Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cuma, Kasım 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFrankfurt OkuluFrankfurt Okulu'nda Doğa ve toplum diyalektiği | Kürşad Kızıltuğ

Frankfurt Okulu’nda Doğa ve toplum diyalektiği | Kürşad Kızıltuğ

İskenderiye Yazıları dergisinin Ekoloji genel başlığı içerisinde toplanan yazılardan oluşan bu sayısında Frankfurt Okulu’nun görüşlerinden bahsetmeye neden gerek duyulduğu sorulabilir. Öyle ya ekoloji ya da ekolojik sorunlar denilince artık herkesin yüzeysel olarak bildiği, Ozon Deliği, hava ve denizlerin kirliliği ya da son derece güncel bir konu olan nükleer santral gibi konulardan bahsetmek gerekir gibi hazır yargılar varken Frankfurt Okulu’nun bunlarla ne ilgisi olabilir? Böyle genel geçer yaklaşımların yanlışlığını hemen belirtmekte yarar var: Bu sayıda yer alan ekoloji ile ilgili diğer yazılarla paylaştığımız ortak sav “ekolojik sorunların tümünün toplumsal sistemden kaynaklanan sorunlar olduğu ve ekolojik bir politikanın da ancak bugünkü kapitalist toplumsal sistemi hedef aldığında gerçek bir çözüm olabileceği” şeklindeki yalın önermedir. Daha açık bir ifade ile doğayı, bütünüyle sanayi ve teknolojinin hammadde kaynağı ve üretimin ihtiyaçları için sınırsızca sömürülebilecek bir alan olarak gören, genel olarak insanlık değil sermayenin maksimum karı temel dürtüsünü tüm toplumsal sistemin temeline yerleştirmiş olan kapitalist sistemdir. Ancak bu tahakkümcü anlayış kapitalizmle birlikte ortaya çıkmamış, en eski egemenlik ve sömürü ilişkilerinin Aydınlanma Felsefesi ve Sanayi devrimi sürecinde doğaya aktarılmasıyla gelişmiştir.

Frankfurt okulunun bu konuyla ilgisi dolaysızdır. Ancak yanlış anlamaya yer vermemek için belirtelim, adlarını biraz sonra anacağımız bu düşünürlerin hiç biri doğrudan doğruya doğanın tahrip edilmesinden, teknolojinin yıkıcı etkilerinden, ekolojik sorunlardan ve buna karşı yürütülmesi gereken politik mücadeleden bahsetmiş değildir. Aslına bakarsanız bu tartışmaların hepsi de ancak ikinci dünya savaşı sonrasında, Batılı devletlerin hızlı ekonomik büyüme ortamında giderek ekolojik sorunların gözle görülür hale gelmesiyle başlamıştır. Ancak Frankfurt Okulu, ekolojik sorunlar görülür bir şekilde ortaya çıkmadan ve Avrupa’da muhalif hareketlerin gündemine girmeden önce daha 30’lu 40’lı yıllarda, doğayı tahakküm altına alma düşüncesini rasyonalize eden Aydınlanma Felsefesini; pozitivist bilim felsefesini; kapitalist sanayileşmenin sonucu olan teknolojik rasyonaliteyi; ekonomik mantığın tüm toplumsal ilişkileri – bireyler arasındaki ilişkileri bile – niceliksel ilişkilere indirgemesini; toplumsal hedefler açısından bütün etik değerlerin bir yana bırakılarak verimlilik ölçütünün temel alınmasını; her şeyin metalaştırılması ve ölçülebilen bir nesneye dönüştürülmesi yoluyla insana dair ne varsa şeyselleşmesi sürecini; yabancılaşma olgusunu; kitle kültürünü ve birbiriyle bağıntılı olarak tüm toplumsal – kültürel sorunları eleştiren son derece keskin bir teori – kendi ifadeleri ile Eleştirel Teori – geliştirmişlerdir. Aslında son derece geniş bir alana yayılan bu teorik eleştiri mirasının bütünsel ve sistematik bir teori oluşturmadığını görürüz.

Kendileri de zaten böyle bir amaca karşıdırlar. Çünkü her türlü kapalı teorileştirmeye, realitenin tek yanlı ve durağan bir formülasyonuna karşıdırlar. Çok geniş ve her an elden kaçabilecekmiş gibi görünen bu teorik eleştirinin konumuzu ilgilendiren yanı hemen ortaya çıkıyor: Modern toplumda tahakkümcü ilişkilerin sanayileşmeyle bağlantısını ve doğanın – hem insanın iç doğası hem de dış doğa olarak – baskı altına alınma sürecinin incelenmesi. Bu eleştiriyi en ileri noktasına vardırdıklarında bugün bizim için alarm sinyalleri veren ekolojik sorunları doğuran kaynağa, doğayı tahakküm altına alma anlayışının Aydınlanma Felsefesindeki ve Sanayileşme paradigmasındaki köklerine kadar giderler. Ve her ne kadar kendileri bir politik praxis önerisinde bulunmasalar da bugünkü bir özgürleşme politikası için çok önemli araçlar sunarlar: Toplumu özgürleştirmeyi hedefleyen bir politika, doğanın ve insanın iç doğasının özgürleştirilmesini de içermediği sürece yeni tahakküm ilişkilerine gebedir. Bunun geleneksel sosyalist politika için ne gibi eleştirel sonuçları olduğu açıktır. Öte yandan bugünkü yeşil hareketlerin, kapitalist toplumun sınırları içinde kalınarak doğanın tahribatının durdurulabileceği yanılgısını da çürüten çok güçlü argümanlar sunarlar. Bu uzun girişten sonra Frankurt Okulunun kurucu üyeleri Max Horkheimer, Theodor Adorno ve Herbert Marcuse’ün konumuz açısından önemli görüşlerini burada aktarabiliriz. 1

Bilindiği gibi iki dünya savaşı ve faşizmin yükselişi, Sovyetler Birliğinde sosyalizmin beklenenden farklı olarak bir bürokratik tahakküm devletine dönüşmesi, Avrupa’da işçi sınıfı hareketlerinin yenilgiye uğraması ve kapitalizmin hızlı bir toparlanma sürecine girmesi gibi temel olgular, Avrupalı radikal entelektüelleri Marksizmin teorik sorunlarıyla uğraşmaya yöneltmiş ve bazı temel savlarının tartışmalı görülmesine yol açmıştır. Avrupa’da Marksizm bu etkenler sonucunda hem kurucularından hem de Sovyetlerdekinden oldukça farklı yönelişlere girmiştir. Kapitalizmin beklenenden çok daha uzun süre ayakta kalması olgusu ve bunun nedenlerinin ekonomik ve politik alanda değil kültürel alanda aranması gerektiği savında özetlenebilecek bu teorik yöneliş Batı Marksizmi adıyla anılacak olan düşünürler kuşağının yetişmesine yol açmıştır. Bunlar arasında Marksizmin Hegeldeki köklerine dönerek pozitivist sızmalardan arındırmayı ve bir özgürleşim felsefesi olarak yeniden kurmayı hedefleyen Frankfurt okulunun ayrı bir yeri vardır.

Modern kapitalist toplumu ekonomik sömürü ilişkileri açısından değil sanayileşme, teknolojik rasyonalite, kitle kültürü ve bunların dolayımıyla kurumsallaştırılan yeni tahakküm ilişkileri açısından incelerler. Derin ve oldukça zor kuramlarının Marksizme yönelik en önemli katkısı ve eleştirisi, Aydınlanma Felsefesi ile başlatılabilecek modernleşme ve sanayileşme sürecini özgürlüğe doğru gelişen bir ilerleme değil tam tersine giderek karmaşıklaşan bir bürokratik ve kültürel bir tahakküm sonucunda özgürlüğün daha da yitimi süreci olarak görmeleridir.
İlk dönemlerinden başlayarak epistemolojik sorunlar, modern kültürün eleştirisi, pozitivizmin eleştirisi, otoriter kişilik gibi alanlar üzerine çalışmalarıyla gelişen entelektüel ilgileri ileri dönemlerinde kapsamlı bir biçimde insanın doğayla ilişkisi sorunsalı üzerine yoğunlaşmıştır. Özellikle 40’larda Adorno ve Horkheimer’in birlikte yazdığı Aydınlanmanın Diyalektiği adlı çalışmalarında, Horkheimer’in Akıl Tutulması adlı yapıtında, Marcuse’nin 60’lı – 70’li yıllarda yazdığı Karşıdevrim ve İsyan, Eros ve Uygarlık, Tek Boyutlu İnsan gibi kitaplarında bu temel sorun ana temadır. Diğer yandan Walter Benjamin, Pasajlar adlı yapıtında, Tarih Üzerine Tezler ve Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Yapıtı adlı denemelerinde teknolojik ilerleme fikrinin eleştirisi ve teknolojik gelişimin getirebileceği yıkıcı ve özgürleşimci olanaklar üzerine önemli perspektifler geliştirmiştir.2

Tarihsel gelişimi sınıf savaşımlarının tarihi boyunca ilkel toplumlardan kapitalizme ve zorunlu olarak komünizme giden bir ilerleme biçiminde gören klasik Marksist görüş, üretim güçlerinin gelişiminin insanı “kör doğa yasalarının” boyunduruğundan kurtararak onun üzerinde denetim kurmasını sağladığını söyler. Bu denetimin sonucunda elde edilen artı ürünün sömürücü sınıflar tarafından temellük edilmesi klasik Marksizm açısından insanın özgürleşmesinin önündeki temel engeldir. Bu engel, yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kaldırıldığında toplumsal sınıflar da ortadan kalkacak ve komünizmin gelişiyle birlikte doğaya egemenliğin sağladığı özgür bir toplum kurulacaktır. Yani insanların yönetiminden şeylerin yönetimine geçilecektir. Çünkü Marksizm açısından tüm tahakküm ilişkilerinin kaynağında özel mülkiyet olgusu vardır. Doğayı, daha önceki kapitalist toplumun, Aydınlanma Felsefesinin, ve hatta tek tanrılı dinlerin de öğrettiği gibi, insan için verilmiş, denetlenmesi ve fethedilmesi gereken bir nesne olarak gören bu anlayış (Doğanın Tahakküm altına alınması paradigması) klasik Marksizm tarafından pek fazla eleştirilmeden bir ön kabul haline getirilmiştir. 3 Bu söylediklerimizi destekleyen ifadelere Marks, Engels ve Lenin’de bolca rastlamak mümkündür. (Engels Anti – Dührig’te “sanayileşmenin teknik temelinin devrimci olduğunu söylüyordu; Marksa göre tarih aynı zamanda insanın doğayla mücadele alanıdır.)

Adorno ve Horkheimer bu anlayışı büyük ölçüde eleştirmişlerdir: “Onlara göre, insanın başlangıçta doğadan kopuşu ve bu kopuş üzerinde gittikçe yükselmesi süreci insanın kurtuluşu için gereken ilerlemeyi getirmemişti. Çünkü insanın ayrılmaz bir parçası olduğu doğa egemenliğinin bedeli, insanın kurtuluş için her zamankinden daha büyük imkanlar yarattığı bir çağda bile insanı daha çok ezen bir toplumsal ve ruhsal işbölümü olmuştu. Doğaya bağımlılık sınıfların güçlenmesiyle aynı oranda artmış, böylelikle, insanların çoğunluğunun toplum düzenine bağımlılığı da kendini insanların üzerinde kaçınılmaz, olağan bir durumu olarak göstermişti. Teknolojinin ilerlemesi bugüne kadar ancak baskı aygıtlarını yetkinleştirmişti.

Bunun yanısıra, uygarlığın ön koşulu olarak aklın yapısı insanın kendisindeki doğanın baskı altına alınması üzerine kurulmuş, ego ile id arasındaki insanın kendiliğinden dürtülerinin akılcı denetim altına alınmasına yol açan psikolojik bir bölünme yaratmıştı. Aklın, mantığın ve bilimin aracı olarak incelmesi, insanın dışındaki doğa dünyasını zamanla sadece elle tutulabilen nicel nesnelere indirgemiş, varolan şeylerle bilgisel kavramlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırıp işlemsel bir kimliğe indirgemişti. ” 4

Anderson’un bu açıklayıcı pasajı okulun yaklaşımını özetliyor, ancak burada özenle vurgulamamız gereken bir nokta var. Frankfurt okulu düşünürleri doğanın tahakküm altına alınması kavramını kullanırken birbirini besleyen iki süreci anlatıyorlardı. Birincisi insanın içindeki doğasının, daha doğrusu doğal yanının baskı altına alınması. Diğeri doğanın sanayi ve teknoloji tarafından baskı altına alınarak bütünüyle rasyonalize edilmiş teknik ve yapıntı bir yaşama alanı yaratılması yoluyla insanın doğadan yabancılaşması. Yani bu ikinci anlayış yine insanın, doğanın denetlenmesi dolayımı ile baskı altına alınmasına vurgu yapar. Ancak bugünkü anlamda bir ekolojik kavrayışla doğanın yok edilmeye doğru gidişini ve insan türünün varlığını da tehdit eden bir doğa tahribatı anlayışına rastlanmaz. Aslında bu nokta çok önemli çünkü modern sanayi kapitalizmi ekolojik sistemi hiç bir biçimde bozmayacak şekilde yeniden yapılandırılsa bile bu onun doğa tahakkümcü yapısını değiştirmez. Böylece liberal çevreci düşüncenin, sanayinin, çevreyi kirletmeyecek şekilde ehlileştirilmesi ile sorunların çözülebileceğine ilişkin hayalinin ne denli uzlaşmacı olduğu ortaya çıkar. Çünkü bugünkü haliyle sanayi toplumu her şeyden önce insan üstünde tahakküm kurulması demektir. Bu da insanın insanı sömürmesine dayalı ilişkilerin olduğu gibi kalarak insanın doğayı sömürmesini de getirecek şekilde genişlemesinden kaynaklanır.

Frankfurt okulunun insan doğa ilişkisine eğilmesi 1940’lı yıllarda yani olgun dönemlerinde başlar. Teorileri önemli bir değişiklik geçirir: tarihin itici gücünü, başlangıcı sınıf çelişkisinden çok daha eski dönemlere kadar giden ve kapitalist üretim ilişkilerinin aşılmasıyla da sona ermeyecek olan bir çelişkide ararlar: İnsan ile Doğa arasında, hem birbirinden ayrı hem de iç içe iken daima var olan çelişkide.

Horkheimer’e göre doğal dünyayı insanın işleyebileceği ve denetimi altında tutabileceği bir alan olarak gören Aydınlanma anlayışı, kendini boyun eğmenin bir nesnesi olarak gören insan anlayışına denk düşüyordu. Politik alandaki bu paralel gelişmenin en açık görünümü ise, politik araçsalcılığı burjuva devletinin ortaya çıkıp yükseldiği dönemde çok işe yarayan Machievelli’nin savunduğu politik düşünceler olmuştur.5 Horkheimer’e göre bugünkü kapitalizmin araçsal politika anlayışının temellerini atan Machievelli’nin düşüncesinin özü insanı doğadan ayrı ve ona hükmetmesi gereken üstün bir varlık olarak gören diyalektik olmayan bir varsayıma dayanır.
Gerçekten de en eski kutsal kitaplar olsun, daha sonraki teolojiler olsun hep tanrının doğayı insana hizmet etmesi için yarattığını vaaz etmişlerdir. İnsanın doğanın efendisi olduğu anlayışı evrimci kuramın bu teolojilere son darbeyi vurmasıyla bile değişmemiştir. Bilakis sanayi devrimi bu düşünceyi laikleştirerek sürdürmüştür. Doğa kapitalist fabrika işletmesinin hammadde kaynağı olarak görülmektedir. Tarih, toplum ve kültür bilimleri de insanın doğadan evrimsel bir farklılaşma yoluyla ayrılarak uygarlığı kurduğunu belirterek kültür kavramını “doğadan bütünüyle farklılaşmış olmak, doğanın üstünde tamamen insan yapımı bir maddi dünya kurmak” şeklinde kavramışlardır. Horkheimer’in ifadesiyle diyalektik olmayan bu anlayış insanla doğayı uzlaşmaz karşıtlıklar olarak görür: Uygarlaşma ( ya da modernleşme ) aşağı bir varlık kademesi olan doğadan kesin bir uzaklaşma olduğuna göre bu tür bir uygarlık anlayışı bunu bilinçli bir hedef haline getirir. İlerlemenin tek yolu doğayı kendi amaçlarımız için sınırsızca dönüştürmek ve kendi içimizdeki doğal yanımızı da uygarlaştırmak/aklileştirmektir.

Bu anlayışın iki önemli ve yıkıcı sonucu vardır: birincisi doğanın ya da ekolojik sistemin yıkımı, ikincisi insan benliğinin ayrılmaz bir yanı olan doğal yanının yok sayılarak akılcı bir denetim altına alınması. Horkheimer’e dayanarak söyleyebiliriz ki Dekart’tan beri bu ikilem yani insan ve doğa, akıl ve duygu karşıtlıkları gibi ikilemler batı düşüncesinin temelini oluşturuyor. “Doğa üzerindeki egemenlik, insan üzerindeki egemenliği getirir. Her özne sadece dışsal doğanın (gerek insanın fiziksel varlığının, gerekse insanın dışındaki doğanın) köleleştirilmesine katılmakla kalmaz, bunu yapabilmek için kendi içindeki doğayı da boyunduruk altına alır.”6 Burada bir yanlış anlamaya yer vermemek için şunu belirtelim: Horkheimer tarihsel bir sıralamayla önce doğanın tahakküm altına alındığını sonra da insanın insanı sömürü ilişkilerinin doğduğunu söylemiyor. Burada söylenen toplumdaki sömürü ilişkilerinin tarihsel bir devamı olan doğanın sömürülmesinin, aynı zamanda insanın iç doğasını da bugüne kadar görülmedik ölçüde rasyonelleşmiş şekilde tahakküm altına aldığıdır. Yani modern kapitalist sanayi toplumunda insanın özgürlük olanakları görünürde artarken, bu yeni yaşama biçimi sınıf farkı gözetmeksizin, tüm insanların hem içsel dürtülerini hem de bedenlerini, daha önceki toplumsal sistemlerdekinden çok daha kapsamlı, rasyonel ve incelmiş denetim biçimlerine maruz bırakmaktadır. Üstelik bu denetim ve baskı kültürel hayatın öylesine ayrılmaz bir bileşeni olmuştur ki kolaylıkla görülemeyecek şekilde içselleştirilmiş ve rasyonalize edilmiştir. Tüm doğayı nesneleştiren bu sistem insan duygularını ve bedenini de denetimin konusu olacak şekilde nesneleştirmiştir.7 Modern hayatın her bir anı bizden öylesine uyum talep eder ki “İçten gelen, kendiliğinden davranışlarımızın yerini, boğazımızı sıkan mekanik zorunluluklara yönelttiğimiz dikkati dağıtacak her türlü duygu ya da düşünceyi silmemizi gerektiren bu zihniyet”8 bizi dev bir makinenin parçaları haline getirir. Diğer bir deyişle modern rasyonalizm, toplumu da düzenli işleyen ve hiç aksamayan dev bir makine gibi yönetmek istemektedir. Sözü edilen rasyonalizm, Adorno ve Horkhemer’in Adınlamanın Diyalektiği’nde belirttikleri gibi sanayi ve teknolojinin gerisindeki sermaye tekellerinin rasyonalizmidir.

“İnsanın doğayı boyunduruk altına alma çabalarının tarihi, insanın insanı boyunduruk altına almasının da tarihidir. Ego, benlik kavramının gelişimi bu iki yanlı tarihi yansıtır.”9 Doğayı sömürmek için insan üstündeki sömürü ilişkilerini kullanan bugünkü sistem her şeyi olduğu gibi insanın doğasını da denetim altına almak zorundadır. “Egonun ilk çabası, tutkulara yani içimizdeki doğaya egemen olmaktır. Ego, mazbut ve sağlıklı duygulara karşı anlayışlıdır ama kedere, üzüntüye yol açabilecek her şeye karşı da katıdır. En önemli çabası ve kaygısı, duyguların yargıları etkilemesini önlemektir.”10

İnsanın hem içindeki hem de dışındaki doğa üzerinde kurduğu bu baskıya karşı doğanın tepkisi de aynı ölçüde yıkıcı olur. Bir yandan uygarlığın otoritesinin bireyde içselleşmiş biçimi olan egoya karşı bilinçli ya da bilinçsiz bir öfke büyümeye başlar. Bu öfkenin dışavurumu aileye ya da toplumdaki değerler sistemine karşı birikmiş bir öfke şeklinde olur. Bu da akla topyekün bir karşı çıkış ya da suça yöneliş şeklinde gelişebilir. Ancak bundan da kötüsü bastırılan ilkel doğa tüm uygarlığa karşı bir isyan halini de alır ve politik biçimini faşizm şeklinde gösterir. Horkheimer, Nazilerin, Alman halkının engellenmiş arzularını kullanarak iktidara geldiklerini belirtiyor. Bastırılan doğal dürtülerini, tümüyle doğayı ve insan doğasını tahrip eden modern uygarlığa yönelten kitlelerin başkaldırısı, Naziler tarafından manipüle edilmiştir. Ama sonuç doğanın çok daha büyük bir yıkımı olmuştur. “Modern faşizmde rasyonellik artık sadece doğanın bastırılmasıyla yetinemeyecek bir noktaya ulaşmıştır; rasyonellik şimdi doğanın isyankar gizil güçlerini kendi sistemine bütünleştirerek doğayı sömürmektedir. (…) Bastırılmış doğal dürtüler Nazi rasyonelliğinin emrine girdi. Ve bu dürtüleri tatmin etme çabalar, yadsınmalarıyla sonuçlandı.”

Aklı ve doğayı uzlaşmaz karşıtlıklar olarak gören modern rasyonalizm nasıl akıldan yana doğanın baskı altına alınmasını öne çıkarıyorsa aynı karşıtlığı veri alan romantizm ve uygarlık karşıtı düşünceler de doğa lehine aklın reddini öne çıkarır.11 Doğanın akla karşı isyanını uygarlığın tümüne karşı bir isyana dönüştüren duygusal tepki toplumun uygarlık öncesi ilkel aşamalara dönmesini talep eder.12 Günümüzde son derece yaygın olan bu uygarlık, teknoloji ve akıl karşıtı yöneliş görünüşteki radikalliğine rağmen hem modern kapitalist toplumun hem de onun mantıksal bir devamı olan faşizmin rasyonalitesi ile aynı öncüllerden hareket eder. “Aklın alçaltılmasına ve ham doğanın yüceltilmesine yol açan akıl doğa özdeşliği rasyonelleşme çağına ait bir mantık sapmasıdır. “13 Bu tür yapay karşıtlıkların eninde sonunda tahakküm sisteminin meşrulaştırım aracı olacağını belirten Horkheimer bugünkü bunalımı aşmanın yolunun ilkel evrelere geri dönmek değil doğaya yardım ederek bağımsız düşüncenin önündeki zincirleri kırmak olduğunu, aksinin ise toplumsal tahakkümün en barbarca biçimlerine sürükleyeceğini söyler.

Ağırlıklı olarak alıntılar yaptığımız Akıl Tutulması kitabı Frankfurt okulunun son döneminde geliştirdiği aydınlanma eleştirisinin bütün temalarını içerir. Frankfurt okulunun önerdiği çözüm genel önermeler düzeyindedir, İnsan ile doğanın barışması, akıl doğa karşıtlığının eleştirisi ve bastırılan insan doğasının serbestiye kavuşturulması. Bu son nokta özellikle Herbert Marcuse’ün çalışmalarında daha da öne çıkmıştır. 68 hareketinin de verdiği ivmeyle Marcuse insanın içindeki içgüdüsel doğanın özgürleşmesini yani cinsel libidonun özgürleştirilmesini anlıyordu. Marcuse, Eros ve Uygarlık adlı yapıtında bu sorunu ayrıntılı işlemiştir. Marcuse’e göre Tarih boyunca baskının ve sömürünün birbirini izleyen türlü biçimlerini yaratmış olan toplum, modern kapitalist aşamada yabancılaşmış emeğim özgürleştirilmesi yoluyla bu baskılara son verebilecek olanakları da yaratmıştı. Bu baskı ortadan kaldırıldığında haz ilkesi dış dünyanın gerçeklik ilkesi ile uzlaşacaktır. İnsani ve doğal kurtuluş o zaman erotik kuruluşla birleşecektir. 14

Marcuse Karşıdevrim ve İsyan adlı kitabının Doğa ve Devrim başlıklı ikinci bölümünde ekolojik yıkımı da dikkate alan ancak bunu insanın evrensel özgürleşme sorunu içinde gören bir gözle yazar. Marcuse’e göre devrimin yeni tarihsel modeli, yansımasını “muhalefetin biçiminin radikal değişiminde, yeni bir duyarlılığın oynadığı rolde” bulmaktadır. Bu yeni duyarlılık radikal hareketin insanla doğa – kendi doğası ve dış doğa – arasındaki ilişkiye yönelen duyarlılıktır. “Doğanın ihlalinin insanın ihlalini daha da şiddetlendirdiği sömürgen toplumlara karşı mücadelede doğanın bir müttefik olarak keşfi” yeni radikal hareketin özelliğidir. “Doğanın özgürleştirici güçlerinin ve bunların özgür bir toplumun yapılanmasındaki hayati rolünün keşfi, toplumun değişiminde yeni bir güç haline gelir.”15

Daha bu ilk satırlardan da anlaşılacağı üzere Marcuse de Adorno ve Horkheimer’in temalarını ortaklaşmakla birlikte onlardan çok daha radikal, politik ifadelerle konuşmaktadır. Bu nedenle 68 öğrenci hareketleri içinde oldukça popüler olmuş ve devrimci radikalizmden yana tavrı nedeniyle de Adorno ile araları açılmıştır. 16

Marcuse’e göre doğa tarihin bir parçasıdır artık. Ve aynı zamanda insan tarihinin bir nesnesi durumuna da gelmiştir. Doğa artık o başlangıçtaki ham doğa değildir. İnsan her an, doğayla, toplum tarafından dönüştürülmüş biçimiyle karşı karşıyadır. Doğanın özgürleştirilmesi teknoloji öncesine dönüş anlamına gelmez. “İnsanı ve doğayı sömürünün hizmetindeki bilim ve teknolojinin yıkıcı kullanımından kurtarmak için teknolojik uygarlığın başarılarının kullanımını geliştirmek anlamına gelir.” “Doğanın özgürleştirilmesi, doğadaki yaşam arttırıcı güçlerin elde edilmesi, yani bitmez tükenmez rekabetçi hareketlerin içinde harcanmış bir hayata yabancı olan duyusal estetik niteliklerin elde edilmesidir: bunlar özgürlüğün yeni niteliklerinin nasıl olacağına dair bize fikir verirler. “17

Marcuse ekoloji hareketi ile insanın özgürleşmesi sorunu arasındaki somut bağın farkındadır. Bu nedenle ekolojik sistemin bozulmasına karşı girişilecek mücadelenin açıkça siyasi bir mücadele olacağını vurgular. Doğanın ihlalinin kapitalist ekonomiden ayrılamayacağını belirtirken bir uyarıda da bulunur: “Oysa aynı zamanda ekolojinin siyasi işlevi kolayca “nötralize” edilerek Düzen’in güzelleştirilmesine de hizmet edebilir.” 18 Marcuse özgürlük sorununu doğayla insan arasındaki ilişki çerçevesinde çözümlerken kitabın ileri sayfalarında sorunun çok boyutluluğunu öne çıkartır.

Özgürleşme hem insanlar arasındaki sömürü ve tahakküm ilişkilerini ortadan kaldıracak; hem insanın doğayı tahakküm altına almasına son vererek insanın iç doğasını da özgürleştirecek; cinsel sömürü ilişkisini sona erdirdiği gibi erotik dürtülerin de yaşamın bütününe yayılmasını sağlayacak; doğal ve toplumsal yaşamın estetik bir biçimde yeniden inşasını gerçekleştirecek çok geniş kapsamlı bir devrim sorunudur.

Notlar:

1. Burada Frankfurt okulunu tanıtan bir yazıya girişmeyi gerekli görmüyoruz. Bu konuda oldukça yeterli kaynak kitaplar ve adı geçen yazarların bazı yapıtları yanı sıra hem İskenderiye Yazıları Dergisi’nde olsun hem de başka dergilerde çok sayıda yazı yayınlanmıştır.
2. Walter Benjamin’in teknoloji üzerine görüşlerine bruada girmeyeceğiz, çünkü Frankfurt Okulu ile yoğun bir etkileşimi olmasına rağmen hiç bir zaman okulun bir üyesi olmamış ve onların karamsar dünya görüşünü paylaşmamıştır. Yıkıcı yanlarını ortaya koymakla birlikte teknolojinin özgürleşimci olanaklarına vurgu yamış ve geleceğin değiştirilebilirliğine ilişkin umudunu hiç yitirmemiştir.Bkz. Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yay., İstanbul 1994, ayrıca Michael Löwy, “Yanngın Alarmı”, ‘Dünyayı Değiştirmek Üzerine’ içinde, çev. Yavuz Alogan, Ayrıntı yay., İstanbul 1998.
3. Tam da bu noktada şöyle bir itiraz şekillenebilir: Sanayinin ve Teknolojinin bugünkü yıkıcı niteliği kapitalist sistemden kaynaklanmaktadır, kapitalizm ortadan kaldırıldığında zaten çevre sorunları kalmayacaktır basitleştirmesinde ifade bulan indirgeyici yaklaşımlar olabileceği gibi toplumun temel sömürü problemleri çözümlenmeden ekolojik sorunlar yalnızca ikincil sorunlardır türünden daha “radikal” itirazlar da geliştirilebilir. Birinci türden itirazların yanlışlaması basittir: bizatihi sosyalizmin yaşanmış deneyimleri, sınırsız bir kar güdüsünün yerini yüksek toplumsal refah adına üretimi kışkırtan yarışmacı bir sanayileşme anlayışının alabileceğini gösteren bir örnek olmasının yanı sıra yarattığı ekolojik problemlerle de kapitalizmin hiç de gerisinde kalmadığını kanıtlamıştır. Öte yandan ikinci yaklaşımın da zayıflığı şurada ortaya çıkar: İnsanın tarihsel özgürleşme problemi yalnızca emeğin ekonomik sömürüsünün ortadan kaldırılması sorununa indirgenemez. Özgürleşme aynı zamanda yabancılaşmanın, hiyerarşik toplumsal ilişkilerin ve insanın – modern sanayi toplumu ile ortaya çıkan – doğayla olan kopukluğunun da ortadan kaldırılmasını ön – gerektirir. Dolayısı ile bugünkü toplumda insanı, dev sanayi metropollerinin ve anonimleşmiş bürokratik aygıtların tahakkümü altında etkisiz bir nesneye dönüştüren modern kapitalist sanayi toplumu ortadan kaldırılmak isteniyorsa, üreticiyi hiyerarşik bir sistemin nesnesi haline getiren, yabancılaşmanın kaynaklandığı alan olarak kitlesel merkezi üretim sisteminin ve onun üretim birimi olan fabrika üretiminin de ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu şu anlama gelir: üretimin özgürlükçü, ekolojik ve hiyerarşik olmayan bir yeniden yapılandırılması. Yoksa bütünüyle teknolojiye ve üretime karşı olmak anlamına gelmez.
4. Perry Anderson, Batı’da Sol Düşünce,çev. Bülent Aksoy, Birikim Yay., 1982, s. 126 – 128.
5. Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev. Ünsal Oskay, Ara yay, 1989, s. 371.
6. Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak, Metis yay, 1986, s. 136
7. Bu konuda benim “Temizlik, Tüketim Kültürü ve Beden Stratejisi” yazıma bakılabilir. (İnsancıl Dergisi, sayı 108, Eylül 1999 ) Özellikle Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu, Deliliğin Tarihi, Cinselliğin Tarihi gibi büyük çalışmaları Batı toplumlarında modernlik sürecinin insan bedeni üzerinde bu türden bir tahakkümü nasıl rasyonalize ettiği ve bunu yapmak için geliştirdiği söylemler üzerine yoğunlaşır.
8. Horkheimer, Akıl Tutulması, s. 140
9. Agy, s.146
10. Agy, s. 147, Burada söz konusu olan ego kavramı Freud’un terimleriyle düşünürsek ego id ve süperego olarak bölünmüş olan benliğimizin bir katmanıdır. İd içimizdeki temel dürtülerin oluştuğu ilkel benliğimize ya da doğal yanımıza karşılık gelirken süperego ise uygarlığın bizden taleplerini temsil eder. Ego ise bu ikisinin gerilimini akılcı bir biçimde çözmeye çalışıp topluma uyumlanmamızı sağlayan bilinçli benlik alanıdır. Freud teorisi bu benlik yapısını evrensel ve değişmez bir insan özü olarak tarif eder. Öte yandan Horkheimer’e baktığımızda bunun modern batı toplumunda aklın insanın doğal yanı üzerinde tahakküm kurmaya başladığı dönemde ortaya çıkan tarihsel bir durum olduğunu görürüz
11. Geç romantik filozolardan Nietzsche’nin akıl ve modernlik karşıtı felsefesinin günümüz irrasyonalist felsefelerinden özellikle de postmodernistlerden ne denli itibar gördüğünü biliyoruz.
12. Derin ekoloji ya da new age felsefeleri gibi mistisizmler.
13. Horkheimer, Agy, s. 162
14 Anderson, Agy, s 128 – 129
15. Herbert Marcuse, “Karşıdevrim ve İsyan” çev. Gürol Koca – Volkan Ersoy, Ara Yay, 1991, s. 55
16. İskenderiye Yazılarında yayınlanan Adorno – Marcuse mektuplaşmalarına bakınız.
17. Marcuse, agy, s. 57
18. Agy, s 57

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments