik kuşağının da ilgi alanıydı bu savaşlar. Ancak en çarpıcı romanları yazmak E. Hemingway’e nasip oldu. I. Paylaşım Savaşı’nda geçen ‘Silahlara Veda’ ve İspanya İç Savaşı’nın hüznünü yansıtan ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’, bugün bile savaş karşıtı edebiyatın ‘en iyi’leri arasında sayılıyorlar. Savaşın birey üzerindeki ruhsal, moral ve fiziksel etkilerinin yıkıcılığını incelerken kışla hayatından cepheye, oradan cephe gerisine kadar yaydığı hikâyesiyle, Dos Passos’un ‘Üç Asker’i de anılmaya değer.
II. Paylaşım Savaşı gelip çatmadan önce, her ülkeden yüzlerce aydın, sadece yazarlar değil, şairler, ressamlar, yönetmenler, grafik ustaları ve filozoflar savaşa karşı bir enternasyonel oluşturmayı başarmışlardı. Ama ne yazık ki, ne onlar ne de adını andığım yazarlar ve romanları siyasetçiler ve komutanlar üzerinde bir etki yaratabildiler; akla ve duygulara seslenen yüksek kültür ürünlerinin varlığı, milyonlarca insanın can verdiği bir savaşın yaşanmasına engel olamayacaktı… Edebiyat, savaş sonrasında da sessiz kalmadı; savaşa karşı bir bellek, barış için yeni bir kültür yaratmak adına, cephe, cephe gerisi, toplama kampları, yıkılan kentler, kolsuz bacaksız askerler, yani yaşanan dram en ince ayrıntısına kadar romanlara taşınmış ve en çarpıcı örnekler yine Alman yazarların kaleminden çıkmıştı. Savaşkarşıtı edebiyatın en önemli yazarlarından Heinrich Böll, bütün edebiyat hayatını faşizm ve sonrasındaki yıkım günlerine adamıştır. Bu alandaki bir başka önemli isim, -Nazizme ve savaşa karşı ‘Teneke Trampet’iyle Günter Grass’tır. Fransız aydınlarını ise yazdıklarından çok duruşlarıyla anmak gerekir; özellikle de ülkesi Fransa’nın Cezayir’i işgaline karşı verdiği mücadeleyle J.P.Sartre’ı!
Dünyanın bütün edebiyatlarının katıldığı savaşkarşıtı ‘enternasyonel’ bugünlere kadar uzanıyor: Saul Bellow’un özgürlüğünü militarizme teslim eden ‘Boşlukta Sallanan Adam’ı, J. Kosinski’nin tüyler ürpertici ‘Boyalı Kuş’u, N. Mailer’in ‘Çıplak ve Ölü’sü, Kurt Vonnegut’un Dresden bombardımanını anlattığı ‘Mezbaha No: 5’i, Haşek’in saf ve temiz ‘Aslan Asker Şvayk’ı, İ. Andriç’in yüzlerce yıllık bir düşmanlığı barındıran
‘Drina Köprüsü’, İsmail Kadare’nin geçmişin günahlarını deşelediği ‘Ölü Ordunun Generali’, N. Kazancakis’in savaşanlar kadar suskun kalanları da suçladığı ‘Yeniden Çarmıha Geriliş’, Dido Sotiriyu’nun ayrıldığı topraklara özlemini dillendirdiği ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya’, D. Buzzati’nin ‘Tatar Çölü’, W. Golding’in ‘Sineklerin Tanrısı’, Romain Gary’nin ‘Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı’, Primo Levi’nin ‘Bunlar Da Mı İnsan’ ve Salman Rushdie’nin “kimin himayesinde, kimin hatırına, kimin intikamcı kışkırtmasıyla silah altına alındığını ne bilen ne umursayan” insanlar tipleriyle ‘Geceyarısı Çocukları’, kişisel tercihlerim olarak sıralınıyorlar…

Bize gelince…

Savaş teması Cumhuriyet romanına Milli Mücadele’yi işleyen metinlerle girer. Mütareke ve Milli Mücadele yıllarının ilk dönem romanlarında yer alması Cumhuriyet’in ilanından az önce, Halide Edip’in ‘Ateşten Gömlek’ (1922) ve Yakup Kadri’nin ‘Kiralık Konak’ (1922) romanlarıyla başlayıp Attila İlhan’ın ‘Allahın Süngüleri’ne (2002) kadar uzanırken, savaşın sıcaklığında yazılan I. Dönem ürünleriyle 60’lardan sonra kaleme alınan II. Dönemdekiler arasında gözle görülür farklılıklar vardır. İlk dönemin önemli romanlarında -o yılların egemen ideolojisi gereği Yunan ordusundan çok yerli işbirlikçiler ve yobazların zulmü konu edilirken, ikinci dönemde savaş sahneleri şiddetlenmiş ve şiddetin müsebbibi olan Yunanlılarla Ermenilere karşı neredeyse ırksal bir yargılamaya gidilmiştir. Bunda, milli eğitim öğretisinden geçmiş yazarlarca üretilen II. Döneme ait romanlardaki Milli Mücadele tahayyüllerinin Cumhuriyet ideolojisi ve resmi tarih etrafında şekillenmesinin rolü vardır. Suyun öte yanındaki durum da pek iç açıcı değil. Tarih yeniden yazılır, iki ulusun ideolojileri oluşturulurken ‘icat’ edilmiştir bu kanlı öyküler. İki ülkede okutulan tarih kitaplarını karşılaştırdığımızda, Anadolu’nun bu acılı günlerinde kimin zalim kimin mazlum olduğunu anlamak hepten olanaksızlaşır.
Böylece bir kez daha kültür bahsine dönüyoruz. Cumhuriyet romanı, savaşkarşıtı ürünler vermemişti, çünkü birbirine karşıt bütün ideolojileri birleştirmişti savaş; Sağ kesim için Orta Asya’dan bugüne uzanan şanlı tarihimizin yapıcısıydı o… Kemalizm, gücünü Anadolu’da verilmiş ‘Kutsal Savaş’ mitinden alıyordu… Sol kesim ise ideolojisi gereği antiemperyalist savaşlardan yanaydı. Yani haklı ve haksız savaşlar vardı zihilerimizde.
Ama hakkaniyetli olmak gerekirse, hiçbirisi de bugünkü gibi maddi çıkarlar peşine düşmemişlerdi..!
Oysa doğrudan katılmasa bile II. Paylaşım Savaşı’nın kötü izlerini belleğine kaydetmişti Cumhuriyet insanı. Nasıl ve neden gidildiği anlaşılamayan Kore’de kayıplar vermiş, Kıbrıs’ta sorunları hâlâ bitmeyen bir harekata girişmiş ve 80’den bu yana Doğu’daki savaş hiç gündemden düşmemişti. İşte bütün bunlara doğrudan bir karşı çıkış göremiyor, sadece savaşların etkilediği insanların yer aldığı romanlardan söz edebiliyoruz. Mesela Kıbrıs Harekatı, birkaç hamasi şiiri saymazsak eğer, Mehmet Eroğlu’nun ‘Issızlığın Ortasında’ romanı dışında hiç yansımamış edebiyata, ancak o da Eroğlu’nun son romanı ‘Zamanın Manzarası’ (2002) kadar açık bir şiddet eleştirisi taşımıyor. Murat Tuncel’in mekân olarak Macaristan’ı, dönem olarak II. Paylaşım Savaşı’nı konu edindiği ‘Üçüncü Ölüm’ü (2000) ise bu alandaki tek örneğimiz.

Bu kısır döngü, Yaşar Kemal’in romanları ile yıkılıyor; Yaşar Kemal’in
‘Bir Ada Hikâyesi’ adlı dörtlemesinin yayımlanan ilk üç cildi, üzerinde yaşadığımız coğrafyada iyilik ve kötülüğün, zalimlik ve mazlumluğun, ötekine duyulan düşmanlığın tarihsel kökenlerini, siyasi ve toplumsal nedenlerini, yitirilen yüzbinlerce hayatla birlikte sorgularken, savaşın aynı zamanda bir doğa, tarih ve kültür katliamı olduğunu da hatırlatıyor.
Bugün savaşı olağanlaştıran şey, kültürün içine kodlanmış saldırganlığın bireylerin belleğinde bir karşılık bulmasındandır. Aydın, yazar ve sanatçıların savaşa karşı verdikleri ürünlerin karşısına yine romanlar, filmler ve televizyon programları ile dikilen kültür endüstrisi, savaşı her çeşit macera hikâyesiyle ‘estetize’ ederken, savaş kültürüyle geleneksel kültür arasındaki benzerlikten faydalanıyor. Eğer bugün kanlı bir çağı geride bırakıp yenisine hazırlanıyor olmasaydık, insanların savaş konulu filmlerden/ romanlardan zevk almasına gülüp geçebilirdik.
Şimdi şu soru aklınıza takılabilir belki de; “Kültür endüstrisinin ürettiği bütün bu savaş romanları/ filmleri arasında hiç mi iyisi yok?” Yok demişti Sartre ve bir soruyla karşılık vermişti; “Açık amacı insanların ezilmesine hizmet etmek olan iyi bir tek roman, Yahudilere, zencilere, sömürge halklarına karşı yazılmış bir tek iyi roman adı verin bana”..!

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments