Evvel zaman içinde, iki yoksul oduncu bir çam ormanından geçiyordu.Kışın acı soğuk bir günüydü. Onlar geçerken dalları yığın yığın kar kaplıyor, don iki yanlarındaki küçük sürgünleri koparıyordu. Çağlayana geldikleri zaman onu havada donmuş buldular, çünkü onu buz hakanı öpmüştü. Hava öyle soğuktu ki, hayvanlar da ne yapacaklarını şaşırmıştı. Kurt, kuyruğu bacağının arasında, çalıların üzerinden atlarken, “Oh!” diye hırladı, “Bu tam anlamıyla canavarca bir hava. Hükümet niçin çaresine bakmıyor? ” Yeşil keten kuşları, “Tuit! tuit! tuit!” dediler, “Yaşlı dünya ölmüş, beyaz kefeniyle yatırmışlar.
” Kumrular birbirlerine, “Dünya evleniyor, bu onun gelinliği,” diye fısıldadılar. Küçücük pembe ayakları soğuktan kavrulmuştu, ama duruma duygusal bir gözle bakmayı görev bildiler. Kurt, “Saçma,” diye homurdandı, “Hep hükümetin suçu diyorum size, bana inanmazsanız, yerim sizi.” Kurdun son derece kestirmeci bir kafası vardı; bir tartışmada hiçbir zaman altta kalmazdı. Anadan doğma düşünür ağaçkakan, “Bana kalırsa, açıklama için atom bilgisine gerek yok. Bir şey nasılsa öyledir. Şu anda, korkunç bir soğuk var,” dedi. Gerçekten korkunç bir soğuk vardı. Uzun çamların içinde oturan sincaplar ısınabilmek için burunlarını birbirlerinin burnuna sürüyor, tavşanlar deliklerinde kıvrılıp dışarıya bakmayı bile göze alamıyorlardı. Bundan hoşlananlar, yalnızca koca boynuzlu baykuşlardı.
Tüyleri kırağıdan dimdik olmuştu, ama aldırmıyorlardı. Koca gözlerini yuvarlaya yuvarlaya ormanın bir başından öbür başına birbirlerine “Tuuuit! Tuuuuit! Tuuuuit! Ne güzel hava!” diye bağırıyorlardı. İki oduncu parmaklarını hırsla hohlayarak, koskoca demir nalçalı çizmeleriyle kaskatı karı çiğneye çiğneye durmadan yürüyordu. Bir kez derin bir kar çukuruna batıp değirmen taşları dönerken ak pak olan değirmenciler gibi apak çıktılar; bir kez de donmuş bataklığın sert buzları üstünde ayakları kaydı; çalı çırpı demetleri yere düştü, dağıldı; toplayıp yeniden demet yapmak zorunda kaldılar; bir kez de yollarını şaşırdıklarını sandılar, üstlerine bir korku çöktü, çünkü karın kolları arasında uyuyanlara acımasız olduğunu biliyorlardı. Ama, bütün yolcuları koruyan Saint Martin’e sığındılar ve izlerine basa basa, sakınarak geri döndüler. Sonunda ormanın kıyısına varıp, ta uzakta koyağın aşağısında, oturdukları köyün ışıklarını gördüler.
Kurtulduklarına öyle sevindiler ki kahkahalarla güldüler. Gözlerine bütün dünya gümüşten bir çiçek, ay da altından, başka bir çiçek gibi göründü. Bununla birlikte, gülmeleri geçince üzüntüye kapıldılar; çünkü yoksulluklarını anımsamışlardı; biri ötekine, “Dünyanın bizim gibiler için değil zenginler için olduğunu gördüğümüz halde, ne diye neşelendik?” dedi, “Keşke ormanda soğuktan ölseydik ya da yabanıl bir hayvan üstümüze atılıp bizi öldürseydi.” Yol arkadaşı, “Doğru” dedi, “Kimilerine çok verilmiş, kimilerine az. Dünya nimetlerinin bölüştürülmesi adaletsiz olmuş. Üzüntüden başka hiçbir pay eşit değil.” Ama, düşkünlüklerinden birbirlerine yanıp yakılırken, pek tuhaf bir olay oldu: gökten güzel, parlak bir yıldız düştü. Kendi yolunda, öteki yıldızların yanından geçerek gökyüzünün gerisinden kayıverdi; merakla ona bakarlarken sanki bir taş atımı uzaklıkta, küçük bir ağılın arkasındaki bir yığın söğüt ağacının gerisine inivermiş gibi geldi onlara. “İlkin kim bulursa, altın bir asa var!” diye haykırıp hemen koşmaya başladılar, altına öyle can atıyorlardı ki… Biri arkadaşından daha hızlı koştu, onu geride bıraktı, söğütlerin arasından yolunu söküp öbür yana çıktı. Vay! Gerçekten, beyaz karın üstünde altından bir şey yatıyordu. Hemen o yöne doğru gitti, yere eğilip ellerini üstüne koydu.
Yıldızlarla tuhaf bir biçimde işlenmiş, kat kat altın sırmalı bir pelerindi bu. Arkadaşına gökyüzünden inen hazineyi bulduğunu haykırarak söyledi. Arkadaşı gelince karın içine oturdular, altınları bölüşmek için pelerinin katlarını gevşettiler. Ama, içindeki ne altın, ne gümüş, ne de herhangi bir tür hazineydi; pelerinin içinde yalnızca uyuyan küçücük bir çocuk vardı. Odunculardan biri ötekine, “Bu umudumuzun acı sonu, ne talihsizmişiz, bir insana bu çocuğun ne yararı dokunabilir? Haydi yoksulluğumuzu düşünelim, ekmeklerini başkalarına veremeyeceğimiz kendi çocuklarımız olduğunu bilip şunu burada bırakalım,” dedi. Ama arkadaşı,
“Yok, çocuğu karın içinde ölmeye bırakmak kötü bir şeydir. Ben de senin gibi yoksulum, benim çanağımda da azıcık bir şey, doyuracağım birçok boğaz var. Ama gene de çocuğu evime götürürüm, karım ona bakar,” diye yanıt verdi. Sonra çocuğu büyük bir dikkatle kaldırıp acı soğuktan korumak için pelerine sardı; arkadaşı onun budalalığına, yufka yürekliliğine şaşkın şaşkın bakarken yokuştan aşağı doğru yollandı. Köye vardıkları zaman, arkadaşı, “Çocuk sende, bana da pelerini ver, en uygunu paylaşmamızdır,” dedi. Ama, beriki yanıt verdi: “Yok, pelerin ne senin, ne de benim, çocuğun,” dedi ve onu Tanrı’ya ısmarlayıp kendi evine vardı, kapıyı çaldı. Karısı kapıyı açıp kocasının eve sağ ve esen döndüğünü görünce adamın boynuna sarılıp öptü. Sırtından çalı çırpı demetini indirdi, çizmelerinin karlarını süpürüp onu içeri çağırdı. Kocası, “Ormanda bir şey buldum, bakarsın diye sana getirdim,” dedi, ama eşikten ayrılmadı. Kadın, “Neymiş o? Göster bakayım, ev tamtakır, birçok şeye gereksinmemiz var!” diye haykırdı. Oduncu pelerini açıp uyuyan çocuğu gösterdi.
Kadın, “Vay başıma gelen! Adamcağız, kendi çocuklarımız yok mu ki ocak başına geçirecek bir değişik çocuk getiriyorsun? Hem bunun bize uğursuzluk getirmeyeceğini nereden bilelim? Sonra, biz buna nasıl bakarız?” diye söylenip kocasına darıldı. Oduncu, “Hayır, bu Yıldız Çocuğu” diye yanıt verdi ve bulunuşunun garip öyküsünü anlattı. Ancak kadın yatışmadı, kocasıyla eğlenerek öfkeli öfkeli, “Kendi çocuklarımız ekmek bulamazken ellerin çocuğunu mu besleyeceğiz? Bizi koruyan kim? Kim karnımızı doyuruyor?” diye haykırdı. Oduncu, “Yok, Tanrı serçeleri bile koruyup doyuruyor,” diye yanıt verdi. Kadın, “Kışın serçeler açlıktan ölmüyor mu? Şimdi de kış değil mi?” diye sordu. Adam yanıt vermedi, eşikten de kıpırdamadı. Ormandan gelen acı bir rüzgâr kadını titretti, çeneleri çarparak, “Kapıyı kapamayacak mısın? Evin içine zehir gibi rüzgâr doluyor, ben üşüyorum,” dedi. Adam, “İçinde katı bir yürek çarpan bir evde, her zaman zehir gibi rüzgâr esmez mi?” diye sordu. Kadın hiç yanıt vermedi, ateşe yaklaştı. Biraz sonra dönüp kocasına baktı, gözleri yaş içindeydi. Adam çabucak içeri girdi, çocuğu kadının kollarına bıraktı, o da yavruyu öpüp kendi çocuklarından en küçüğünün yattığı küçük bir yatağa yatırdı. Ertesi gün oduncu bu acayip sırmalı pelerini alıp kocaman bir sandığın içine koydu.
Yıldız Çocuğu işte böylece oduncunun çocuklarıyla büyüdü, aynı sofrada oturdu, onlara oyun arkadaşı oldu. Her yıl gitgide güzelleşti, öyle ki köyde oturan herkesi şaşkınlıklara düşürdü; çünkü kendileri esmer, saçları da kara olduğu halde, o, biçilmiş fildişi gibi beyaz ve inceydi, kıvırcık perçemleri de zerrin çiçeğinin kıvrımları gibiydi. Dudakları al bir çiçeğin katmerlerine benziyor, gözleri saf suyun kıyısındaki mor menekşeleri andırıyor, vücudu da daha tırpancıların ayak basmadığı tarlaları kaplayan nergisleri anımsatıyordu. Ama bu güzellik başına dert oldu. Büyüklenir oldu, bencilleşti, acımasızlaştı. Kendisi yıldızdan düşme olduğu için soylu olduğunu düşünür, oduncunun çocuklarıyla köyün öteki çocuklarını bayağı soydan diye aşağı görür, başlarına geçip onlara efendilik taslar, onları da kendi hizmetçileri yerine koyardı.
Yoksullara, körlere, sakatlara taş atar, dağ yollarına dek kovalar, başka yerde dilenmelerini söylerdi. Öyle ki, köye başkaldırıcılardan başka kimse ikinci kez gelmez oldu. Gerçekten güzelliğe vurgun biri gibiydi; güçsüzlerle çirkinleri alaya alır, onlarla eğlenirdi; yalnızca kendisini severdi. Yazın durgun havalarda papazın yemişliğindeki bostan kuyusunun başına uzanır, içinde kendi yüzünün olağanüstü güzelliğine dalar; kendi güzelliğinin keyfiyle gülerdi. Çoğu kez oduncuyla karısı ona darılır, “Kimsesiz, yardımcısız kalanlara senin yaptığını biz sana yapmadık. Acınması gereken insanlara karşı neden böyle katısın?” derlerdi. Çoğu kez yaşlı papaz onu çağırtıp, “Sinek senin kardeşindir, ona ilişme. Ormanlarda uçuşan yabancı kuşların özgürlüğü vardır, keyfin için onları tutma. Kör yılanı da, köstebeği de Tanrı yarattı, hepsinin bir yeri var. Sen kim oluyorsun ki Tanrı’nın dünyasına acı katıyorsun? Yabanın sığırları bile ona şükrediyor,” diye yaşayanlara karşı sevgi öğretmeye çalışırdı. Ama Yıldız Çocuğu, bunların sözlerine aldırış etmez, somurtur, dudak büker, gene acımasız davranışlarını sürdürürdü.
Arkadaşları da peşini bırakmazdı, çünkü alımlıydı, ayağına çabuktu, dans eder, kaval çalar, şarkı söylerdi. Nerede Yıldız Çocuğu başlarına geçse peşinden gelirler, ne istese yaparlardı. Sivri bir kamışla köstebeğin bulanık gözlerini oyarken de gülerler, cüzamlılara taş atarken de gülerlerdi. Her şeyde onlara elebaşılık ederdi, tıpkı kendisi gibi onlar da katı yürekli olmuştu. Günlerden bir gün, köyden yoksul bir dilenci kadın geçti. Giysileri yırtık pırtık, üstü başı paramparçaydı. Ayakları, üzerinde yürüdüğü yamrı yumru yollardan kan içinde kalmıştı, bitkindi. Yorgunluktan koca bir kestane ağacının altında dinlenmeye oturmuştu. Ama, Yıldız Çocuğu onu görünce arkadaşlarına, “Bakın! Şu güzel, yeşil yapraklı ağacın altında pis bir dilenci karısı oturuyor. Hadi şunu oradan kovalım; çirkinin, suratsızın biri!” dedi. Hemen yanına yaklaşıp taş attı, alay etti, kadıncağız korku içinde baktı, gözlerini de üstünden ayırmadı. Oracıktaki bir çalılıkta kütük yaran oduncu Yıldız Çocuğu’nun ne yaptığını gördü, koşup onu azarladı; “Sen katı yüreklisin, acıma nedir bilmiyorsun, bu kadın sana ne yaptı ki ona böyle davranıyorsun?” dedi. Yıldız Çocuğu öfkeden kıpkırmızı kesilip ayağını yere vurdu, “Sen kim oluyorsun da benim ne yaptığımı soruyorsun? Ben senin oğlun değilim ki dediklerini yapayım,” dedi. Oduncu, “Doğru söylüyorsun, ama ben seni ormanda bulduğum zaman acıdım,” dedi. Kadın bu sözleri duyunca, sesi çıktığınca haykırarak düşüp bayıldı. Oduncu, kadını kendi evine kadar taşıdı, karısı bakıp da kadın baygınlığından ayılınca önüne yiyecek içecek getirdiler, gönlünü aldılar. Ancak kadın ne yedi, ne içti. Oduncuya; “Çocuğun ormanda bulunduğunu söylemedin mi? Hem bundan on yıl önceydi, değil mi?” diye sordu. Oduncu yanıt verdi:
“Ya, ormanda buldumdu onu, bugünden tam on yıl önceydi.” Kadın, “Üstünde ne işaretler bulmuştunuz?” diye haykırdı, “Boynunda bir dizi kehribar vardı, yıldız işlemeli, altın sırmalı bir pelerine sarılıydı, değil mi?” Oduncu, “Doğru, tıpkı söylediğin gibi,” diye, pelerinle kehribar dizisini saklı bulunduğu sandıktan çıkarıp gösterdi. Onları görünce kadın sevincinden ağlayıp, “Bu çocuk, benim ormanda yitirdiğim küçük oğlum. Rica ederim, onu bana çağırtın, onu aramak için dolaşmadığım yer kalmadı,” dedi. Oduncuyla karısı dışarı çıktılar, Yıldız Çocuğu’nu çağırıp “Eve gir, içerde seni annen bekliyor” dediler. Çocuk büyük bir merak ve hoşnutlukla, koşa koşa içeri girdi. Ama içerde kendisini bekleyeni görünce küçümseyerek gülüp, “Hani, annem nerdeymiş? Bu bayağı dilenci karısından başka kimseyi göremiyorum burada,” dedi. Kadın, “Senin annen benim!” diye yanıtladı. Yıldız Çocuğu kızgınlıkla, “Sen çıldırmışsın, ben senin oğlun filan değilim, sen dilencisin, çirkinsin, kılıksızsın. Hadi bakalım çek arabanı, pis suratını bir daha görmeyeyim!” diye bağırdı. Kadın, “Yok, gerçekten sen benim ormanda doğurduğum küçük oğlumsun!” diye haykırıp dizlerinin üstüne düştü, kollarını çocuğa uzattı; “Haydutlar seni benden çalıp ölmen için yüzüstü bıraktılar. Ama, seni görünce tanıdım. İşaretleri de bildim, sırmalı pelerinle kehribar dizisini. Haydi yalvarıyorum, benimle gel, seni aramak için bütün dünyayı dolaştım. Gel benimle oğlum, çünkü senin sevgin gerekli bana!” diye yalvardı. Yıldız Çocuğu yerinden bile kıpırdamadı, kadıncağıza yüreğinin kapılarını kapadı. Üzüntüsünden ağlayan kadının hıçkırığından başka hiçbir ses duyulmaz oldu. Sonunda çocuk konuşmaya başladı; sesi haşin ve acıydı: “Ben kendimi senin gibi bir dilencinin değil, bir yıldızın çocuğu sanıyordum,” dedi. “Gerçekten sen benim annemsen, bunu düşün de buraya gelip bana utanç getirecek yerde, uzaklarda kal; daha iyi edersin. Bunun için buradan git, artık seni görmeyeyim!” Kadın, “Yazık! Oğlum, gitmeden önce beni öpmez misin?
Seni buluncaya dek çok acı çektim,” dedi. Yıldız Çocuğu, “Hayır,” dedi, “Yüzüne bakılamayacak denli pissin. Seni öpmektense kara yılanı, kara kaplumbağayı öperim, daha iyi.” Kadıncağız da kalkıp acı acı ağlayarak ormanın yolunu tuttu. Yıldız Çocuğu onun gittiğini görünce hoşnut oldu ve arkadaşlarının yanına oynamaya döndü. Ama, çocuklar onun geldiğini görünce alay ettiler; “Vay, kara kurbağa kadar pis, kara yılan gibi iğrençsin, çekil buradan, bizimle oynamana dayanamayız!” diye onu bahçeye kovdular. Yıldız Çocuğu somurtup kendi kendine, “Bu bana söyledikleri nedir bunların? Gider bostan kuyusuna bakarım, bana güzelliğimi o söyler,” dedi. Hemen bostan kuyusuna gidip içine baktı. Eyvah! Yüzü kara kurbağanın yüzü gibiydi, gövdesi kara yılanın gövdesi gibi pul puldu. Kendisini otların üstüne atıp ağladı, “Kesinlikle bu durum, işlediğim günah yüzünden başıma geldi. Çünkü ben annemi yadsıdım, kovdum, kendimi beğenip ona acımasız davrandım. Bunun için bütün dünyayı dolaşıp onu ararım, buluncaya dek dinlenmem,” dedi. Oduncunun küçük kızı yaklaşıp elini onun omuzuna koydu, “Güzelliğini yitirmişsen ne zararı var? Bizimle kal, ben seninle alay etmem,” dedi. Çocuk kıza, “Hayır” dedi, “Ben annemin gönlünü kırdım, bu kötülük ceza diye başıma geldi. Bunun için onu bulup kendimi bağışlatıncaya dek dünyayı dolaşacağım.” Hemen koşa koşa ormana gitti, annesine seslendi, ama hiçbir yanıt alamadı. Bütün gün onu çağırdı, güneş batınca yapraklardan bir yatak üstünde yatıp uyudu. Kuşlar da hayvanlar da ondan kaçtı. Çünkü hainliğini biliyorlardı. Onu seyreden kara kurbağayla yanında sürünen kara yılandan başka geleni gideni yoktu; yapayalnızdı.
Sabahleyin kalktı, ağaçlardan birkaç acı yemiş koparıp yedi, koca ormanın içinde acı acı ağlayarak yola düştü. Rasgeldiği her şeyden, belki görmüşlerdir diye annesini sordu. Köstebeğe, “Sen toprağın altına girebilirsin, söyle bana annem orada mı?” dedi. Köstebek, yanıt verdi: “Sen benim gözlerimi kör ettin, nereden bileyim.” Keten kuşuna: “Sen upuzun ağaçların tepelerine kadar uçar, bütün dünyayı görebilirsin. Söyle bana annemi görebiliyor musun?” dedi. Keten kuşu da yanıt verdi: “Sen keyfin için benim kanatlarımı yoldun. Nasıl uçayım?” Çam ağacında yapayalnız oturan sincaba, “Annem nerde?” dedi. Sincap da yanıt verdi: “Sen benim annemi öldürdün, kendininkini de mi öldürmek istiyorsun?” dedi. Yıldız Çocuğu ağlayıp başını eğdi, Tanrı’nın yaratıklarından kendisini bağışlamalarını dileyip dua etti ve dilenci kadını araya araya yolunu sürdürdü. Üçüncü gün ormanın öbür başına varıp ovaya indi. Köyden geçerken çocuklar eğlenip onu taşa tuttular. Sıradan köylüler yığılı ekine rutubet getirir diye, onun inek ahırında bile uyumasına razı olmadılar. Öylesine yüzüne bakılamayacak denli pisti ki, yanaşmalar onu kovdu, acıyan hiç kimse çıkmadı. Üç yıl dünya yüzünde dolaştı; önünde, yol üstünde sık sık onu görür gibi olduğu, arkasından seslenip ayaklarını keskin çakmak taşları kanatıncaya dek peşinden koştuğu halde hiçbir yerde annesi dilenci kadından haber alamadı. Ona hiçbir yerde yetişemedi; yolun kıyısındaki evlerde oturanlar, annesini de, onun gibi bir kimseyi de görmediklerini söyleyip çocuğun üzüntüsüyle keyiflenirlerdi. Üç yıl dere tepe bütün dünyayı dolaştı, dünyada da ona karşı ne bir sevgi, ne sevgi iyiliği, ne acıma gördü. Dünya tıpkı büyüklendiği günlerde kendi yarattığı dünya gibiydi. Bir akşam bir ırmağın kıyısında, sağlam surlu bir kentin kapısına yorgun argın, ayakları şişmiş bir durumda geldi, içeri girmek istedi. Fakat nöbet bekleyen askerler mızraklarıyla geçidi kapayıp sertçe, “Kentte ne işin var?” dediler. “Annemi arıyorum, ne olur, izin verin gireyim; olur ya, belki bu kenttedir,” yanıtını verdi.
Ama askerler onunla alay ettiler; biri, kara sakalını sallayıp kalkanını indirdi; “Doğrusu annen seni görürse hiç de sevinmez, sen bataklık kurbağasından daha pis, çamurlarda sürünen kara yılandan daha çirkinsin. Hadi defol, defol hadi. Annen bu kentte oturmuyor,” dedi. Elinde sarı bir sancak tutan biri, “Annen kim, ne için arıyorsun?” diye sordu. Çocuk, “Annem de tıpkı benim gibi bir dilencidir, ben kendisine kötü davrandım, ne olur, izin verin geçeyim de buradaysa yalvarayım, beni bağışlasın,” dedi. Ama onu bırakmadılar, mızraklarıyla dürttüler. Ağlaya ağlaya dönerken, zırhı altın kakma çiçekli, tolgasının üstünde kanatlı bir aslan kabartması bulunan biri, askerlere doğru gelip, içeri girmek isteyenin kim olduğunu sordu. Askerler de ona, “Dilenci oğlu dilenciymiş, biz de kovduk!” diye yanıt verdiler. Gelen zırhlı gülerek, “Hayır, o pis yaratığı köle diye satarız, bir tas tatlı şarap parası çıkar,” diye haykırdı. Oradan geçen kötü suratlı, yaşlı adam, “On paraya ben alırım onu,” dedi. Parayı verince Yıldız Çocuğu’nu elinden tutup kentin içine götürdü. Birçok sokaktan geçtikten sonra, önünde bir nar ağacı olan bir duvarın içine açılan küçük bir kapıya geldiler. Yaşlı adam, kapıya yontma dehneden bir yüzükle dokununca kapı açıldı; pirinçten yapılmış beş basamak merdivenden çıkarak yanmış kilden yeşil küplerle, kara haşhaşlarla dolu bir bahçeye girdiler. Yaşlı adam, sarığından işlemeli bir çevre çıkarıp Yıldız Çocuğu’nun gözlerini bağladı ve önüne katıp götürdü. Gözlerinden çevre sıyrılınca Yıldız Çocuğu kendisini boynuzdan bir fenerle aydınlanmış bir zindanda buldu. Yaşlı adam, önüne bir tepsinin içinde biraz küflü ekmek koyup, “Ye!” dedi. Bir fincana da acı su kuyup “İç!” dedi. Çocuk bunları yiyip içtikten sonra, adam kapıyı onun üstüne kilitledi, demir bir zincirle sımsıkı bağladı, gitti. Sanatını Nil türbelerinde oturan birinden öğrenmiş olan yaşlı adam, o Libya’nın en şeytan sihirbazı yeniden geldi, kaşlarını çatıp, “Bu gâvur kentinin kapısına yakın bir ormanda üç altın akçe var. Akçelerin biri ak altından, biri arı altın, üçüncüsü de kızıldır. Bugün bana ak altın akçeyi getireceksin; getirmeyecek olursan sana yüz değnek vururum. Hadi bakalım, çabuk git, gün batarken seni bahçe kapısında beklerim. Ak altın akçeyi getirmeye bak; yoksa kötü olur, çünkü sen benim tutsağımsın, ben seni bir tas tatlı şarap parasına aldım,” dedi. Yıldız Çocuğu’nun gözlerini işlemeli çevreyle bağlayıp, evden, haşhaş bahçesinden, beş basamaklı pirinç merdivenden çıkardı.
Küçük kapıyı da yüzükle açtıktan sonra sokakta bıraktı. Yıldız Çocuğu, kentin kapısından çıkıp sihirbazın söylediği koruluğa geldi. Bu orman, dışardan bakınca öten kuşlar, güzel kokulu çiçeklerle dolu gibi, pek güzel görünüyordu; ancak bu güzelliğin ona pek az yararı dokundu, çünkü ne yana gitse yerden sert çalılarla dikenler fışkırıp dört bir yanını çeviriyor, ısırganlar dağlıyor, devedikenleri hançerlerini batırıyordu; dayanılmaz acılar içindeydi. Sabahtan öğleye, öğleden gün batıncaya dek aradığı halde sihirbazın söylediği ak altın akçeyi hiçbir yerde bulamadı. Gün batarken acı acı ağlayarak eve doğru döndü; çünkü başına gelecekleri biliyordu. Ama ormanın kıyısına gelince, sık ağaçlıklardan, birinin acıyla çığlık atmasına benzer bir şeyler duydu. Kendi üzüntüsünü unutup döndü, koşa koşa oraya doğru gitti; orada bir avcının kurduğu tuzağa tutulmuş bir tavşan gördü. Yıldız Çocuğu ona acıdı, kurtardı,
“Ben kendim tutsağım ama yine de sana özgürlüğünü veriyorum,” dedi. Tavşan yanıt vererek, “Gerçekten bana özgürlüğümü bağışladın, şimdi buna karşılık sana ne vereyim?” diye sordu. Yıldız Çocuğu, “Ben ak altından bir akçe arıyorum, hiçbir yerde bulamıyorum, sahibime götürmezsem beni dövecek,” dedi. Tavşan, “Benimle gel, seni oraya götüreyim,” dedi, “Onun nereye, hem de ne için saklandığını biliyorum.” Yıldız Çocuğu tavşanla birlikte gitti, koca bir meşenin yarığında aradığı ak altın akçeyi gördü. İçi sevinçle doldu, akçeyi kapıp tavşana, “Sana ettiğim hizmetin karşılığını kaç kat verdin, sana gösterdiğim iyiliğin yüz katını ödedin,” dedi. Tavşan, “Hayır, sen bana ne yaptınsa, ben de sana o kadar yaptım,” diyerek çabucak kaçtı. Yıldız Çocuğu da kente doğru yollandı.
Kentin kapısında cüzamlı biri oturuyordu. Yüzüne kül rengi bir başlık örtülmüştü, göz deliklerinden gözleri kızıl kor gibi parlıyordu. Yıldız Çocuğu’nun geldiğini görünce, tahta bir çanağa vurup takırdattı, çıngırağını çıngırdattı, ona seslenip, “Bana para ver, yoksa açlıktan öleceğim. İşte beni kentten attılar. Bana hiç acıyan yok,” dedi. Yıldız Çocuğu, “Yazık!” diye haykırdı, “Heybemde para olarak bir tanecik pulum var, onu sahibime götürmezsem beni döver, çünkü ben onun tutsağıyım.” Ama cüzamlı ona yalvardı yakardı, sonunda Yıldız Çocuğu acıyıp ak altın akçeyi ona verdi. Eve gelince kapıyı sihirbaz açtı, çocuğu içeri götürdü, “Ak altın akçe var mı?” diye sordu. Yıldız Çocuğu yanıt verdi: “Yok!” Sihirbaz üstüne atılıp onu dövdü; önüne boş bir tabak koyup, “Ye!” dedi. Boş bir fincan verip, “İç!” diye zindana attı. Ertesi gün gelip, “Bana sarı altın akçeyi getirmezsen seni yanımda tutsak diye alıkor, üç yüz değnek vururum,” dedi. Yıldız Çocuğu da koruya gitti, bütün gün sarı altın akçeyi aradı, aradı, ama bulamadı. Gün batarken durup ağlamaya başladı! Ağlarken tuzaktan kurtardığı küçük tavşan çıkageldi. Tavşan ona, “Neye ağlıyorsun, koruda ne arıyorsun?” dedi. Yıldız Çocuğu yanıt verdi: “Burada saklanmış sarı altından bir akçeyi arıyorum; onu bulamazsam sahibim beni dövecek, beni tutsak diye alıkoyacak.” Tavşan, “Gel, peşimden!” diye haykırıp koruluğun içinden bir gölcüğe varıncaya dek koştu. Sarı altın orada, suyun dibinde duruyordu. Yıldız Çocuğu, “Sana nasıl teşekkür edeyim? İşte bununla ikidir yardımıma yetişiyorsun,” dedi. Tavşan, “Hayır, ilkin sen bana acıdın,” diye çabucak kaçtı. Yıldız Çocuğu da sarı altın akçeyi aldı, heybesine koyup hemen kente doğru yollandı. Fakat cüzamlı onun geldiğini görünce karşılamaya koştu. Diz çöküp haykırdı: “Bana para ver, yoksa açlıktan öleceğim.” Yıldız Çocuğu ona, “Para olarak heybemde bir tanecik pulum var. Eğer sahibime götürmezsem beni dövecek, tutsak olarak alıkoyacak,” dedi. Ama cüzamlı yalvardı yakardı, onu kandırdı.
Sonunda Yıldız Çocuğu acıyıp sarı altın akçeyi ona verdi. Eve gelince, kapıyı sihirbaz açtı, onu içeri alıp, “Sarı altın akçe üzerinde mi?” dedi. Yıldız Çocuğu, “Yok!” dedi. Sihirbaz üstüne çullanıp onu dövdü. Zincirlerle bağlayıp gene zindana attı. Ertesi gün yanına gelip, “Bugün bana kızıl altın akçeyi getirirsen sana özgürlüğünü veririm, getirmezsen kesinlikle gebertirim,’ dedi. Yıldız Çocuğu gene koruya gitti, bütün gün kızıl altın akçeyi aradı, ama hiçbir yerde bulamadı, akşamleyin oturup ağladı, ağlarken küçük tavşan çıkageldi. Tavşan ona, “Aradığın kızıl altın akçe arkandaki mağarada, hadi artık ağlama, sevin,” dedi. Yıldız Çocuğu, “Seni nasıl ödüllendireyim? Bak bununla üçtür yadımıma yetişiyorsun,” dedi. Tavşan, “Hayır, ilkin sen bana acıdın,” deyip çabucak kaçıverdi. Yıldız Çocuğu mağaraya girdi. Ta öbür bucağında kızıl altın akçeyi buldu ve heybesine koyup ivedilikle kentin yolunu tuttu.
Cüzamlı onun geldiğini görünce yolun ortasında durup seslendi, ona, “Kızıl altın akçeyi bana ver, yoksa ölürüm,” dedi. Yıldız Çocuğu ona gene acıdı, “Senin gereksinmen benimkinden de çok,” diyerek kızıl altın akçeyi verdi. Ancak, gene içinde bir sıkıntı vardı. Çünkü başına gelecekleri biliyordu. Ama o ne? Kentin kapısından geçerken nöbetçiler eğilip, “Efendimiz ne kadar güzelmiş,” diyerek saygılarını sundular, kentlilerden büyük bir kalabalık peşinden gelip, “Bütün dünyada böyle güzel hiç kimse yoktur,” diye haykırıştılar. Yıldız Çocuğu ağlayıp, kendi kendine, “Kesinlikle benimle alay ediyorlar, düşkünlüğümle eğleniyorlar,” dedi. Halkın kalabalığı öyle genişti ki, çocuk yolunu izini yitirdi; sonunda kendisini ortasında Kral Sarayı bulunan bir alanda buldu. Sarayın kapısı açıldı, rahiplerle kentin yüksek görevlileri onu karşılamaya koştular, önünde eğilip, “Sen şimdiye dek beklediğimiz efendimizsin, Kralımızın oğlusun,” dediler. Yıldız Çocuğu yanıt verdi: “Ben kral oğlu filan değilim, yoksul bir dilenci kadının oğluyum. Nasıl oluyor da bana güzel diyorsunuz, çünkü ben ne kadar çirkin olduğumu biliyorum?” dedi. O zaman zırhı altın kakma çiçekli, tulgasının üstünde kanatlı aslan kabartması olan adam bir kalkan tutup, “Efendimiz nasıl güzel olmadıklarını söylerler?” diye haykırdı. Yıldız Çocuğu baktı; yüzü tıpkı eskisi gibiydi, güzelliği geri gelmişti, gözlerinin içinde de o ana dek hiç görmediği bir anlatım belirmişti.
Rahiplerle yüksek görevliler önünde dize gelip, “Bizi yönetecek olanın tam bugün geleceği önceden bildirilmişti. Bunun için efendimiz bu tacı, bu asayı kabul buyursunlar, adaletleriyle, acımalarıyla başımıza kral olsunlar,” dediler. Ama o, “Ben buna uygun değilim; çünkü beni doğuran annemi yadsıdım, onu bulup kendimi bağışlatıncaya değin de içim rahat edemez. Bunun için, bana taçla asa getirmişsiniz ama, bırakın da gideyim; bütün dünyayı dolaşayım, burada zaman yitirmeyeyim,” diyerek, onlardan ayrılıp kentin kapısına giden sokağın yolunu tuttu. Askerlerin çevresinde sıkışan halkın arasında dilenci kadını gördü. Yanı başında da yol kıyısında oturan cüzamlı duruyordu. Dudaklarından bir sevinç çığlığı çıktı; koştu, diz çöküp annesinin ayaklarındaki yaraları öptü, göz yaşlarıyla ıslattı. Başını tozlara koydu, yüreği parçalanır gibi hıçkıra hıçkıra, “Anne, gurur saatimde seni yadsıdım, düşkünlük saatimde beni kabul et. Anne, sana nefretimi verdim; sen bana sevgini verir misin? Anne, seni geri çevirdim; şimdi çocuğunu kabul et” dedi. Ama dilenci kadın tek bir söz bile söylemedi. Genç, ellerini uzattı, cüzamlının beyaz ayaklarını sımsıkı tuttu. Sana üç kez acımamı sundum. Anneme yalvar, bir kezcik bana söz söylesin,” dedi. Ama, cüzamlı ona bir söz bile söylemedi. O, gene hıçkırdı, “Anneciğim, acım dayanabileceğimden çok fazla. Beni bağışla da gene ormana gideyim,” dedi. Dilenci kadın elini onun başına koyup, “Kalk,” dedi. Cüzamlı da elini onun başına koyup, “Kalk,” dedi. O da ayağa kalkıp onlara baktı. Oo! Karşısındakiler bir kralla bir kraliçeydi. Kraliçe ona, “Bu, yardımına yetiştiğin cüzamlıdır,” dedi. Kral da, “Bu, ayaklarını gözyaşlarınla yıkadığın annendir,” dedi. İkisi de boynuna sarılıp onu öptüler, saraya götürdüler, güzel kaftanlar giydirdiler, başına tacı geçirip eline hükümdarlık asasını verdiler; o da ırmak kıyısındaki kentin efendisi oldu, orayı yönetti. Herkese adaletini, acımasını bol bol sundu; hain sihirbazı sürdü; oduncuya da, karısına da değerli armağanlar gönderdi; çocuklarına büyük saygı gösterdi. Hiç kimsenin de kurda kuşa eziyet etmesine dayanamadı; herkese sevgiyi, iyilik sevgisini, sevecenliği öğretti. Yoksullara yiyecek, çıplaklara giyecek verdi, yurdun her bucağını barış ve bolluk kapladı. Ama saltanatı çok sürmedi, çektiği acılar o denli büyük, sınav ateşi o denli acıydı ki üç yıl içinde göçüp gitti; arkasından gelen acımasız biriydi.