Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeGeorg Wilhelm Friedrich HEGELHegel'de 'Sanatın ölümü' | Tülin Bumin

Hegel’de ‘Sanatın ölümü’ | Tülin Bumin

Hegel söylemi, «Tarihin sonu» başlığı altında pek çok şeyin sonundan, tükenişinden, ölümünden söz eder. Sanat da bunlardan biridir. Sanat, Hegel için insanlığın geçmişine ait bir şeydir. Sanat türlerini mimarlıktan başlayıp heykel, resim, müzik ve şiirden geçerek nesre ulaşan ve giderek maddesel olandan, duyumlanabilir olandan uzaklaşan bir biçimde sınıflandıran Hegel, çağının tipik sanat türünün roman olduğunu söyler. Bu sanat türlerinin kendi iç gelişim süreçleri de aynı yolu izlemektedir; giderek duyumlanabilir olandan yani kökensel anlamıyla estetik? olandan uzaklaşma. Bu çizgi özellikle şiirde çok iyi bir biçimde kendini açığa vurmaktadır. Şiir tinsellikten, Kavramdan, evrensellikten bir şeyler aldıkça estetik alanın dışına düşer.

Hegel’in çağdaşları arasında oldukça yaygın olan «sanatın ölümü» düşüncesi, çağdaşlarının tersine, Hegel’i üzmemektedir. Çünkü sanat, bir dil-öncesi, ya da başka bir deyişle, kötü konuşulan bir dildi. Hegel’in bu düşüncesini nasıl temellendirdiğini görmeden önce açıklamamız gereken iki nokta var:

1. Hegel sanatı, temsil edici olmayan bir etkinlik olarak almaktadır. Son derece çağcıl nitelikte olan bu anlayış Frankfurt Okulunun Hegel’den esinlenme noktalarından biridir.

2. Estetik, insanlığın Tin’e ulaşım sürecinde geçtiği evrelerden birinin, Yunan uygarlığının temel kategorisi olmuştur.

Yunan tinselliğinin kendisi aracılığıyla anlatımını bulduğu din, estetik bir dindir. Hegel Yunanlıların estetik dini ile Hıristiyanlığı karşılaştırarak birincinin estetik nitelikte oluşunun Tanrı dügüncesine tam olarak ulaşmada nasıl bir engel oluşturduğunu açıklamaktadır: Estetik, beraberinde zorunlu olarak getirdiği maddesel, bireysel, duyumsal boyuttan ötürü, kaçınılmaz olarak, Kavram-öncesi yani Akıl-öncesi ve (Hegel’de bu üçü aynı şey olduğu için) Dil-öneesi bir şeydir.

Hegel’in antik Yunan ve Hıristiyanlık konusundaki görüşü gençlik yapıtlarında (Frankfurt) ve olgunluk yapıtlarında (1802′-den sonra) farklılıklar göstermektedir. Hegel gençlik döneminde olduğu gibi olgunluk döneminde de Yahudiliğin bu dünyadan uzak, korkutucu, yüce ama yüceliğinden ötürü bu dünya ile hiçbir uzlaşım kabul etmeyen Tanrısına göre, Yunanlıların estetik dininin ileri bir adım olduğunu düşünmektedir.

Buna karşılık olgunluk döneminden farklı olarak Hegel gençlik döneminde (l’Esprit du Christianisme), Hıristiyanlığın İsa aracılığıyla gerçekleştirdiği sonsuz ile sonlu, evrenselle bireysel, Tanrıyla insan arasındaki dolayımsız (immediate) birleşimi eleştirmekte, Yunanlıların estetik dininin ürettiği figürlerinin daha gelişmiş, daha kalıcı olduğunu ileri sürmektedir. İsa bir bireydir. Oysa Yunan Tanrıları, insanbiçimsel görünümlerine karşın insanla Tanrı birleşimini Tanrısal düzeyde kalarak; Tanrısallıklarını, insansı düzeye indirgenmeksizin gerçekleştirebiliyorlardı. Yunan dininin Yahudiliğe olan üstünlüğü ise onun ilk olarak kendini açığa vuran, gösteren bir Tanrı anlayışına ulaşmasından kaynaklanıyordu. Yunanlıların imge-tanrı’sı Yahudiliğin sonsuz ile sonlu arasında örtülemez, kapatılamaz olarak nitelendirdiği uçurumu —Tanrı idesini görülebilir, duyumlanabilir yani estetik kılarak— kapatıyordu.

