Bu yazıda, Fransa’da genç kuşak sosyolog ve düşünürlerinin en önemlilerinden biri olan ve ülkemizdeki düşünce dünyasında henüz adına rastlanmayan Jean Baudrillard’m yabancılaşma konusundaki görüşlerine kısaca değinilecek.
Nanterre’de sosyoloji dersleri veren Baudrillard, üretken bir yazar. Bertolt Brecht’in şiirleri ve Peter Weiss’in oyunlarının çevirileri yanısıra, 1968’den bu yana, sosyoloji alanında son derece önemli yapıtların sahibi. Bunlar arasında Tüketim Toplumu (La Société de Consommation, 1970), çağdaş sosyolojinin en temel yapıtlarından sayılıyor. Reading Üniversitesi’nden J.P. Mayer, bu kitabı, Durkheim’in De la division du travail (1893), Veblen’in Theory of the Leisure Class (1899) ve Riesman’m The Lonely Crowd (1950) adlı yapıtlarıyla kıyaslanabilecek bir değerde görüyor.
Baudrillard yazılarında, çağdaş Batı toplumlarını ‘eşya tüketimi çerçevesinde ele alarak çözümlemektedir. Günlük yaşamın usta bir gözlemcisidir. Eşya tüketiminde, sembolik yan ve değerlerin önemini görmüş ve eşya üzerine kurulu söylemlerdeki ideolojik temellere dikkati çekmiştir.
O’na göre tüketim, kültürel sistemimizin üstüne temellendiği sistematik bir etkinlik biçimi; sadece eşyalarla değil, aynı zamanda toplum ve dünya ile ilişkimizin de etkin bir biçimi. Belirli bir nesnenin tüketimi ile ihtiyaçlar arasında köprü kuran varsayım, O’nun deyişiyle «görgül varsayım» hatalıdır. Eşyanın birincil konumu, eşyanın kullanım değerleriyle değil, sembolik değişim değeriyle ilgilidir. Gerçek bir tüketim ve eşya kuramı, ihtiyaçlar, güdüler ve bunların doyumu üzerine değil, toplumsal farklılaşma mantığına dayanmalıdır. Bizim eşyayla ilgili günlük pratiğimiz, toplumun hiyerarşik düzeniyle bütünleşmeyi ve değerler sisteminin temelindeki saygınlık ve ayrıcalık mekanizmalarını yansıtır. Tüketimi açıklayan işlevsel ya da pragmatik söylemler, bir «alibi» (suçluluktan kurtulma gerekçesi, kanıtı, iddiası) olmaktan öte anlam taşımazlar.
Baudrillard, üretimci bir model ve çalışma fetişizmine dönüştürülen Marksizmin, Batı metafiziğini yansıtan bir üretim aynasındaki görünüşünün kırılmasını, yani dar bir politikekonomi bağlamından kurtarılması gerektiğini de savunmaktadır.
Baudrillard’ın çeşitli yazılarında ve on kadar kitabında işlediği görüşlerini toparlamak başlıbaşma bir çalışmayı gerektirecek genişlikte ve derinlikte. Burada, O’nun yabancılaşma konusundaki görüşlerini, temel yapıtı Tüketim Toplumu’mm sonuç bölümünde yer aldığı biçimde aktarmaya çalışalım.
Çağdaş yabancılaşmaya ilişkin görüşünü Baudrillard şu cümlede veriyor: «Ortaçağ toplumu, Tanrı ve Şeytan üzerinde dengelenirken, bizimki tüketim ve onun kınanması üstünde dengesini bulmaktadır.» Yabancılaşmayı «Şeytanla Anlaşma» olarak niteleyen yazar, düşüncelerini iki filme gönderi (référence) yaparak açıklıyor.
