Wally Zenner’e
Zâhir, Buenos Aires’te yirmi centavo değerinde çok rastlanan bir paradır. Bir yüzünde N T harfleri ve 2 sayısı jiletle ya da çakıyla kazınmış gibidir; öbür yüzündeki tarihse 1929’dur. (Güzerat’ta, 18. yüzyılın sonuna doğru, Zâhir bir kaplandı; Cava’da, İnananların taşladığı, Surakarta Camii’nden gelme kör bir adamdı; İran’da, Nadir Şah’ın denizin dibine attırdığı, yıldızların yüksekliğini saptamaya yarayan bir gökbilim âleti, bir “usturlap”tı; 1892 sıralarında Mehdi’nin zindanlarında, Rudolf Karl von Slatin’in eliyle dokunduğu, bir sarığın katları arasına gizlenmiş küçük bir pusulaydı; Zotenberg’e göre Kurtuba Camii’nde on iki bin sütundan birinin mermerindeki bir damardı; Tetwin gettosunda bir kuyunun dibiydi.)
Bugün kasımın onüç’ü; Zâhir haziranda şafak vakti elime geçti. Ben artık bu anlatıdaki ‘ben’ değilim; ama olanları hatırlamam, hatta belki anlatmam bile hâlâ mümkün. Ne kadar bölük pörçük de olsa, hâlâ Borges’im.
Clementina Villar, altı haziranda öldü. 1930’larda sosyete dergilerinde onun resimlerinden geçilmezdi. Onun son derece güzel olduğu efsanesini yaratan, belki biraz da bu her an gözönünde bulunma özelliğiydi; çünkü her portresinin bu savı kayıtsız şartsız doğrulamadığı bir gerçektir. Clementina Villar güzellikten çok kusursuzluğa düşkündü zaten. İbranilerle Çinliler akla gelebilecek bütün insanî olasılıkları şifrelemişlerdir; Mişnah’da bir terzinin Sebt gününde alacakaranlık çöktükten sonra elinde iğneyle sokağa çıkmaması gerektiği söylenir. Törenler Kitabı’ndaysa, konuğun kendisine ilk fincan sunulduğunda ağırbaşlı bir havaya bürünmesi, ikinci fincan sunulduğunda da saygılı bir hoşnutluk göstermesi gerektiği yazılıdır.
Çok daha ayrıntılı olmakla birlikte, Clementina Villar’ın kendi kendinden beklediği uzlaşmaz sıkıdüzende bu çeşitten bir şeylere rastlamak mümkündü. Konfüçyüs’ün izinde olan her çömez ya da her Talmud’cu gibi, yaptığı bütün işlerde kesin bir kusursuzluk gözetirdi; üstelik, onun çabası bu yukarıdakilerden daha hayranlık verici ve yorucuydu, çünkü imanının denektaşları ebedî değil, Paris’le Hollywood’un durmadan değişen kaprislerine bağlıydı. Clementina Villar gerekli yerlerde, gerekli saatte, gerekli takıp takıştırma ve gerekli bıkkınlıkla boy gösterirdi; oysa bıkkınlık, takıp takıştırma, saat ve yerin neredeyse o an modası geçer ve Clementina Villar, elinde ancak bir beğeni ucuzluğunu tanımlamaya yarayacak gereçlerle kalakalırdı. Flaubert gibi, o da mutlak olanın arayışı içindeydi; ancak onunkisi bir an süren bir Mutlak’tı. Örnek bir yaşam sürdürüyordu, ama içini sonu gelmez bir umarsızlık duygusu kemirip durmaktaydı. Kendi kendinden kaçmak istercesine sürekli olarak yeni değişimler denerdi; saçının rengiyle biçimine güven olmayacağı herkesçe bilinirdi. Gülümseyişini, tenini, göz çizgisini durmadan değiştirirdi. Otuz ikisini geçtiği halde hâlâ dal gibiydi. Savaş çıkınca kara kara düşünmeye başladı; Paris, Alman işgali altında olduğuna göre, moda nasıl izlenecekti?