Oysa Phenomenologie’den başlayarak artık Hegel, Hıristiyanlığın Mutlak Bügi’ye (Savoir absolu) doğru gidişte filozof olmayanlarca varılabilecek en ileri aşama olduğunu düşünmektedir. Yani Hıristiyanlığın din anlayışı, estetik olandan kurtulmuş, sıyrılmış bir din anlayışı olarak Tin’e, Yunan dininin estetik niteliğinden ötürü başaramadığı ölçüde yaklaşabilmiştir. Yunanlıların tinselliğinin Yahudilerinkine üstünlüğü, ö halde, çift anlamlı bir üstünlüktür. Yunanlılar Tanrılarını sergileyerek onlarla ortak bir şeyleri olduğu duygusuna ulaşabilmişlerdir. Ama bu duygunun zorunlu olarak görme öğesine bağlı olması —Platon’un da demiş olduğu gibi— Tanrı fikrinin evrenselliği, kavramsallığı açısından sakıncalı bir şeydi. İşte bu nedenle Yunanlılar Tin’e ulaşamadılar. Çünkü dinin estetik yani duyumlanabilir öge aracılığı île (Tanrı heykelleri) gerçekleştirdiği uzlaşım, estetiğin biçimle madde arasında gerçekleştirdiği uzlaşımın hakikat açısından kötü bir uzlaşım olması nedeniyle başarısızdır.

Özetle, Hegel’in çağdaşlarının çoğu gibi —Winkelman’m Yunan sanatı üzerine yazılarının uyandırdığı büyük etkinin de sonucu olarak— Frankfurt’ta Yunan sanatına karşı beslediği büyük hayranlık sona ermiştir. Yunan çağı artık yitirilmiş bir uyum çağı olmaktan çok bir olgunluk öncesi dönemidir. Şimdi Hegel, Yunanlıların gerçekleştirdiği uzlaşımı, dolayımsızlığı ve görülebilirlik üzerine temellenmişliğiyie kusurlu bir uzlaşım olarak görmektedir: İnsan gibi görünmek, Yunan Tanrısının bir estetik seyir konusu olmasını getirmiştir ama seyretmek (contemplation), kavramak demek değildir. Tersine Tanrının görülebilir oluşu onun kavramına ulaşmada, onu evrenselliğinde tanımada bir engel oluşturmuştur. Oysa Tanrının ete kemiğe bürünmesiyle insanlık, kendisiyle Tann arasında seyirden farklı bir ilişkinin olabileceği bilincine erişti. Bu bilinç, estetik seyirin gerçekleştirdiği ilişkiden çok farklıdır. Çünkü estetik seyirdeki ilişki seyreden ile seyir konusunu kendi yerlerinde bırakan ve aralarında dışsal bir bağ kuran bir ilişkidir. İşte Hıristiyanlığın sildiği, bu dışsallık bağıdır.

İnsan-tanrınm yaşadığı en önemli olay ölümüdür. İsa ölmekle, üstelik genç ölmekle, insanla Tanrı arasında gerçekleştirdiği uzlaşımm duyumlanabilir boyutunu ortadan kaldırmış, böylece insanla Tanrı arasında doğru ilişkinin nasıl olacağını göstermiştir: Tanrı kendini seyir konusu olmaksızın da gösterebilir (manifestation). Tanrı ölmüştür. O artık görsel düzeyde çalışan hayalgücünün değil hatırlamanın konusu olacaktır.

Hıristiyanlığın Yunan dinine üstünlüğü, hatırlamanın hayalgücüne üstünlüğünden kaynaklanıyor. Evet, hatırlama Hegel’e göre henüz düşünme değildir. Ama Tanrı hakiki anlamını bedenleşmeden çok ölümüyle dile getirmiştir. İsa ölmekle insanlığı duyumlanabilir olanm çıkmazından önemli bir ölçüde kurtarmış, böylelikle de evrensel olana Kavrama giden yolu göstermiştir.

Hegel’in Din Felsefesi ve genel olarak Tarih Felsefesi konusundaki bu değerlendirmeler, onun estetik etkinliğin, genelde insanlığın Tin’e ulaşım sürecindeki yeri konusunda düşündüklerine değgin birtakım ipuçları vermektedir. Bundan kalkarak artık «Estetik» kuramının ana çizgileri daha doğrudan bir biçimde belirtilebilir.

Hegel’e göre sanatsal etkinlik ürettiği «görünüş» (apparance) aracılığıyla, anlamı (sens) görünebilir kılmaktadır. İşte sanatın özgürlüğü (spécificité) buradadır. Yine bu noktadır ki sanatı salt bir kopya olmaktan alıkoyar. Çünkü sanat, içeriğin dile getirilmesine yaramayan öğeleri bir yana bırakır, yeniden üretmez. Örneğin, Homer, Aşil’in güçlü bedenini anlatmak için onun bütün niteliklerini olduğu gibi betimlememektedir. O halde bir görünüş olarak sanat yapıtının içeriği, doğallığım özel olarak yitirmiş bir varoluştur. Sanat yapıtını çekici kılan da işte bu «doğallığını yitiriş»tir.

Hegel, Kant’m tersine, sanatın, varoluşun hakikatini (varoluşu görünüşe dönüştürme yoluyla) verebildiğini düşünmektedir. Yani sanat yapıtı, salt varoluşa göre daha yüksek bir hakikatin taşıyıcısıdır. Bu nedenle de Kant’ta doğa güzelliği sanat güzelliğine üstün tutulurken Hegel’de estetik «temsil etme» (representation) doğal olanın hakikatini oluşturmaktadır: Estetik «temsil etme»de, doğal kabuğunda (maddesel, duyumlanabilir kabuğunda) kapalı bulunan içerik kendini gösterir, açığa vurur.

Hegel’le Kant’ı karşılaştırmamız gereken bir başka konu daha var. Kant için sanat yapıtından duyulan estetik haz saf, arı bir haz değildir. Çünkü sanat yapıtı üzerine verdiğimiz yargıda —kaçınılmaz olarak— bu yapıtın üretilmesinde güdülen niyetli amaçsallığın göz önüne alınması, söz konusudur. Yani Kant için sanat yapıtının kusuru, onda sanatçıyı —onun kişiliğinin, niyetlerinin izlerini— görmemizdir. Hegel için ise tersine, sanat yapıtının kusuru, üretenin etkinliği ile bir seyirci olarak ben’in etkinliği arasında bir «ekran» rolü oynaması, yapımında kullanılan emeği gizlemesidir. Yine Hegel, sanat nesnelerinin, Kant’ın ileri sürdüğü gibi çok doğal oldukları için değil, çok doğal şeyler olarak yapıldıkları için hoşumuza gittiklerini söylerken de, estetik alanında asıl önemli olanın sanat yapıtından çok sanatsal etkinlik olduğunu belirtmektedir.

Sanat yapıtının salt varoluşu kopya etmediğini söylemiştir Hegel. Ona göre en gerçekçi sanat yapıtında (örneğin Hollanda resim geleneğinde) bile figüre dönüşen ipek ve yünden dokunmuş kumaştan yapılan bir giysi aslında renk ve ışıktan başka bir şey olarak görünmez. Böyle olmakla da bu görünüş, gerçek ipek ve yünün hakikatini bildirmektedir: İpek ve yün dediğimiz, böyle algıladığımız şeylerin hakikati ışık ve renkten başka bir şey değildir. Resim, kendi dışında bir hakikati temsil etmiyor. Tersine resimde belirtke (signe) ve anlam (sens) birleşiyor. Resmin hakikati konusu olan salt varoluşta değil; salt varoluşun hakikati, onu görünüşe dönüştüren, onda bulunan ve anlamı gizleyen ayrıntıları ayıklayan, seçen, yeniden biçimlendiren resimdedir. Sanat yapıtı, varoluşu idealleştirerek onun hakikatini açığa vurmaktadır.

Bu idealleştirme salt varoluşu, özne için veri olan, onu edilgen (salt alıcı, duyumlayıcı) kılan varoluşu yadsıyıcı bir etkinliktir. Bu yadsımanın taşıdığı başkaldırma boyutu yine Frankfurt Okulunun Hegel’den aldığı önemli görüşlerden biridir. Örneğin, Adorno’ya göre sanat bir biçim verme etkinliği olarak, var olan biçimlerin, veri olanın taşıdığı biçimlerin yadsınması anlamını taşır. İşte her sanat yapıtının (en tutucusunun bile) özü gereği taşıdığı eleştirel, başkaldıran boyut bu yadsımadan kaynaklanmaktadır. Adorno’yu Hègel’e bağlayan bağ burada bitmiyor. Biçim verme etkinliğinin yadsıyıcı bir etkinlik olarak anlaşılmasının yanısıra, Adorno için de biçim verme, Hegel’de olduğu gibi, içerik kazandırmaktan ayrı bir etkinlik değildir. Çünkü biçim öncesi bir içerik, bir anlam yoktur. Biçim verme etkinliği veri olanın taşıdığı düzene yeni bir düzen kazandırır. Alberti’nin perspektifinin çağdaş resimde kırılması yalnızca yeni bir tekniğin, «biçim» in ya da biçemin ortaya çıkışı değildir. Resimde perspektifin sorgulanması, yadsınması belli bir dünya görüşü ve akılsallık anlayışının sorgulanmasıdır. İşte bu nedenle Adorno, «biçim, çökertilmiş sosyal içeriktir» derken Hegel gibi düşünmektedir.

Hegel’in Estetiktim okumamız buraya kadar olumlu bir okumaydı. Çünkü, onun sanatsal etkinlikte bulduğu yönle, salt varoluşa göre üstün olan yönle ilgilendik. Sanat, salt varoluşu görünüşe dönüştürürken, yeniden biçimlendirirken duyumlanabilir olanı yadsıdı. Ama bu yadsıma yeterli bir yadsıma değildir Hegel için. Çünkü sanat yapıtı duyumlanabilir olanı yadsımak için yine duyumlanabilir bir şey olmak zorundadır. Bu nedenle onun yarattığı görünüş hakikatle, tinsellikle yeterince bütünleşemiyor. O, hakikati gösteriyor, üstelik kendi dışında bir şey olarak, salt varoluşta yer alan bir şey olarak değil. Evet, sanat yapıtı hakikati dile getiriyor, getiriyor ama, diyor Hegel, sofu ruhluların hayatın anlamını gösterdikleri gibi, yani yine de hayatta kalarak.
Bu nedenle yukarıda sözünü ettiğimiz idealleştirme süreci eksik, kusurlu kalıyor. Şair, gerçeğin fotoğrafını vermez, ayrıntıları seçer, eler diyorduk. Evet ama bu seçimle ayıkladığı, attığı maddesel olanın taşıdığı olumsallık, karışıklık, yani anlamı gizleyen, karartan öğeler, sanat yapıtında tümüyle ortadan kalkmıyor. Çünkü sanat yapıtı, maddesellikten hiçbir zaman tümüyle kurtulamıyor. Böylece o, figür değiştirmesine neden olduğu maddeselliğin tutsağı olmaktan vazgeçemiyor. Bunu tümüyle başardığı an o, artık sanat yapıtı olmaktan çıkacaktır.

Resme istediğimiz kadar bakalım, o yine de, bağımlı olduğu maddesellikten ötürü kendi için bir nesnedir, bir anlam değil. Renklerin büyüsü yine de uzaysal türden, dışsal bir şeydir. Duyumlanabilir dışsaldık, yalnızca şiirde en aza, hemen hemen sıfıra yaklaşır ve sonunda belirtkeler (signe) maddeselliklerini kaybederler. Ama maddesellikten kurtulmuş bir şey olarak şiir, Hegel’e göre, estetik dışı bir şeydir. «Tinsellik yani maddesel olmama durumu şiirde eksik olan şeyin sorumlusudur» ve şiir tinselleştikçe sanatın kökensel tanımının dışına düşmeye başlar. Estetik görünüş yalnızca belirtkeye dayandığında kendi hakikatine o denli iyi ulaşmaktadır ki sanat artık hem olanaksız hem de yararsız olacaktır. Çünkü sanat, tanımı gereği varoluşla hakikati arasındaki maddesel dolayımdır. Artık sanat kökensel işlevini yitirmiştir, çünkü bu işlev, Hegel’e göre dölayımsız olanın —yalnızca varoluşun, dilsiz varoluşun— anlamsızlığını, hiçliğini göstermektir, bunu göstermek içinse sanatın maddeye gereksinmesi vardır. Şiirde artık dölayımsız olarak var olan (salt varoluş) tümüyle ortadan kalktığı için, onun anlamsızlığını, hiçliğini (resim örneğinde, görmüş olduğumuz gibi) gösterme işlevi yani sanatın kökensel işlevi de sona ermiştir.

Şiir, sonuçta, Tin’in doğuşunu hazırlamakta bir bakıma da geciktirmektedir. Şiir sanattır desek bile bunu, söylediğimiz şeyin iç çelişkisini bilerek söylemeliyiz. Çünkü şiir öyle bir estetik türüdür ki onun özü duyumlanabilir olanın yok olması, salt belirtkenin üstün gelmesidir. Evet, şair ve estetikçi şiirin çevirilmezliğini söyleyerek onun maddesel boyutunu —dilsel maddesiyle bütünleşmişliğini— vurgulayacaklardır. Ama, iyi ya da kötü, biliyoruz ki. şiir çevrilebilir. Denilecektir ki şiirsel söz estetik (duyumlanabilir) öğeden tümüyle yoksun değildir, çünkü o, ne de olsa «ses» e bağlıdır ve «ses» maddedir, salt belirtke değil. Şiir «ses»siz de okunabilir. Bu durumda ise yazılı belirtkeler ve anlaşılabilirlik öğelerinden başka bir şey kalmaz geriye ve estetik, bir serap gibi yok olur.

Yukarıda resim örneğinde görmüştük ki belirtke, görünüş’le hakikatle tam olarak bütünleşemiyordu ve bu anlamda estetik görünüş Tin’e ulaşmada bir engel oluşturmaktaydı. Bunun nedenini daha iyi anlamak için estetik belirtkeyi dilsel belirtke ile karşılaştırmak gerekiyor: Sanatta dolayımsız varlık idealleşmiştir. Dilde ise, Hegel’e göre, tümüyle ortadan kalkmıştır. İkisi de dolayımsız olanın, özne için veri olan salt varoluşun yadsınmasidir, ama iki farklı türden yadsıma. Birincisi hakikati görünüş kılar, ikincisi onu söz haline sokar. Birincisi görünüştür, ikincisi deyiş. Sanat kökensel anlamında dil-ötesi (para-langage) bir şeyken, şiire dönüştüğünde alt-dil (infra-langage) olur. Her sanat türü bu görünüş /deyiş uçları arasındaki yerine göre sınıflanabilir. Sanat hakikati görünüşe dönüştürmekte, söyleyememektedir. Sanat Hegel için kötü konuşulan bir dildi, bir dil-öncesiyöi. Bu nedenle onun ölümü Hegel’e acı vermemektedir. Sanat, Kavrama ulaşamadı, büyüsünü bu eksikliğinden getiriyordu. Ama büyüleyen şeyin ölümü, Aklın doğuşunu bildirmektedir. Sanat bizim nesrimizin söyleyemediği bir şeyi söyleyebiliyordu, diye düşünüp yakınmak gerekmez. Onun ölümü Dil’in doğuşudur.

Ancak Hegel Dil’e geçişle hemen Kavram’a ulaşılacağını da düşünmemektedir. Çünkü bu dil Anlığın (Entendement) dilidir. Aklın değil. Anlığın (anlama yetisinin) dili ise henüz temsil edici öğenin tutsağıdır, henüz görme modelinden sıyrılamamıştır. Onun için filosoflar (Hegeî burada Kant’ı düşünmektedir özellikle) dilden yakınmakta, onun hakikati, mutlak olanı dile getirmek için yetersiz olduğunu söylemektedirler. Oysa yanlış olan onların dil anlayışıdır. Dile getirilemez düşünce, Dil-öncesi bir düşünce olamaz Hegel’e göre. Yalnız yaşayan bir insanın bile, düşünmek için dile gereksinmesi var. Çünkü hakikat dilsel bir şeydir. Bu nedenle, anakronizm yaparak diyebiliriz ki Hegel Feuerbach’ın «dilin şeylerle bir ilgisi yok» deyişine katılmaktadır. Ancak, ona göre bu, dilin kusuru değil, belirtke zaten imgeden farklı olarak, duyumlanabilir benzerlikten koptuğu için ortaya çıkmıştır. İnsanlık henüz bu kopuşu, benzerliğin bir uç durumu, belirtkeyi imgenin bir dönüşümüymüş gibi düşünüyorsa, bu onun bir türlü sıyrılamadığı yanlış dil bilincinden gelmektedir. Nesir dili, bizi imgesellikten kurtarmakta ama tam olarak Tin’e ulaştıramamakta. Sanat, Tin için uygun bir yer değildir. Dilin de böyle olduğu, kuşkusuz böyle olduğu, söylenemez. Çünkü spekülatif düşünce öncesi dil, temsil etmenin tuzağından kurtulamadı.

Sezgi, hayalgücü ve belirtke, aslında hepsi soyutlamayla çalışıyor. Temsil edici düşünce de duyumlanabilir olanı demekle onun yetkesini (salt algılamanın verdiği edilgenlikten gelen yetkesini) kırmakta, onu yadsımaktadır. Duyumlanabilir olana bu yolla karşı çıkış ne denli köklü olursa olsun, temsil edici düşünce yine de, somut olana, duyumlanabilir olana başvurmaktan alıkoyamaz kendini ve onu kavramlarının maddesel temeli olarak korur.

Bu açıdan, temsil edici dil ile sanat yapıtı benzeşmektedirler: Sanat yapıtı, içeriği, duyumlanabilir düzeyde görünüşe dönüştürmekte, dil ise aynı içeriği demektedir. Bu anlamda belirtenle belirtilenin sanattaki birleşimi ile onun dildeki ayrışımı çok büyük bir fark oluşturmaktadır. Dil aracılığıyla biz, Hegel’e göre, imgeler kurmaktan vazgeçiyoruz. «Aslan» sözcüğünü kullanırken artık bu hayvanı ne sezmek ne de onun imgesini üretmek zorunda değiliz. Ama dil bilincimiz gelişmemiş olduğu için yine de «asian» sözcüğünü küçültülmüş bir imge gibi görmekteyiz.

Bütün felsefe tarihi bu tür bir dilsel yanılsama üzerine kurulmuştur. Bu nedenle evrensel’e, Kavfam’a ulaşılamamıştır. Çünkü evrensel olanın anlatımı için imgesiz bir dil gerekmektedir. Biz hâlâ sözcüğü, şeylerin —imgede olduğu gibi— bir yansıması olarak görüyoruz. Sözcük sanki dış bir şeyi göstermek (indication) için kullanılan, imgeden daha kullanışlı bir şey gibi geliyor bize. Oysa sözcük, gösterme işleminin ortadan kalkmasıdır aslında. Biz gördüğümüz gibi konuşmayız ve dil daha kısa bir yoldan gösterme değildir. Dil göstermeksizin düşünmedir. Dilin temsil edici kullanımı, onun pagan çağından tanıyıp getirdiği bir saplantıdır. Felsefe, saplandığı dil ideolojisinden, varlıkla kavramı ayırmaktan kurtulduğu zaman sıyrılacaktır. Çünkü varlık bizim için Kavramından başka bir şey olamaz. Bu nedenle bilgi kuramının sorunsalı, hakikat sorunsalı yalnızca temsil edici düşünce olan anlık için söz konusudur. Felsefe baştan aşağı dil olduğunun bilincine eriştiğinde yani spekülatif düşünce olduğunda hakikat sorunsalı ortadan kalkacaktır.