Bunlardan biri, Prag Öğrencisi’dir (Der Student von Prag). Film, H.H. Ewers’in yapıtından hareketle ve S.R’ye ile J. Wegener yönetiminde ilk olarak 1913 yılında çevrilmiştir. Bu filmin senaryosunu hazırlayanlardan Henrik Galeen tarafından, daha sonra 1926’da yeniden çevrilmiştir. Alman dışavurumcu (ekspresyonist) ekolünün bir ürünü olan filmde, yoksul, ama rahat bir yaşamın düşünü kuran ve geleceğe yönelik tutkuları olan bir öğrencinin yaşamı anlatılıyor. Öğrenci, bir gün Prag dışında bir meyhanede bir içki âlemine katılır; aynı anda çevrede, yüksek sosyetenin gönlünce eğlendiği bir av partisi yapılmaktadır. Av partisine katılan grubu yöneten ve ipleri elinde tutan biri vardır; avı istediği yöne çekmekte ve avcıların hareketlerini istediği gibi yönetmektedir. Bu adam, onlara benzemektedir: uzun boylu, eldivenli, bastonlu, hafif göbekli, yüzyılın başında moda olan keçi sakallı biri; bu adam Şeytandır. Bir ara, gruptaki zengin kadınlardan birinin yolunu şaşırtır ve öğrenciyle karşılaştırır. Öğrenci, yıldırım aşkıyla kadına vurulur, ama zengin kadın ondan kaçar. Evine dönen öğrenci, cinsel bir biçim alan tutkusunu ve duyumsuzluğunu yaşar. İşte o anda, öğrencinin sadece kitaplar ve bir boy aynası bulunan odasında Şeytan görünür. Öğrenciye, aynada görünen imgesi karşılığında, bir külçe altın önerir. Pazarlık yapılır ve anlaşma sağlanır. Şeytan, aynadaki görüntüyü, tıpkı bir grayür veya karbon kağıdı gibi söker, katlar, cebine atar ve gider. Öğrenci para sayesinde, büyük sükse yapar, yüksek sosyeteye katılır. Aynaların önünden geçerken biraz sakınır, ama, başlangıçta, kendini görememek onu fazla rahatsız etmemektedir. Bir gün kendini etten ve kemikten karşısında görür: bu, onun görüntüsünü taşıyan eşidir; Şeytan tarafından ortalığa çıkarılmıştır. Her yerde öğrenciyi izlemekte ve öğrenci, birlikte görülmelerinden korkmaktadır. Giderek sorunlar artmaya başlar. Öğrenci, kendi çiftinden kaçmak için sosyeteye gitmediğinde, çifti yerini almakta ve onun adına birtakım işler çevirmekte veya işlerini karıştırmaktadır. Birgün bir düelloya davet edilir. Şafak vakti, özür dilemek için vuruşma yerine gittiğinde, çiftinin daha önce davranıp karşısındakini öldürdüğünü görür. Öğrenci saklanmaya başlar. Ancak onun çifti, sanki satılmış olmanın intikamını almak istercesine onu kovalamaya devam eder. Her yerde onunla karşılaşır. Artık ne toplum yaşamı ne de varoluş olanaksızdır. Bu umutsuzluk içinde, kendine içtenlikle yaklaşan bir kadının aşkını geri çevirir ve görüntüsünü öldürmeyi tasarlamaya başlar.
Çiftinin onu odasına kadar izlediği bir akşam kavga başlar. Öğrenci kavganın belirli bir anında, çiftini, çıktığı ayna önünde görür ve geçmişin özlemiyle görüntüsüne ateş eder. Ayna kırılır ve çifti bir fantazma haline dönüşerek kaybolur. Fakat aynı anda öğrenci yıkılır, ölen odur. Çünkü kendi imgesini öldürürken, bizzat kendini yoketmektedir. Yerde acıyla kıvranırken kırık ayna parçalarından birini alır ve bakar, yeniden kendini görebilmektedir; ölmeden az önce; kendi normal imgesini bulmuştur, canıyla ödeyerek.
Buradaki hayalet görüntü, bizim eylemlerimizin anlamını simgelemektedir. Eylemlerimiz, etrafımızda kendi imgemize uygun bir dünya oluşturmaktadır. Bireyin, bir aynadaki imgesiyle olan ilişkisi, bizim dünyâyla ilişkimizi oldukça doğru bir biçimde anlatmaktadır: görüntünün sadakati, dünyayla bizim aramızda gerçek bir karşılıklığm tanığıdır. Demek ki, simgesel olarak, bu imgeden yoksun olmak, dünyanın matlaşmasının ya da saydamlığını yitirmesinin ve eylemlerimizi denetleyememizin göstergesidir. Bu durumda, herhangi bir kimlik taşımak olanaksızdır: kendikendine karşı bir başkası haline gelmiş ve dolayısıyla yabancılaşmıştır insan.
Filmin ilk bakışta göze çarpan yanı bu. Ancak ötesi var. Öykülenen durumun somut anlamı da veriliyor: söz konusu görüntü ya da imge rastlantısal olarak yitirilmemiş veya yok edilmemiştir, ama satılmıştır, meta haline dönmüştür. Somut toplumsal yabancılaşmanın anlamı budur. Şeytanın, bu imgeye bir eşya gibi sahip olabilmesi, mal fetişizminin gerçek sürecinin fantastik bir anlatımıdır. Emeğimiz, işimiz ve eylemlerimiz, yapıldıkları andan itibaren, nesneleşiyor, bizim dışımıza çıkıyor; denetimimizden kurtuluyor ve bir bakıma Şeytanın eline düşüyor.
Yukarıda işaret edilen ikinci film Chamisso’nun filmi: Peter Schlemihl ya da Gölgesini Yitiren Adam. Bu filmde, gölge, kişiden kopuyor, salt şey haline dönüyor; insanın unutkanlıkla evinde bıraktığı bir elbise gibi veya buz kestiğinde toprağa yapışıp kalan bir nesne gibi. Schlemihl, gölgesini yitirince, bir ressama yeni bir gölge ısmarlar. İlk filmdeki görüntü yerine, bu filmde gölge vardır. İkisi de aynı şey; kendimizle veya dünyayla ilişkimizin saydamlığı kırıldığında, yok olduğunda, yaşam anlamını yitiriyor. Her ikisi de Şeytanla anlaşmaların merkezine, yabancılaşmanın özüne, meta mantığını ve değişim değerini koyuyorlar. Ancak, iki film farklı yönlerde gelişiyor. Chamisso, gölgenin metalaşmasmm mantıksal sonuçlarını sonuna kadar götürmüyor:
Schlemihl, gölgesinin yabancılaşmasının acılarını doğrudan yaşamıyor; bu durumun neden olduğu toplumsal kınama ve ayıplamaların yükünü hissediyor; gölgesizlikten utanıyor. Gölgesi geri geldiğinde, bedelini varlığıyla ödemiyor. Sclemihl yalnızlığa mahkum. Bilinci ve cam yok edilmiyor; toplumsal yaşamdan yoksun bırakılıyor. Bu noktada, Şeytanla ikinci bir pazarlığa girişmiyor, gölgesine karşılık ruhunu vermiyor. Gölgesiz, fakat canlı kalıyor.
Prag Öğrencisînde daha sıkı bir mantık izleniyor. Öğrenci, imgesini, yani kendinden bir parçayı satar satmaz, bu parça tarafından ölünceye kadar kovalanır. Yabancılaşmanın gerçek ve renksiz süreci budur: bizde yabancılaşan hiçbir şey, karşısında özgür ve ilgisiz olduğumuz bir dış dünyaya düşmez, yani sadece bu parçanın yoksunluğunu duymak, özel yaşamımızda bir tür kendini rahatlatma yoludur. Yabancılaşma daha derin bir olay. Biz, bizden kaçandan kaçamıyoruz; bizden kopan, bizi bırakmıyor; bu parça (gölge, görüntü, emek) bizden intikam alıyor. Bize ait olup da elimizden kaçan her şey, bize bağlı kalıyor, ama olumsuz olarak. Satılan ve unutulan parçamız, aslında bizi izleyen, bizim uzantımız olan ve bizden intikam alan hayaletimiz, karikatürümüz oluyor.
Burada özne ve nesne arasında bir dönüşüm var. Bizim, canlı bir parçamız tarafından ve kollektif olarak rahatsız edilmemiz söz konusu. Toplumsal işgücü, satıldıktan sonra, meta kanallarından geri gelerek, bizden bizzat işin, çalışmanın anlamını alıyor. İşgücü, işin ürününün maddi engeli haline geliyor; kuşkusuz, şeytanca olmayan bir toplumsal yoldan. Tüm bunlar, Prag Öğrencisîne imgenin ani ve düşmanca belirmeleriyle ve öğrenciyi yavaş bir intihara zorlamasıyla simgeleniyor. Burada önemli olan şu; yabancılaşan insan, sadece yoksullaşmış, azalmış, birşeyler yitirmiş olan ve özünde aynı kalmış biri değil; yabancılaşan insan, kendi kendine düşmaniaşan, kendine karşı çıkan biri. Yabancılaşmada, varlığın nesnelleşmiş güçleri her an varlığa karşı varlığa dönüşüyor ve ölüme götürüyor. İkinci filmin kahramanı, yaşamına göreli bir anlam verir ve eceliyle ölür; tıpkı yalnız kalmış bir Amerikalı sanayicinin, vaktiyle zenginken baş vurduğu bir yardımseverler kurumunda ölmesi gibi. Yani gölgesini satmak, yani yabancılaşmak, yaşamın sonu değil. Yabancılaşma, toplumsal görünüşte bir çatışma yaratıyor. Dolayısıyla, filmin kahramanı yalnızlık içinde soyut olarak yabancılaşmayı aşıyor. Prag Öğrencisi’nde, Şeytanla ikinci bir pazarlıkla canını kurtarma yok. Yabancılaşmanın nesnel mantığı egemen filme. Çıkış yok, ölümden başka. Yabancılaşmadan kurtulmanın tüm yolları kapalı, aşılması olanaksız; çünkü Şeytanla pazarlığın özü budur. Yabancılaşma, ticarete dayanan (kapitalist) toplum yapısının ta kendisidir.
Baudrillard, Prag Öğrencisi’nde, bireysel ve toplumsal yaşamın, meta mantığı tarafından yönetilişi sürecinin, yani yabancılaşma sürecinin genel bir şemasını görmektedir. Şeytanla anlaşma, Ortaçağdan bu yana, doğaya egemen olma gibi tarihsel ve teknik bir süreci yaşayan bir toplumun en merkezi «mitosu» dur ve bu süreç, eşzamanlı olarak cinselliğin bastırılmasının da sürecidir. Batıda, Prometeusvâri ilerlemeye ve bazı Protestan mezheplerdeki girişimciliğe bağlı bir suçluluk duygusu teması, sürekli işlenegelmiştir. Nitekim, bastırılanın ortaya çıkması korkusu ve ruhunu Şeytana satma konusu, sanayi devriminin başlangıcında, romantikler tarafından ele alınmıştır ve bugün de, hâlâ, günlük mitolojide ve bilim-kurgu ürünlerinde (örneğin atom savaşı tehlikesi ya da uygarlığın teknik intiharı) ele alınmaktadır.
Tüketim çağı, teknik uygarlığın ve verimlilik yarışının tarihsel bir sonucu olarak, radikal bir yabancılaşma çağıdır. Meta mantığı genelleşmiştir: sanayi ürünleri ve iş süreçlerinden taşarak, tüm kültüre, cinselliğe, insan ilişkilerine, bireysel içtepi ve fantazmalara kadar yayılmıştır. Herşey, kâr ve tüketim çerçevesinde anılmakta, adlandırılmakta, gösterilmekte ve işlenmektedir.
Ama, tüketim, Prometeus’a uygun bir olgu değil. Tüketim toplumunda, birey, artık, kendi imgesiyle çatışmıyor. Tüketimde, zevk ilkesi egemen; tüketim, Marcuse’ün deyişiyle, aşkmlığın sonu. Her şey bir gösterge olarak tüketildiğinde, varlığın çelişkisi; özüyle görüntüsünün çatışması söz konusu olamaz. Tüketici, hiçbir zaman kendi özihtiyaçlarıyla ve çalışmasının ürünleriyle, dolayısıyla kendi görüntüsüyle karşılaşmıyor, «düzenlediği göstergelerde içkin» durumda bulunuyor. Aşkınlık, ereklilik ve amaç yok oluyor. Bu toplum, kendi üstüne düşünmüyor. Artık, Şeytanla Faustvari bir anlaşma sayesinde zenginliği ve başarıyı elde etmek sözkonusu değil.
Tüketim toplumunda ayna yok, vitrin var; bireyin kendi kendini düşünemediği, ancak gösterge eşyaların seyrine daldığı, göstergelerin mantıksal hesabını yaptığı geometrik bir tüketim yeri var. «Tüketimin öznesi, göstergeler düzenidir.» Prag Öğrencisi’ndeki insan ve görüntüsünün yerine, uykudan önce aynaya bakıp da kendini öpen çocuğun durumu konulabilir burada. Çocuk, kendine yabancı olan bir görüntü karşısında değil. Tüketici, bir göstergeden diğerine «kişiselleşme» oyunu içinde. Göstergeler arasında çelişki yok. Burada, kimlik trajedisi tüketim oyununa dönüşüyor. Bugün, varlık ile çifti arasındaki çelişkiyi yansıtan Şeytanla anlaşma ya da neden olup başlattığı olayları durduramayan insan mitosuna benzer ve barışçıl bir birlikte varoluş mitosu yok. «İnsanın özüne ve onu kaybetme zorunluluğuna» bağlı olan büyük mitoslardaki «varlık ve görüntüsü» nün yeri yok tüketimde. Birey, yabancılaşmış bir töz olarak tanımlanamıyor. Mitoslar, konuşma, düşünce ve yazma yetisi olarak anlaşıldığında, aşkınlıkla bağıntılıdır ve onunla birlikte yok olurlar. Tüketim toplumu, mitos üretmiyor; zira kendi kendisinin mitosu durumunda. Altın ve zenginlik getiren Şeytanın yerini, bolluk almıştır. Şeytanla anlaşma, refahla anlaşmaya dönüşmüştür. Nasıl ki Şeytanın en Şeytanî yanı, var olmadan varlığına inandırmaksa, bolluk için de aynı şey söz konusu. Tüketim bir mitos. Çağdaş toplumun kendi üstüne ürettiği bir söz, toplumun kendini konuşma biçimi. Her mitos gibi kendi özsöylemine ve karşı-söylemine sahip. Bolluk veya refahı yücelten söylem, tüketim toplumunun kötülüklerini anlatan ve moral hocalığı yapan bir karşı-söylemle birlikte gelişiyor.
Aydınlardan gelen eleştirilerin yanısıra, kitle iletişim araçlarında da bu olgu görülüyor. Reklamlar, karşı-reklamları içeriyor ve özümsüyor. Bu, oyunun bir parçası. 1968 Mayıs olaylarına katılanlar bu tuzaktan kurtulamamışlardır: tüketime şeytanî değerler verirken ve onu suçlarken bir üst düzeyde eşyaların ve tüketimin şeyleştirilmesine (réification) yol açmışlardır. Mitos üretiminin temeli burada işte. Tüm kınamalar ve yabancılaşma söylemleri, kolaylıkla ele geçirilmekte ve kurtarılmaktadır.
Tüketim toplumu hakkındaki karşı-söylemler, hiçbir gerçek uzaklaşmaya yol açmadığından, tüketim toplumuna içkin bir olgu olarak değerlendirilebilir. Baudrillard’ın başlangıçta belirttiğimiz cümlesi burada anlamını buluyor: tüketim toplumu, tüketim ve tüketimin kınanması üstünde dengede durmaktadır.