Hiçbir zaman güvenmediği bir yabancı, ona çokça silindir şapka satacak kadar iyiniyetinden yararlandı; bir yıl sonra bu anlamsız modellerin Paris’te hiç giyilmemiş olduğu ortaya çıktı -demek ki bunlar şapka filan değil, rastgele, ne idüğü belirsiz, deli saçması nesnelerdi!- Belâlar peşpeşe gelir ya; Dr. Villar, Araoz Sokağı’na taşınmak zorunda kaldı, kızının resmiyse artık yüz kremi ve otomobil reklâmlarını süslüyordu. ( Bol bol süründüğü yüz kremiyle nicedir sahip olamadığı otomobiller. ) Sanatını başarıyla sürdürebilmesi için büyük bir servet gerektiğini biliyordu ve yarım yamalak göz kamaştırmaktansa, sahneden çekilmeyi yeğledi. Ayrıca, adı sanı belirsiz ne oldum delileriyle aşık atmak zorunda olmak da ağrına gidiyordu. Araoz’daki kasvetli apartman dairesi de çekilecek gibi değildi; Clementina Villar, haziran’ın altısında Güney mahallesinin göbeğinde ölmek aykırılığında bulundu. Yüreğim Arjantinlilere özgü tutkuların en içteni olan züppelikle dolup taşarak ona âşık olduğumu ve ölümünün beni gözyaşlarına boğduğunu da açıkça söyleyeyim mi dersiniz? Okur bunun çoktan farkına varmıştır belki de.
Bir ölüyü bekletirken, çürüme sürecinin cesede eski yüzlerini kazandırdığı görülür. O telâşlı altı haziran gecesinin bir anında Clementina Villar sanki bir büyü sonucu yirmi yıl önceki halini aldı; yüz çizgileri gururun, paranın, gençliğin, belli bir üstünlüğe sahip olduğu bilincinin, hayal gücü kıtlığının, kısıtlamaların, vurdumduymazlığın verdiği o sertliğe yeniden kavuştu. Nedense, diye düşündüm, hiç peşimi bırakmayan bu yüzün hiçbir hali belleğimde bunun kadar uzun süre yer etmeyecek; bunun son yüzü olması yersiz değil, çünkü ilk yüzü de olabilirdi. Onu ölümün kusursuzlaştırdığı kibriyle, çiçeklerin arasında kaskatı bıraktım. Çıkıp gittiğimde saat sabahın ikisi olmuştu herhalde. Dışarıda, bir ya da iki katlı tanıdık evler, gece, karanlık ve sessizlik onları iyice sıradanlaştırdığında edindikleri soyut varlıklarına bürünmüşlerdi. Neredeyse tümüyle benlikten arınmış bir sofuluğun sarhoşluğuyla, sokaklar boyunca yürüdüm. Chile ve Yacuari’nin kesiştiği köşede açık bir dükkân gördüm. Ve bu dükkânda, şansıma küseyim, üç adam kâğıt oynuyordu.
‘Oxymoron’ diye adlandırılan benzetme türünde bir sözcük, önüne onun karşıtı gibi görünen bir sıfat konularak nitelendirilir; bu ilke uyarınca Agnostikler kara ışıktan, simyacılar da kara güneşten sözetmişlerdir. Clementina Villar’a yaptığım son ziyaretten çıkıp doğruca bir barda içki içmeye gitmek benim için bir çeşit ‘oxymoron’ olmuştu; aklımı çelen, bu yaptığımın kabalığı, kolaylığıydı. İçerde sürmekte olan, bir kâğıt oyunu olduğu için aradaki karşıtlık daha da artıyordu.) Bir bardak konyak istedim.
Bana bozukluklarla birlikte Zâhir’i de verdiler. Paraya bir an baktım ve belki de bir humma başlangıcı içinde sokağa çıktım. Dünyadaki her madeni paranın tarihte ve masallarda pırıl pırıl parlayıp duran o ünlü paraları simgelediğini geçirdim aklımdan. Kharon’a verilen gümüş sikkeyi düşündüm; Belizarius’un dilendiği gümüş sikkeyi; Yahuda’ya verilen otuz parça gümüşü; ünlü fahişe Lais’in drahmilerini; Yedi Uyuyanlar’dan birinin uzattığı antik sikkeyi; Binbir Gece Masallarındaki büyücünün sonradan kâğıt parçaları olduğu anlaşılan pırıl pırıl paralarını; Isaac Laquedem’in harcamakla bitmeyen pennysini; bir destanın her bir dizesi için ödenen ve Firdevsî’nin altın olmadıkları için padişaha geri yolladığı altmış bin parça gümüşü; Ahab’ın gemi direğine çivilediği altın İspanyol parasını; Leopold Bloom’un bozdurulamayan florinini; üstündeki resim, kaçmakta olan XVI. Louis’yi Varennes yakınlarında eleveren Lui’yi. Sanki bir rüyadaydım, her bir madeni paranın böylesine gösterişli çağrışımlarla yüklü olması bana büyük, ama açıklanması imkânsız bir önem taşıyormuş gibi geldi. Boş alanlarla boş sokaklar boyunca, giderek daha hızlı yürümeye başladım. Sonunda, bıkkınlık beni bir köşeye fırlattı attı. Hep aynı yerde sabırla bekleyen demir parmaklıkları ve bunların gerisinde Consepcion’ un karalı beyazlı parke taşlarını gördüm. Bir çember çizmiş ve bana Zâhir’i verdikleri dükkânın bulunduğu yerden bir ev ötesine varmıştım.
Geri döndüm. Karanlık pencere bana uzaktan dükkânın kapalı olduğunu gösteriyordu. Belgrano Sokağı’nda bir taksiye bindim. Uykusuz, büyülennmiş gibi, neredeyse mutlulukla, cisimsel varlığı paradan daha az olan bir şey bulunmadığını düşündüm, çünkü, aslına bakılırsa, her bir madeni para, (diyelim yirmi centavo değerinde bir para) içinde gelecek zamanları barındırıyordu. Para soyuttur, diye tekrarladım; para gelecek zaman kipidir. Banliyöde bir gece ya da Brahms’ın bestelediği müzik olabilir; haritalar, satranç ya da kahve olabilir; bize altını hor görmeyi öğreten Epiktetos’un sözleri olabilir; Pharos adasındaki Proteus’dan çok daha değişkendir o.
Önceden kestirilemeyecek zamandır, Bergson’cu zamandır, Müslümanlığın ya da Stoacıların değişmez zamanı değildir. Gerekirciler dünyada, ancak bir eylemin, yani gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli olmayan tek bir eylemin varolduğu düşüncesine karşı çıkarlar; madenî paralar insanın özgür iradesinin simgesidir. (Bu ‘düşüncelerin’, Zâhir’e taban tabana zıt bir akıl oyunu ve iblisçe etkisinin başlangıcı olduğu aklıma gelmedi.) Epey kafa yorduktan sonra uyuyup kaldım, ama, düşümde kendimi yarı aslan yarı kartal bir yaratığın bekçiliğini ettiği madeni paralar olarak gördüm.
Ertesi gün sarhoş olduğuma karar verdim. Aynı zamanda başımı bu kadar ağrıtan paradan kurtulmayı da aklıma koydum. Paraya baktım; üstündeki birkaç çizikten başka dikkati çekecek bir yanı yoktu. En iyisi onu bahçeye gömmek ya da kütüphanenin bir köşesine gizlemekti, ama kendimi onun çekim alanından kurtarmak istiyordum. Sonunda kaybetmeyi yeğ tuttum. O sabah Pilar’a ya da mezarlığa gitmedim; metroyla Constitucion’a, oradan da San Juan’la Boedo’nun kesiştiği köşeye gittim. İçimden gelen bir dürtüye uyarak Urquiza’da indim, önce Batı, sonra Güney yönünden yürüdüm. Amaçlı bir başıboşluk içinde birtakım köşeleri döndüm ve gözüme bütün ötekiler gibi görünen bir sokakta sefil küçük bir tavernaya girdim, bir içki istedim, karşılığını da Zâhir’le ödedim. Kara gözlüklerimin ardında gözlerimi iyice kısarak evlerin numaralarını ya da sokağın adını görmemeyi başardım. O gece bir veronal alarak deliksiz bir uyku çektim.
Haziran sonuna kadar hayal ürünü bir hikâye yazmakla uğraştım.” Hikâyede bir iki tane gizemli dolaylı benzetme (ya da ‘kenning’) vardı; örneğin, kan yerine kılıç-suyu deniyor, altın’ın yerini yılan-yatağı alıyordu; hikâye birinci tekil kişi ağzından anlatılıyordu. Anlatıcı, insan toplumundan kaçıp vahşi doğanın ortasında yaşamaya çekilen bir derviştir. (Yerin adı Gnitaheidr’dir) Yaşamının sadeliği ve dürüstlüğü nedeniyle onun bir melek olduğuna inananlar vardır; ancak bu, sofuca bir abartmadır, çünkü günahtan arınmış insan yoktur. Aslını ararsanız o da, büyü aracılığıyla sınırsız bir serveti eline geçiren kötü ünlü büyücü babasının boğazını kesmiştir.
Bizim dervişin uğruna yaşamını adadığı amaç, bu hazineyi insanoğullarının çılgınca açgözlülüğünden korumaktır; gece gündüz gizli hazinenin başında nöbet bekler. Yakında, belki de çok yakında sözcülüğü son bulacaktır; yıldızlar ona bu bekleyiş i sona erdirecek kılıcın tavında dövüldüğünü bildirmişlerdir. (Bu kılıcın adı Gram’dır.) Derviş giderek karmaşıklaşan bir retorik üslubu içinde bedeninin gözalıcılığıyla devingenliğinden sözeder; bir paragrafta dalgınlıkla ‘pullarından’ dem vurur; başka bir paragrafta bekçiliğini ettiği hazinenin çakıp sönen altınlarla kırmızı halkalardan oluştuğunu söyler. Sonunda dervişin, yılan Fafnir, üzerine çöreklendiği hazineninse, Nibelungların hazinesi olduğunu anlarız. Sigurd’un ortaya çıkmasıyla hikâye birdenbire son bulur.
Bu ufak el alıştırmasının (içine, bilgiçlik taslamak üzere Fafnismal’dan alınma bir iki dize de katmıştım) bana parayı unutma fırsatı sağladığını söylemiştim. Parayı unutmayı başardığımdan öylesine emin olduğum geceler oldu ki, parayı mahsustan aklıma getirdim. Şurası kesin ki, bunda da aşırıya kaçtım; bu işi başlatmak, bitirmekten daha kolaydı. Kendi kendime bu tiksinç nikel paranın elden ele dolaşan, birbirinin eşi, sayısız, zararsız benzerlerinden farklı olmadığını boşuna söyledim.
Bu düşüncenin çekiciliğine kapılarak aklıma başka madenî paraları getirmeye çalıştım; ama yapamadım. (Beş ve on centavoluk Şili paraları ve bir Uruguay vinteniyle giriştiğim, başarısızlıkla sonuçlanan bir deneyi hatırlıyorum. Temmuzun onaltısında elime bir İngiliz sterlini geçti. Gün boyu paraya bakmadım, ama o gece (ve öteki geceler) büyütecin altına koydum ve güçlü bir ampulün ışığında inceledim. Sonra kurşunkalemle kâğıdın üzerine izini çıkardım. Ama ne paranın ışıltısı ne de ejdarhayla Aziz George bana yardımcı olmadılar; saplantılarımı değiştirmek elimden gelmiyordu.
Ağustosta bir psikiyatra danışmaya karar verdim. Saçma hikâyemin tümünü anlatmadım ona; uykusuzluktan şikâyetçi olduğumu, şey imgesinin .. -sözgelimi bir poker fişi ya da mâdeni para- bir türlü aklımdan çıkmadığını söyledim. Bir süre sonra, Sarmiento Sokağı’ndaki bir kitapçıda Julio Barlach’ın, Urkunden zur Geschichte der Zâhirsage / Zâhir Efsanesinin Tarihçesine İlişkin Belgeler (Breslau, 1899) adlı kitabının bir basımı elime geçti.
Başımdaki belâ bu kitapta bütünüyle açıklığa kavuşturuluyordu. Önsöze bakılırsa, yazar «Habicht koleksiyonundan alınmış dört belgeyi, Philip Meadows, Taylor’ın bu konudaki incelemesinin özgün elyazması da aralarında olmak üzere Zâhir inanışıyla ilgili bütün belgeleri her zaman el altında bulunacak bir cep, kitabı boyutlarında bir araya getirmeyi» amaçlamıştı. Zâhir’e duyulan inanç İslam kökenliydi ve 18. yüzyılda başladığı anlaşılıyordu. (Barlach, Zotenberg’in, Ebu’l-Fidâya atfettiği bölümleri reddediyor ‘Zâhir’ Arapça’da «adı belli», «gözle görülür» anlamına geliyordu; bu anlamıyla Allah’ın doksan dokuz adından da biriydi ve halk (Müslüman bölgelerde yaşayanlar) bu sözcüğü «unutulmaz olma denilen o korkunç özelliğe sahip olan ve imgesi insanı sonunda delirten varlık ya da nesneleri» tanımlamak için kullanıyordu. Bu konudaki ilk kesin tanıklık, İranlı Lütf – Ali Azur’ undu. Ateş Tapınağı adlı yaşamöyküsel ansiklopedinin (…) numaralı sayfalarında bu çok yönlü yazar-derviş, Şiraz’daki bir okulda «bir bakanın bir daha aklından çıkaramayacağı biçimde yapılmış» bakır bir usturlap bulunduğunu yazar; «öyle ki, padişah, insanlar evreni unutmasınlar diye bunun denizin en derin noktasına atılmasını» buyurmuş. Meadows Taylor’ın incelemesi daha ayrıntılı. (Haydarabad Nizamî’nin hizmetinde olan Taylor, Bir Kabadayının İtirafları adlı ünlü romanın da yazarıdır.) 1832 sıralarında Büy kentinin dış mahallelerinde delilik ya da azizlik anlatmak üzere kullanılan, pek duyulmamış bir deyim çalınmış Taylor’un kulağına; «kaplan görmüş gibi» …
Taylor’a sözü edilen kaplanın, ömrünün sonuna kadar aklından çıkaramayacağı için, görenin -bir defa da olsa- yıkımına neden olan büyülü bir kaplan olduğunu söylemişler. Biri bu bahtsızlardan birinin Maysur’a kadar kaçtığını, orada kaplanın resmini bir sarayın duvarlarına çizdiğini söylemiş. Yıllar sonra Taylor, krallığın hapishanelerinin duvarlarını gözden geçiriyormuş; Nittur’daki bir hapishanede vali, ona, duvarları, tavanı ve tabanı bir Müslüman dervişi tarafından zamanın silmeden önce yumuşattığı vahşi renklerde boyanmış bir çeşit «uçsuz bucaksız kaplan» resmiyle kaplı bir hücre göstermiş. Bu kaplan, bakanın başını döndürecek kadar çok sayıda kaplandan oluşuyormuş; yol yol da kaplanlarla, nokta nokta kaplanlarla doluymuş, denizleri, Himalayaları, baktıkça içinde daha çok kaplanlar olduğu görülen orduları varmış. Ressam, yıllar önce aynı hücrede ölmüşmüş; Sind’den, belki de Güzerat’tan geliyormuş ve asıl amacı bir dünya haritası çizmekmiş. Hatta, bu ürkünç resimde bir haritanın izlerini görmek de mümkünmüş …
Taylor, hikâyeyi Fort Williamlı Muhammed EI-Yemeni’ye anlatmış; Muhammed ona bu dünyada varolan her şeyin Zaher* biçimine girebileceğini, ama Her Şeye Kadir Olan’ın, bir tanesi yığınların aklını başından almaya yettiği için, aynı anda iki şeyin bu biçime girmesine izin vermediğini anlatmış. Ona dünyada her zaman bir Zâhir bulunduğunu söylemiş; ta Cahiliye Devri’nde Yauk adlı bir putmuş bu; daha sonraysa yüzünde taşlarla işlenmiş bir peçe ya da altından bir maske** taşıyan Horasanlı bir velî, Allah’ın adını sökmenin mümkün olamayacağını da söylemiş.
Barlach’ın monografisini okudum – okudum, sonra dönüp yeniden okudum. Duygularımı belirtmeye gerek olduğunu sanmıyorum. Beni hiçbir şeyin kurtaramayacağını anladığım zamanki çaresizliğimi hatırlıyorum; başımdaki belânın benim suçum olmadığını bilmenin verdiği o rahatlık; Zâhir’in kendileri için bir madenî para değil de bir mermer parçası ya da bir kaplan olduğu kişilere duyduğum kıskançlık. Bir kaplanı düşünmemek ne kolay olurdu! Aşağıdaki bölümü nasıl garip bir gerginlik içinde okuduğumu da hatırlıyorum: Gülşen-i Raz’ın yorumcularından biri, Zâhir’i görenin çok geçmeden Gül’ü de göreceğini söyler; bunu söyleyerek arkasından Attar’ın Esrarnâme’sinde geçen bir dizeyi aktarır: ‘Zâhir, Gül’ün gölgesi ve Perde’nin Açılması’dır.”
O gece Clementina’nın evinde küçük kızkardeşi Bayan Abascal’ı göremeyince şaşırmıştım. Ekimde arkadaşlarından biri, olup bitenleri anlattı: “Zavallı Julie! Öylesine garip davranır olmuş ki, onu Bosch’a kapatmak zorunda kalmışlar. Ona kaşıkla yemek yedirmek durumunda olan hastabakıcıların ölümüne neden olacak! . Biliyor musunuz, tıpkı Morena Sackmann’ın şoförü gibi bir madenî paranın sözünü edip duruyormuş.”