Hegel’e göre anlam, her zaman «görme»yi; anlamlı olma, görülebilir olmayı örnek aldı ve Hegel’e kadar felsefe temsil etme çıkmazından kurtulamadı. Eski Yunandaki «ışık» metaforunun bolluğu, «anlamaada her zaman «görme»ye bir gönderi olduğunu gösteriyor. Oysa Hegel için anlamlılık ve görülebilirlik arasında hiçbir uzlaşma olamaz: Anlamın giderek ortaya çıkışı figürün giderek silinmesiyle mümkündür. Hegel’e göre insanlığın estetik etkinlik tarihini incelersek imgelerin giderek azalan bir işlevi olduğu anlaşılır. İmge sıkı sıkıya figür’e, görülebilir olana bağlıdır. İmgenin azalan gücü ile görülebilir olanın, dolayımsız olanın önemi de azalacaktır. Sanatın özelliği, salt varoluştaki içeriği «görünüş»e dönüştürerek, anlama giden yolu açmasıdır. Ama o, zorunlu olarak taşıdığı maddesel, dolayımsız öğeden ötürü bu yolu, aynı zamanda kapatmaktadır da.

Sonuç olarak Hegel, gezgin şairi türlü armağanlar sunduktan sonra sitenin kapısından uğurlayan, ona ancak iktidarla özdeşleşmiş felsefenin yani rasyonel söylemin buyruğunda olmayı benimsediği ölçüde katlanabileceğim söyleyen Platon’la aynı şeyi mi söylemektedir? Başka bir deyişle Hegel’in sanatla Akıl arasında kurduğu ilişki —daha doğrusu kesinti— Haton’un Devlet’inde yer alan sanat kavramının yinelenmesinden başka bir şey değil midir?

Bilindiği gibi Platon için sanat yapıtı her şeyden önce epistemolojik açıdan değersizdir. Sanat —resim örneğinde açıkça görüldüğü gibi—, idealar dünyasının kusurlu bir kopyası olan bu dünya üzerine tek yönlü bir bakış açısından gerçekleştirilmiş ikinci düzeyden bir kopya, bir yalandır. Ressam, dülgerin tanımını, özünü taklit ederek yaptığı masanın birincisinden çok daha kusurlu ikinci bir kopyasını üretmekteydi. Bu durumda eğer felsefe, özlerin doğru bilgisini taşıyan rasyonel söylem olarak mümkünse, o zaman sanatçı zorunlu olarak ya dilden uzaklaşacak ya da doğru söylemin güdümünde olmayı seçecektir. Hegel için de sanat rasyonel söylemin doğuşunun öncesinde kalmış bir şeydir, bir dil-öncesi dönemidir. Ama sanat, Platon’un dediği gibi var olanın kötü bir kopyası değildir. Her şeyden önce sanat bir kopya değildir. Ayrıca sanatsal etkinlik, daha önce gördüğümüz gibi, salt varoluşun, dilsiz varoluşun, kendinde bulunmayan hakikatini üretmektedir. Bu nedenle hakikat açısından sanat salt varoluşa, sanat yapıtı da doğaya göre bir ileri adım oluşturmakta. Ama bu ilerleme noktasının Kavram’a ulaşmak için kendi kendini silmesi, yok etmesi yani sanatın ölmesi gerekmiştir.

Hegel’le Platon arasındaki tüm ayrılıklara karşın ortak bir yön söz konusu: Platon sanatın hakikati —kötü kopya ettiği için— veremediğini söyleyerek onu değersiz hatta zararlı buluyor. Hegel için sanat hakikati bir ölçüde veriyor ama maddesel boyutundan ötürü onunla tam olarak bütünleşemiyor, Kavram olamıyor ya da kavram olduğu an sanat dışına düşüyor. Bu nedenle Hegel’in estetik anlayışı bütün çağcıl yönlerine karşın sonuçları açısından pek savunulabilir görünmemektedir. Kavram’ı (Concept), kavramsal hakikati amaçlamayan bir kültürel etkinlik türünün var olabileceğinin, var olduğunun kuşku götürmez olduğu çağımızda Hegel’in estetiği etki gücünü yitirmiyorsa bunu büyük ölçüde yukarıda açıklamaya çalıştığımız dil-sanat ilişkisine değgin çözümlemelerine borçlu olmalıdır.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments