Bir insan kendisi hakkında ne kadar geniş bilgiye sahip olursa olsun, varlığını oluşturan dürtülerin tümü hakkında pek birşey bilmez… En önemsizlerinin adlarını bilmenin dışında: Sayıları, güçleri, gelişleri, birbirleriyle ilişkileri ve zıtlıkları, ve hepsinden önemlisi beslenme kuralları onun için bilinmeyen şeyler olarak kalır… Yani bu beslenme tesadüf eseri olur: Günlük yaşadığımız olaylr bazen bu, bazen o dürtüyü yemler… Dürtü yemi hırsla yakalar… Ancak bu olayların geliş ve gidişlerinin tümü, dürtüler toplamının beslenme gereksinimleri ile mantıklı bir bağ içinde değildir… Öyle ki, iki farklı şey ortaya çıkar… Biri açlıktan ölüp körelirken, diğeri aşırı beslenir… Yaşamımızın her anı, o anın içinde barındırdığı ya da barındırmadığı besine göre varlığımızın birkaç ahtapot kolunu büyütür, diğer bazılarını yok eder… Söylediğimiz gibi deneylerimiz bu anlamda gıda maddesidir… Ama bu gıda kimin aç, kimin aşırı beslenmiş olduğuna bakılmaksızın biinçsizce dağıtılmıştır… Ve organların gelişigüzel beslenmesi sonucu, gelişimini tamamlamış ahtapot da, kendi oluşumu gibi biraz rastlantısal olacaktır…
Daha açık söylemek gerekirse: Bir dürtünün tatmin edilmeyi beklediği bir noktada olduğunu varsayalım… Ya da gücünün denendiği, ya da bu gücün boşaltıldığı ya da bir boşluğun doldurulduğunu… Bunların hepsinin sembolik bir anlamı vardır: O günün olaylarını kendi amacı için nasıl kullanabileceğine bakar… İnsan ister yürüyor, ister dinleniyor olsun, ister kızıyor, ister okuyor, konuşuyor, mücadele veriyor ya da sevinç çığlıkları atıyor olsun, susamış olan dürtü insanın yaşadığı her durumu aynı şekilde inceler ve ortalama olarak kendisine uygun hiçbir şey bulamaz… Beklemek ve susamaya devam etmek zorunda kalır… Bir zaman sonra güçsüz düşecektir… Tatminsizliğin birkaç gün ya da ay sürmesi durumunda, yağmursuz kalan bir bitki gibi kuruyacaktır…
Eğer tüm dürtüler, hayal edilen yiyeceklerle tatmin olmayan açlık gibi ciddi davransalardı, belki de gelişigüzelliğin bu acımasızlığı daha bir göze batardı… Ama bu dürtülerin bir çoğu, özellikle de sözde ahlaksal olanlar özellikle şunu yaparlar… Eğer tatmin etmeme izin verirseniz, düşlerimiz \’gıdanın\’ gelişigüzel yokluğunu, gün içerisinde bir dereceye kadar dengeleyecek değere ve anlama sahiptirler… Neden dünkü düş şefkat ve gözyaşlarıyla dolu, önceki günkü neşeli ve çoşkulu, daha da önceki macera dolu ve kasvetli bir arayış içindeydi?… Neden bir düşte müziğin tarifsiz güzelliklerinin tadını çıkarıyor, bir başkasında bir kartalın eşsiz keyfi ile uzak dağların zirvelerine uçup süzülüyorum?… Şefkat, neşe, macera dürtülerimizin ya da müzik ve dağ özlemimize oyun alanı ve boşaltım sağlayan bu hayallerimiz \’ve herkesin yaşadığı çarpıcı örnekler vardır\’, gerginliklerimizin uyku sırasındaki yorumlarıdır, kan dolaşımının, iç organların hareketinin, kolun ya da yorganın ağırlığının, klise çanlarının seslerinin, rüzgar güllerinin, gece kelebeklerinin ve diğer benzer şeylerin yarattığı çok özgür, çok keyfi yorumlardır…
Genelde bir gece için ne ise diğeri için de neredeyse aynı kalan bu konu o kadar farklı yorumlanır ki, icat yetisine sahip akıl aynı uyaranlar için, dün ve bugün farklı nedenler hayal eder… Bunun nedeni, bu aklın suflörünün dünkünden farklı olmasıdır… Başka bir dürtü tatmin olmak, etkn olmak, egzersiz yapmak, canlanmak ve boşaltmak istemiştir… Şu anda o taşma noktasına gelmiştir, dün ise o durumda olan bir başkasıdır… Gerçek yaşamda düşlenen yaşamdaki yorum özgürlüğü yoktur, o kadar hayalci ve sınırsız değildir… Ama dürtülerimiz uyanıkken bile gerginlikleri yorumlamaktan ve onların gereksinimleri doğrultusunda \’ nedenlerini\’ ortaya koymaktan başka birşey yapmadıklarını; uyanık olmakla düş görmek arasında önemli bir farkın olmadığını, çok değişik kültür düzeylerinin kıyaslanmasında bile uyanıkken yapılan yorum özgürlüğünün birinde özgürlük, diğerinde ise düş konusunda hiçbir ödün vermediğini; ahlaksal değerlerimizin ve değer yargılarımızın bizce bilinmeyen fizyolojik bir olayın sadece sembolleri ve hayalleri, bazı gerginliklerin ifade edilmesinde kullanılan bir çeşit alışılmış dil olduğunu; bizim sözde bilincimizin, bilinmeyen belki de bilinemeyen ama hissedilen bir konunun az ya da çok fantastik yorumu olduğunu da anlatmalı mıyım?…
Küçük bir olayı ele alalım… Birgün pazardan geçerken, birisinin bize güldüğünü fark ettiğimizi varsayalım… O anda içimizdeki herhangi bir dürtünün zirvede olması durumuna göre, bu olay bizim için herhangi bir anlama gelecek, ve ne tür bir insan olduğumuza bağlı olarak çok farklı bir olay olarak yorumlanacaktır… Birisi bunu bir yağmur damlası gibi kabul edecek, diğeri bir böcek gibi üzerinden silkeleyecek, biri bunun ticaretini yapmaya çalışacak, bir başkası gülünecek bir şey var mı diye üzerindeki elbiseyi kontrol edecek, bunun sonucu olarak bir diğeri gülünç olan üzerine düşünecek, birinin ise dünyanın neşesine ve mutluluğuna katkıda bulunmuş olmak hoşuna gidecektir… Bu ister kızma, ister mücadele, ister düşünme, isterse de hoşgörü dürtüsü olsun, her durumda dürtü bunlarla tatmin sağlayacaktır… Bu dürtü olaya kendi avıymış gibi sahip çıkacaktır… Peki niye özellikle o?… Çünkü o aç ve susuz pusuda beklemiştir…
Geçenlerde öğleden önce saat on birde bir adam gözümün önünde sanki yıldırım çarpmış gibi yere yığıldı… Çevredeki tüm kadınlar çığlık attılar… Bizzat ben onu ayağa kaldırıp, tekrar konuşana kadar başında bekledim… Bu olay sırasında yüzümdeki hiç bir kas hareket etmedi… Ne korku, ne merhamet, hiçbir şey hissetmedim… Aksine en akıllıca olanı ve yapılması gerekeni yaptım ve soğukkanlılıkla oradan uzaklaştım… Bana birgün önce, sabah on birde birisinin yanımda bu şekilde yere düşeceğinin bildirildiğini varsayalım… Bunun öncesinde her türlü eziyeti çeker, gece uyuyamaz ve belki de o önemli anda adama yardım edecek yerde, onun gibi ben de yere yığılırdım… Çünkü bu arada olası tüm dürtülerin, bu olayı düşünüp yorumlamak için zamanı olurdu…
Peki yaşadığımız olaylar nedir?…
Onların içerdiği anlamdan çok, bizim onlara yüklediğimiz anlamdır!…
Belki şöyle de denebilir mi?…
Aslında hiçbir anlamı yoktur… Yaşamak hayal etmek midir?…