Genellikle anıları hafifleten zaman, Zâhir’ e ilişkin anıları çoğaltmaktan başka işe yaramıyor. Önce ön yüzünü sonra da arka yüzünü gözümün önüne getirebildiğim zamanlar olmuştu. Şimdi her iki yüzünü de aynı anda görebiliyorum. Yok, Zâhir kristalden yapılmış gibi değil; çünkü her iki yüz birbirinin üzerine yansımış gibi görünmüyor; daha çok, sanki bakışlarım küreselmiş de, Zâhir de tam merkezdeymiş gibi oluyor. Zâhir olmayan her şey bana sanki çok uzaklardan geliyormuş gibi bölük pörçük ulaşıyor; Clementina’nın kibirli görüntüsü; fiziksel acı. Tennyson bir zamanlar tek bir çiçeği anlayabilsek kendimizin ve dünyanın ne olduğunu bilebileceğimizi söylemişti. Bununla, ne kadar önemsiz olursa olsun, evrenin tarihini ve o sonsuz neden-sonuç zincirini ilgilendirmeyen bir olgu bulunmayacağını söylemek istemiş olmalı. Belki de İrade’nin her bir bireyde örtük biçimde varolduğunu söyleyen Schopenhauer gibi, o da gözle gördüğümüz dünyanın her görüngüde örtük biçimde varolduğunu söylemek istemiştir. Kabala’cılar insanın bir küçük acun, evrenin simgesel bir aynası olduğunu söylerler; Tennyson’a göre, her şey böyle olabilir. Her şey, hatta katlanılması mümkün olmayan Zâhir bile.
Julia’nın başına gelenler daha 1948’e girmeden benim de başıma gelecek. Beni de yedirip giydirmek zorunda kalacaklar, öğleden sonra mı sabah mı olduğunu bilemeyeceğim. Bu yazgıya korkunç demek, bir sözcük oyunu olmaktan ileriye gitmeyecek, çünkü koşullarından hiçbirine gerçekten tanık olmayacağım. Ona bakılırsa kafatasını açtıklarında, bayıltılmış bir adamın da korkunç acı duyduğu söylenebilir. Artık evreni algılamayacağım; Zâhir’i algılayacağım. İdealist öğretiye göre ‘yaşamak’ ve ‘düş görmek’ sözcükleri arasında kesin bir eş anlamlılık bulunmaktadır. Binlerce imgeden bir tekine geçeceğim; son derece karmaşık bir düşten son derece basit bir düşe geçeceğim. Ötekiler benim delirdiğimi düşleyecek; ben Zâhir’in düşünü göreceğim. Dünya yüzündeki bütün insanlar, gece gündüz, Zâhir’in düşünü görürken hangisi düş, hangisi gerçek olacak – yeryüzü mü yoksa Zâhir mi?
Gecenin ıssız saatlerinde sokak sokak yürüyebiliyorum henüz. Şafak beni bir sabah Garay Parkı’ndaki bir sıranın üzerinde, Esrarnâme’de Zâhir’in Gül’ ün Gölgesi ve Perde’nin Açılması olduğunu söyleyen bölümü düşünürken (düşünmeye çalışırken) bastırabilir. Bu sözleri şu bilgimle bağdaştırıyorum: Sûfîler Tanrı’da yitip gitmek için kendi adlarını ya da Tanrı’nın doksan dokuz adını, anlamsızlaşıncaya kadar tekrarlar. Bu yoldan’ gitmek istiyorum. Belki de ancak tekrar tekrar aklıma getirmek yoluyla Zâhir’i tüketip bitireceğim sonunda. Belki de o paranın gerisinde Tanrı’yı bulacağım.
* Taylor’ın imlası.
** Barlach, Kur’an’da Yauk’tan sözedildiğini, velîninse El Mukanna (Peçeli) olduğunu ve Philip Meadows Taylor’ın şaşırtıcı tanığı dışında hiç kimsenin de bu ikisini Zâhir’ le özdeşleştirmediğini söylüyor.
Yolları Çatallanan Bahçe / Jorge Luis Borges
Can Yayınları / Çev: Fatih Özgüven