Marksist Sistemin Temelleri
Söylenceleri icat etmek kolay ama bunlardan kurtulmak zordur. Boş bir balonu (her türden kanıtlarıyla düpedüz cehaleti), bolca sıcak havayla (yani, sırf hüsnükuruntuyla) tıkabasa doldurup havalandırmak yeter de artar bile; hele bu hüsnükuruntuda ayak direnirse bu uydurma uçuş için gerekli yakıt bol bol sağlanmış olur. İleride, Marx Üzerine Tartışmalar bölümünde, 1844 Elyazmaları ile ilgili belli başlı söylenceleri biraz uzunca tartışacağız. Yine de bu noktada, çeşitli yorumlarda pek de göze batmayacak ölçüde olmakla beraber, bir bütün olarak Marx’ın yapıtını eksiksiz değerlendirmek için büyük teorik önem taşıyan bir söylenceyi kısaca ele almak zorundayız.
Bilindiği gibi 1844 Elyazmaları, yabancılaşma kavramı üzerinde odaklaşan Marksçı sistemin temellerini sergiler. Yukarıda söz konusu edilen söylence, Lenin’in bu kavramdan habersiz olduğunu, kendi teorilerini geliştirirken bu kavramın hiçbir rol oynamadığını öne sürmektedir. (Pek çok dogmatik kafalı insanın gözünde, hiç kuşkusuz bu savın kendisi bile, yabancılaşma kavramının “idealist” damgasını yemesine yeter de artar bile.)
Eğer Lenin, Marx’ın kapitalist yabancılaşma ve sonuçlarının eleştirisini (yani, “emeğin yabancılaşması”nı ve onun kaçınılmaz sonuçları üzerine yaptığı analizleri) gerçekten gözden kaçırmış ise, Marx’ın teorisinin özünü –Marksist sistemin temel düşüncesini– gözden kaçırmış demektir.
Öne sürülecek hiçbir şeyin bu sözde savdan, gerçeğe daha uzak olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem. Aslında durum bunun tam tersi: Lenin’in, Marksist olarak gelişmesinde, yabancılaşma kavramını doğru anlamıyla kavraması yaşamsal bir rol oynar.
Lenin’in teorik yapıtlarının hepsinin –buna, Ekonomik Romantizm’in Eleştirisi ile, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi de dahil– 1895’te yazılan Kutsal Aile’ye Genel Bakış’tan sonra kaleme alındıkları kesin bir gerçektir. Bu Genel Bakış’ta, yorumlar biçiminde ifade edilen ana düşünceler, Lenin’in daha sonraki yazılarında yer alan fikir ve düşüncelerinin merkezi olmaya devam etmiştir. Ne yazık ki burada, Lenin’in düşüncelerindeki gelişmeyi ayrıntılarıyla izleme olanağı yoktur. Bu nedenle, sadece tartışılan konuyla doğrudan ilgili birkaç noktaya dikkatimizi yoğunlaştırmak zorundayız.
Kutsal Aileye Genel Bakış’ta Lenin’in bu eski yapıttan uzun bir pasaj aktardıktan sonra şöyle bir yorumda bulunması, konumuzla ilgili olması bakımından büyük önem taşır:
“Bu pasaj oldukça karakteristiktir; çünkü Marx’ın, kendi tüm ‘sisteminin’ dayandığı temel fikre, yani toplumsal üretim ilişkileri kavramına nasıl yaklaştığını göstermektedir.” Burada Lenin’in “sistem” sözcüğünü tırnak içine almasını önemli bulanlar da bulunabilir, önemsiz bulanlar da. (Anladığımıza göre Lenin’in bunu yapmasının nedeni, Marksist literatürde, Hegelci felsefe ile bağıntılı olarak, “sistem kurma düşüncesine” alışılagelen polemik göndermeyi anamsatmak içindir. Ayrıca Genel Bakış, Hegelci sisteme oldukça eleştirel bir biçimde yaklaştığı gibi, Kutsal Aile üyelerinin bundan yararlanma çabalarını da eleştirir.) Burada yaşamsal önem taşıyan olgu şudur: “Marx’ın tüm sisteminin ana fikri” –”toplumsal üretim ilişkileri kavramı”– kesinlikle Marx’ın yabancılaşma kavramıdır; yani –Lenin’in doğru olarak kabul ettiği gibi–, “emeğin kendi yabancılaşması”, “insanın kendi yabancılaşması”, “kişinin pratik ilişkileri içerisinde kendi nesnel özüne yabancılaşması”, vb., sistemin Marksçı eleştirel gizemden soyutlanma halidir. Bunu, Lenin’in yorumunun yöneltildiği pasajı gözden geçirirsek açıkça görebiliriz:
“Proudhon’un, sahip olmamayı ve eski sahip olma biçimini ortadan kaldırmak isteği, tamamiyle, onun, insanın nesnel özüne pratikte yabancılaşma ilişisini; insani kendi kendine yabancılaşmanın, ekonomi politik ifadesini ortadan kaldırmak arzusu ile aynı şeydir. Ne var ki, onun ekonomi politik eleştirisi hâlâ ekonomi polikitik öncüllerinin tutsağı olduğu için nesnel dünyanın yeniden ele geçirilmesi (temellükü –çev.) sahiplenmenin büründüğü ekonomi politik biçimi içerisinde tasarlanmış olarak kalır. Aslında Proudhon, Eleştirel Eleştiri’nin kendisini zorladığı gibi, sahip olmayı, sahip olmamaya değil, elde bulundurmayı (temellükü- ç.) eski sahip olma biçimine, özel mülkiyete karşı çıkarır. Elde bulundurmayı o, ‘bir toplumsal işlev’ olarak ilan eder. Bir işlevde ilginç olan şey, diğerini ‘dışlamaya’ yönelik değil, benim kendi güçlerimi, varlığımı oluşturan güçleri harekete geçirmek ve gerçekleştirmektir. Proudhon bu düşünceye uygun bir gelişme olanağı sağlayamamıştır. ‘Eşit elde bulundurma’ fikri, ekonomi politik bir kavramdır ve bu nedenle de, şu ilke için yabancılaşmış bir ifade biçimi olarak varlığını sürdürür: insan için varlık olarak nesnenin; insanın nesnel varlığı olarak nesnenin, aynı zamanda, insanın öteki insanlar için varoluşu, diğer insanlar ile insani ilişkisi, insanın insanla ilişkisindeki toplumsal tavır belirleyicidir. Oysa Proudhon, ekonomi politik yabancılaşmayı, ekonomi politik yabancılaşma çerçevesinde ortadan kaldırır.”
1844 Ekonomi Politik ve Felsefe Elyazmaları’nı yeterli derecede bilen herkes, bu düşüncelerin, Paris Elyazmaları’ndan geldiğini anlamakta güçlük çekmez. Aslında, yalnız bu pasajların değil, bunlara ek olarak pek çoğunun, Marx tarafından 1844 Elyazmaları’ndan, Kutsal Aile’ye aktarılmıştır. Marx, Engels ve Lenin’in toplu yapıtlarını yayınlamakla yükümlü Rus Komite* –1844 Elyazmaları’nı “idealist” bulan aynı komite– Lenin’in, Kutsal Aile’ye Genel Bakış’a koyduğu bir notta Marx’ın “kitabının başlangıçta tasarlanan boyutunu 1844 baharı ve yazı boyunca üzerinde çalıştığı ekonomi ve felsefe elyazmalarının bazı bölümlerini katarak epeyce büyüttüğünü” kabul etmektedir. Lenin, hiç kuşkusuz Marx’ın 1844 Elyazmaları’nı okuyamamıştır ama Genel Bakış’ta 1844 Ekonomi Politik Elyazmaları’nda öne sürülen ve yabancılaşma sorunsalı ile ilgili bulunan Proudhon üzerine yorumlarına ek olarak bir dizi önemli pasajı alıntılamıştır** Durum böyle olunca eğer Marx’ın 1844 Elyazmaları idealist ise –buradan Kutsal Aile’ye aktarılan– temel kavramları, Lenin’in “Marx’ın bütün sisteminin temel fikri” diye övmesi de idealist bir yaklaşım olur. Bu hikayenin en beter kısmı daha gelmedi. Çünkü Lenin bu yapıtı yalnız, “devrimci materyalist sosyalizmin temellerini” içerdiği için değil aynı zamanda “gerçek, insan bir kişinin adına” yazılmış olduğu için de övmeye devam etmektedir.*** Böylece Lenin yalnız “idealizme” “teslim” olmakla kalmıyor, onu, “devrimci materyalist sosyalizm” ile de karıştırıp daha da beteri, “humanizmi” de yerin dibine batırmış oluyor!
Söylemeye gerek yoktur ki, “gerçek, insan bir kişinin adına” yazılmış bu “humanizm” sadece, 1844 Elyazmaları’nın niteliğini oluşturan “emek görüş açısının” bir ifadesinden başka bir şey değildir. Burada –idealist felsefenin düşsel varlıklarına karşı, açık ve kesin polemikler halinde– “egemen sınıflar ile devlet tarafından ezilen ve horlanan işçinin” eleştiri süzgecinden geçirilerek benimsenmiş görüş açısı ifade edilmiştir; proletaryanın görüş açısı, “proletarya sınıfının, kendi yabancılaşmasını yok olması olarak hissetmesi ve bunda kendi güçsüzlüğü ile insanlıkdışı bir varlığın gerçekliğini görmesine” karşın, “mülk sahibi sınıfın” kendi yabancılaşmasında, kendini “mutlu ve gerçekleşmiş hissetmesi ve kendi gücünün yansımasını görmesidir”* Lenin ve Marx “gerçek insan bir kişi” derken işte bunu kast etmekte idiler. Gelin görün ki Marx’ı (ya da şimdiki durumda Lenin’i) “gerçekten okumak” yerine, Marksist klasiklerin içine, yüksek perdeden radikalizm görüntüsü altında, bürokratik tutuculuğun kısır dogmatizmini temsil eden kendi efsanelerini sokuşturmaya kalkışanlara, metinlere dayalı ne kadar kanıt getirseniz de çabanızın boşa gideceğini bilmeniz gerekir.
Lenin’in parlak bir biçimde kavradığı gibi, Marx’ın sisteminin merkez fikri, toplumsal üretim ilişkilerinin kapitalistçe maddeleştirilmesine; ÜCRETLİ EMEK, ÖZEL MÜLKİYET VE DEĞİŞİM’in maddeleştirilmiş aracılığı yoluyla emeğin yabancılaştırılmasına getirdiği eleştiridir.
Gerçekten de Marx’ın, toplumsal üretim ilişkilerinin tarihsel oluşumu, yabancılaşma konusundaki genel düşünce yapısı ile, yabancılaşma ve maddeleştirmenin zorunlu olarak yer aldığı, nesnel ontolojik koşulları üzerine yaptığı çözümlemeler, sözcüğün en yerinde anlamıyla tam bir sistem oluşturur. Bu sistem, Hegel de dahil, kendinden öncekilerin felsefi sistemlerinden, daha az değil, daha fazla canlıdır; bunun anlamı, kendisini oluşturan kısımlardan bir tekinin bile dışta bırakılması, tek bir yönünün değil, serimin tamamının bozulması demektir. Ayrıca Marksist sistem, Hegelci sistemden daha az değil, daha fazla karmaşıktır; çünkü, “düşünce– varlıkları” arasında, mantık bakımından uygun düşen “düşünceleri” ustalıkla icat etmek bir şeydir ama, çeşit çeşit toplumsal görüngülerin karmaşık iç bağlarını gerçekte saptamak; bunların kurumsallaşmalarını ve birbirine dönüşmesini yöneten yasaları (bu yasalar ki, bunların görece “sabitliğini” olduğu kadar “dinamik gelişmelerini” de belirler) bulmak; ve bütün bunları gerçekte, insan etkinliklerinin bütün düzeylerinde ve alanlarında sergilemek başka bir şeydir. Dolayısıyla, Marx’ı kendi sisteminin terimleri içinde okuyup anlamak yerine, günümüzde moda olan bazı önyargılı, laf ebeliğine dayalı sözde “bilimsel modellere” uygun olarak okumaya kalkışmak, Marksist sistemi devrimci anlamından soyutlar ve onu, sözde bilimsel kavramlardan oluşan ölü kelebek koleksiyonuna çevirir.
Marksist sistemin, Hegelci sistemden temelden farklı olduğunu söylemeye bilmem gerek var mıdır? Sadece, Marx tarafından belirlenen güncel olgular ile Hegelci “düşünce-varlıkları” arasındaki zıtlık bakımından değil ayrıca, Hegelci sistem, iç çelişkileri nedeniyle, Hegel’in bizzat kendisi tarafından kapalı hale getirilmiş ve taşlaştırılmıştır; oysa Marksist sistemin ucu açık bırakılmıştır. Bu açık ve kapalı sistemler arasındaki hayati önem taşıyan tartışmaya, bu bölümün son kesiminde tekrar döneceğiz. Ancak şimdi, Marksist sistemin çok yönlü karmaşıklığını daha berrak anlamak için, bu sistemin yapısını bir bütün olarak gözden geçirmemiz gerekecektir.
1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, Hegel ile iktisatçıların teorileri konusunda eleştirel yorumlardır. Yine de daha yakından bakıldığında bundan daha fazlası açıkça görülür. Zira, bu teorilerin eleştirisi, birbirine yakından ilişkili çeşitli büyük sorunlar üzerinde, Marx’ın kendi fikirlerini geliştirmek için bir araçtır.
Daha önce de değinildiği gibi, 1844 Elyazmaları’nda kavrayabildiğimiz sistem, kendi içinde gelişen bir sistemdir. Her şeyden önce bu, emeğin kendi yabancılaşmasının temel ontolojik boyutunun, bu yapıtın ta sonuna para kesimine kadar, evrenselliği içerisinde görülmemesi olgusunda kendini gösterir. Gerçekte bu kesim, aynı elyazmasında Marx’ın, Hegelci felsefeyi, eleştirel bir yaklaşımla incelemesinden sonra yazılmış; yayımlanmış halinde ise (Marx’ın isteğine uyularak) elyazmasının sonuna konmuştur. Ve bu, kronolojik ayrıntının hiç de göz ardı edilebilir bir noktası değildir. Gerçekten de, Marx’ın, bir bütün olarak Hegel felsefesi üzerine yaptığı kapsamlı değerlendirme –onun, “Hegel’in modern ekonomi politik üzerine olan görüş açısını” kavramasını sağlayan ekonomi politik çözümlemeleri ile birlikte– Marx’ın eline, “para sistemi”nin en sonunda ulaştığı ontolojik gizemi çözeceği anahtarı vermiş ve böylece Marx’a, materyalist diyalektik değer teorisinin kapsamlı bir serimini yapma olanağı sağlamıştır. (1844 Elyazmaları’nın bir bölümünü, kendi somutluğu içerisinde ve hem de, sınırlı oylumuna karşın ayrıntıları kapsaması bakımından, aynı sorunsalları irdelemeye çalışan şu yapıtla karşılaştırınız: Bir bütün olarak Hegel Diyalektiğinin ve Felsefesinin Eleştirisi’nden kısa süre önce yazılan –muhtemelen 1844 Mayıs ya da Haziranı– James Mill’in Ekonomi Politiğin Öğeleri Üzerine Marx’ın Yorumları. Paranın Gücü üzerine olan bu sayfaların büyük bir kısmının daha sonra Marx tarafından Kapital’e alınmış olması herhalde tesadüfi değildir.)
Emeğin kendi yabancılaşmasının bu genel ontolojik boyutu 1844 Elyazmaları’nın sonuna kadar kesinkes belirtilmemiş olsa bile, hiç kuşkusuz daha belirsiz bir genelleme düzeyinde olsa da, daha hemen başlangıçta, dolaylı olarak değinilmiştir. Başlangıçta, sistemin içersinde, ancak belirsiz bir sezgi olarak çekirdek halinde bulunsa ve dolayısıyla, Marx’ın çözümleme yöntemi pozitif olmaktan çok tepkin (reactive) ve kendini geliştiren bir yöntem olduğu için; serimini yaparken O, elini, o anda ele aldığı konuya eleştirel yaklaşımının doğurduğu sorunsal ile, yani, ekonomi politik üzerine yazı yazmanın sorunsalları ile yönlendirmeye bırakmaktadır.
Konuyu derinlemesine kavradıkça (bu kavrama, bireysel yönlerin: “meta olarak işçi”, “soyut emek”, “tek yanlı, robotlaşmış emek”, “insana yabancılaşmış doğa”, “birikmiş insan emeği= ölü emek” ve benzeri yönleri derece derece kavradıkça) önceden belirlenen çerçevenin çok dar geldiği anlaşılmakta ve Marx bu dar çerçeveyi haliyle bir yana itmektedir.
Yabancılaşmış Emek tartışmasından sonra Marx farklı bir plan izler: ele alınan her konunun merkez referansı şimdi, yabancılaşmanın her haliyle “parasal sistem” arasındaki “esas ilişki” olarak, “yabancılaşmış emek” kavramıdır. Bu program, ilk elyazmasının son kesiminde bulunmakla beraber, üçüncü elyazmasının ta sonuna kadar bütünüyle gerçekleşmemiştir.
Bu sonuncuda Marx ensonu “parasal sistem”deki gizemi ortadan kaldırmış: bütün yabancılaşmış ilişkilerin bu nihai aracısını; “insanın gereksinmesi ile nesne arasındaki, yaşamı ile yaşam araçları arasındaki bu pezevengi”; “bu gözle görünür kutsallığı”, “insanoğlunun yabancılaşmış yönünü”, “hayali gerçeğe, gerçeği ise düpedüz hayale dönüştüren yaygın dışsal yeteneği (bu öyle bir yetenektir ki, ne insan olarak insandan ne de toplum olarak toplumdan ortaya çıkmıştır.)”, “Varolan aktif değer kavramını… her şeyi karmakarışık, dünyayı ters yüz eden… Çelişkileri kucaklaştırıp olanaksızlıkları sözde kardeş hale getiren” gizemi, Marx yok etmiştir. Ve bütün bunlar, “temel varlığın (doğanın) doğru ontolojik olumlanmasının”, “İnsan tutkusunun ontolojik özünün” ve “hem zevk ve hem de etkinlik nesneleri olarak insana ait en temel nesnelerin varlıklarının” açıklığa kavuşturulması için yapılmıştır.
Böylece Marx’ın sistemi; kendi gelişmesi içersinde onun (Marx’ın), para sisteminin kapitalist üretim biçimi ile tepe noktasına ulaşmakla beraber, bu sistemin iç yapısının, sınırlı tarihsel içeriği içinde anlaşılmanın mümkün olmadığını, bunun ancak, insanın, emeği aracılığı ile gelişmesini göz önünde bulunduran geniş ontolojik çerçeve içersinde (yani, kendini gerçekleştirme sürecinin belirleyici aşamasında –ya da aşamalarında– zorunlu olarak kendine yabancılaşma ve maddeleşmesi içerisinde geçirdiği gerekli ara duraklar aracılığı ile emeğin ontolojik kendi gelişmesi aracılığı ile) anlaşılabileceğini açıkça kavraması üzerine bütünlük kazanmıştır.