Klasik polisiyenin başlangıcı olarak XIX. yüzyılın ortaları gösterilir. Oysa, suçu ve cinayeti anlatan metinlerin tarihi çok daha gerilere, tarihin başladığı günlere uzanır. Suç, insanoğlunun bir varoluş biçimidir. Gerçekten de cinayeti ya da sonuçlarını anlatan ilk metinler, günümüzden binlerce yıl önce yazılmıştı. Hitit saray cinayetlerinin sonuçlannı konu alan Telipinu Fermanı ya da Sophokles’in ünlü yapıtı Kral Oidipus gibi. Bu metinlerin içinde Eski Ahit’te Kabil ile Habil bölümünde anlatılan cinayet öyküsü en çarpıcı olanıdır. Bu hikâye sadece çarpıcı bir mesele olmaktan çıkmış, suçu ya da cinayeti anlatan yazara kolay kolay değişmeyecek/değiştirilemeyecek bir model olmuştur. Söz konusu öykü Eski Ahit’te şöyle anlatılmaktadır:
Bir gün Kabil toprağın ürünlerinden Rab’be sunu getirdi. Habil de sürüsünden ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. Rab, Habil’i ve sunusunu kabul etti. Kabil’in sunusunu ise reddetti. Kabil çok öfkelendi suratını astı. Rab, Kabil’e “Niçin öfkelendin?” diye sordu. “Niçin suratını astın? Doğru olanı yapsan seni kabul etmez miydim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.” Kabil, kardeşi Habil’e “Haydi, tarlaya gidelim” dedi. Tarlada birlikteyken, kardeşine saldırdı, onu öldürdü. Rab, Kabil’e, “Kardeşin Habil nerede?” diye sordu. Kabil, “Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?” diye karşılık verdi. Rab, “Ne yaptın?” dedi. “Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor. Aıtık döktüğün kardeş kanını içmek için ağzım açan toprağın laneti altındasın. İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın.” Öldürmeyeceksin! Yukarıdaki kadim metin suçla insan arasındaki ilişkiye dair Önemli sorunsalları içermektedir. Tanrısal yasayı çiğneyen Kabil, kıskançlık gibi yedi ölümcül günahın en üst sıralarında yer alan bir duyguya kapılmış, bu duygu ona, On Kutsal Emir’den en önemlisini “Öldürmeyeceksin!” yasasını çiğnetmiştir. Üstelik en yakınını, kendi kanından olanı, öz kardeşi Habil’i öldürerek.
Anlaşılabileceği üzere buradaki kardeş aynı zamanda herhangi bir insanı da temsil etmektedir. Çünkü Kabil ile Habil, Adem ile Havva’nın çocuklarıdır. Yani, kutsal metine göre ilk insanlardır. Onlar herkesin atasıdır. Herkes onlardan doğacaktır. Eski Ahit’teki bu izlek, yani kendi kanından olanı öldürmek, Sophokles’in Kral Oidipus”unda, Shakespeare’in Hamlet’inde, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler ‘inde de kullanılacaktır. Ama Eski Ahit’teki bu cinayet metnini kadim bir model haline getiren özellik sadece kendi kanından birinin öldürülmesi değildir. Bu metinde yazılanlar, kuşkusuz tanrıyazar tarafından kurgulanmıştır. Yazılanların gerçekten yaşanmış olduğunu düşündüğümüzde de aynı olasılık karşımıza çıkacaktır; yazgıyı belirleyen Tanrı olduğuna göre, Habil’e Kabil’i öldürten de Tanrı* dır. Gerçek yaşamı da, metni de kurgulayan aynı yaratıcı, aynı güçtür. Bunu neden yapmaktadır? İnsanlarla oynamayı sevdiğinden mi? Onlara acı çektirmek hoşuna gittiğinden mi? Yoksa onlara nasıl yaşamalan gerektiğini öğretmek istediğinden mi? Genellikle kabul gören sonuncu seçenektir. Tanrı, iyilik ve kötülük, zekâ ve aptallık, yaratıcılık ve yıkıcılıkla var olmuş insana yapmaması gerekenleri bu acı örnekle göstermek istemiştir. Ama bunu yaparken neler hissetmiştir, bunu kestirmek zor. Ancak suçu anlatan yazarların anlattığı cinayetlerde neler hissettiklerini biliyoruz. Agatha Christie’nin çok eğlendiğim söyleyebiliriz. Shakespeare ve Dostoyevski’nin ise o kadar eğlendiğini sanmıyorum. Öyle olsaydı Hamlet de, Raskolnikov da bu denli derin, bu denli karmaşık, bu denli trajik karakterler olmazlardı. Ama iyi yazarların tümü için söyleyebileceğimiz tek gerçek, cinayet metinlerini kaleme alırken hepsinin de hem katil, hem kurban olduğudur. Öldürme anı ve ölme anını hissetmeden iyi cinayet metni yazılamayacağı gibi, bu insan yazgısını değiştirebilecek güçteki eylemin, katilin/kurbanın üzerindeki etkisini anlamak da olanaksızdır. Kabil suçlu olarak yaşayacaktı… Yeniden Eski Ahit’teki metne dönecek olursak, kurbanın, yani Habil’in rolünün oldukça az olduğunu görürüz. Genç yaşta ölür ve yaşamdan da, metinden de çekilir. Belki Tanrı onu cennetine alarak ödüllendirmiştir, bunu bilemeyiz. Bildiğimiz Habil’in misyonunu tamamlayan bir karakter olarak artık Eski Ahit’teki metinde yer almayacağıdır. Oysa katil, yani Kabil metinde bir suçlu olarak yaşamayı sürdürecek, korkacak, sürgüne gönderilecek, vicdan azabı duyacak ve bağışlanmak için uğraşacaktır. Ve insanlar kötü bir örnek olarak birbirlerine onu göstereceklerdir. Aynı yazgı Oidipus, Macbeth, Raskolnikov için de geçerli olacaktır.
Tarihin farklı dönemlerinde, farklı ülkelerde, farklı dillerde kaleme alınan üç ayn yapıtın üç ayrı kahramanı da Kabil’le aynı çileyi çekecektir. Tıpkı, kutsal projeyi gerçekleştirmek için İsa Peygamber’! ihbar etmek görevini üstlenerek hain ve kötü damgasını taşımak zorunda kalan Yahuda gibi. iyilikle kıyaslandığında, kötülük her zaman daha çekicidir. Belki daha karmaşık olduğundan, belki insanların saklamaya çalıştığı bir özellik olduğundan. Öyle ya, kimse çıkıp da ben kötüyüm demez; Marquis de Sade gibi birkaç “çatlak” yazardan başka. Ama suçu ya da kötülüğü yazanlar da ikiye ayrılır, ilk gruptakiler konunun çekiciliğinden dolayı bu izleğe yönelmişlerdir. Bu yazının konusu onlarla ilgili değildir, ikinci gruptakiler ise, kötülük ya da suç, insanı ve toplumu anlatmada bir turnusol kâğıdı olduğu için bu seçimi yapanlardır ki, bu yazının konusu bu türden yaratıcılardır. Kuşkusuz kötülükle, suçla ilgilenenler yalnızca yazarlar değildir. Hukukçular, suç uzmanları, psikologlar, sosyologlar, polisler de suçla ilgilidirler. Üstelik onlar, suça ve suçluya yazarlardan daha yakındırlar; kimi zaman dokunacak kadar yakın. Ancak suça yazarların (sanatçıların) bakış açısıyla bilim adamlarının bakış açısı arasında yöntemsel bir fark vardır. Bilim yaşamı parçalayarak inceler. Yaşamın maddi gerçekliğini kavrayabilmek için böyle bir yönteme gereksinimi vardır. Edebiyat ise yaşamı bütünsel olarak değerlendirir. Issız bir adada tek başına kalmış bir karakteri anlatırken bile, onu yaşadığı çağdan, yaşamış olduğu toplumdan, çevresinden ayn ele almaz. Dolayısıyla romanlardaki, öykülerdeki suç ya da kötülük bir anlamda bize yaşamı yeniden sunar. Öyle olduğu için de yazar suçu anlatırken felsefeden krimınalistik bilimine, sosyolojiden tarihe kadar bütün bilimsel disiplinleri kullanmak zorunda kalır. Daha önemlisi edebiyatın temel malzemesi olan dili kullanarak yepyeni bir dünya yaratır. Ki bu yazınsal dünya çoğu zaman gerçek yaşamla boy ölçüşecek denli sahici bir biçimde yaratılmıştır. Bu yazınsal dünyanın tanrısı ise kuşku yok ki yazarın kendisinden başkası olmayacaktır. Bu noktada Eski Ahit’teki cinayet metnine dönmenin tam da sırası. Suçu yazan bütün iyi yazarlar gibi, Eski Ahit’in yazıcısı da yarattığı kahramanı (Kabil) sevmektedir. Bütün eksikliklerine, kusurlarına, içindeki kötülüklerine rağmen ondan sevgisini esirgemeyecektir. Nitekim, Kabil ile Habil hikâyesinin sonunu şöyle tamamlayacaktır. Kabil, “Cezam kaldıramayacağım kadar ağır” diye karşılık verdi. “Bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacak, yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım. Kim bulsa beni öldürecek.” Bunun üzerine Rab, “Seni, kim öldürürse, ondan yedi kez öç alınacak” dedi. Kimse bulup öldürmesin diye Kabil’in üzerine bir nişan koydu. Kabil, Rab’bin huzurundan ayrıldı. Aden bahçesinin doğusunda, Nod topraklarına yerleşti. Kötülükle yüzleşmek Kabil sürgün edildiği topraklarda yaşayacak, çocukları olacak, nesli sürecektir. Bu arada Rab, Âdem ile Havva’ya ölen Habü’in yerine yeni bir erkek çocuk bağışlayacak, çocuğun adı ise Şit, yani “bağışlamak” olacaktır.
Eski Ahit’teki metin bu yönüyle de yazarların, yarattıkları kahramanları olduğu gibi benimsemeleri, onlan çok yönlü karakter özellikleri içinde sevmeleri anlamında da bir model oluşturmaktadır. Bir anlamda yazarlara, onu kendinizden ayn düşünmeyin, çünkü onu siz yarattınız, ondaki iyilik de kötülük de, zekâ da, aptallık da sizdendir. Onlan yazarken, kendinizi yazarmışçasına dürüst olun, cesur olun, hoşgörülü olun demektedir. Eski Ahit’teki metnin yazarı kendi metinlerinde bunu başarabilmiş midir? Bilmek imkânsız. Aslında farklı dinler, farklı inanışlar bu soruya farklı yanıtlar vermişlerdir. O nedenle en iyisi bunun yanıtını okurlara bırakmak. Ama ölümlü yazarlara baktığımda, rahatlıkla şunu söyleyebilirim, kendi ruhlarındaki karanlığa gözlerini kırpmadan bakabilenler, içlerindeki kötülükle yüzleşebilenler, akıllarının kuytusunda gizlenen katili anlatmaktan çekinmeyenler, genellikle iyi yazarlardır. Çünkü onlar, tıpkı Eski Ahit’in yazarı gibi, karakterlerini kendi suretlerinden yaratmışlardır. Çünkü onlar, yarattıkları karakterlerin dudaklarına kendi nefeslerini üflemişlerdir. Aynı Kitabı Yazıyoruz Aslında Kadim kitaplarla ilk tanışıklığım babam sayesinde olmuştu. Nur içinde yatsın babam, dindar bir adamdı. İnançlı ama fanatik olmayan bir Müslüman. Babam, oğlunu da kendisi gibi bir Müslüman olarak yetiştirmek için ramazan aylarında beni camiye götürürdü. Camideki ibadetin en sevdiğim bölümü vaaz bölümüydü; özellikle de hikâye anlatılan kısımlar. Âdem’le Havva’nın cennetten kovulması, Nuh Peygamber’in gemisi, Musa Peygamber’in Kızıldeniz’i asasıyla yarması, Muhammed Peygamber’in hicret sırasında bir mağaraya sığınması, mağaranın ağzının anında bir örümcek ağıyla örülmesi, daha yüzlerce birbirinden ilginç ve öğretici hikâye. Hayat konusundaki ilk derslerim bunlar olmuştu. Ama tuhaf olan, bu hikâyelerin tam olarak hangi kitaplarda yer aldığını bile bilmememdi. Tevrat, Zebur, İncil, Kuran acaba hangisinde? Bilmezdim, ama bu hikâyelere bayılırdım. Sonra ilkokula başladım, sonra ortaokul ve muhteşem devrimcilik günleri. Gelsin politik, felsefi, tarihsel metinler. Hem de ne metinler…
Platon’un Devlet’inden, Marx’in Kapital’ine, Makyavel’in Prens’inden, Thomas Moore’un Ütopya’sına, çoğunlukla bir şey anlamadığım ama okumakla övündüğüm kitaplar. Ve yeniyetme bir çalımla takındığım, fiyakalı tanrıtanımazcılık. Camilerdeki vaazlarda öğrendiğim hikâyeleri saçma bulduğum, hatta yeni bilgilerimle eleştirip çöpe attığım bir okuma dönemi; olağanüstü dönemin, olağanüstü okuma programı. Sınırlanmış, belirlenmiş, yönlendirilmiş, sekter bir okuma dönemi. Bu dönemde sekter olmayan tek okuma alanım edebiyattı. Tabii her inanmış devrimci gibi ben de “Kızıl Seri” diye adlandırdığımız Sovyet, Bulgar, Arnavut, Romen yazarlar tarafından kaleme alınan partizan romanlarını sular seller gibi yutuyordum, ama bu arada Balzac’tan Stendhal’a, Diekens’tan Tolstoy’a edebiyat klasiklerinden de vazgeçmiyordum. Kadim kitaplarla yeniden tanışmam için aradan otuz küsur yılın geçmesi gerekti. Hititlerle ilgili bir roman yazarken, konuyla bağlantılı bir şeyler bulmak umuduyla Eski Ahit’i okumaya başladım. Karşılaştığım metin olağanüstüydü. Şiirsel bir dil, birbirinden renkli destanlar, masallar, anlatılar. Çocukluğumda dinlediğim bütün hikâyeler birdenbire karşıma çıkıvermişti. İnsana dair ne varsa, bütün konular hikâye edilmişti. Binlerce yıllık sözlü ve yazılı kültürün dökümü; tabu dinsel inancın çerçevesi ve sınırlayıcılığı içinde.
Ancak okuduğum metin, sadece bir din kitabı değildi, aynı zamanda edebi bir nitelik taşıyordu. Anlatımda soyutimgesel bir yöntem kullanılmıştı. Yeni Ahit’te de, Kuran’da da yöntem aynıydı. Bu niteliklerinden dolayı, kutsal metinleri, dinsel işlevlerinin yanı sıra, güçlü birer edebi metin olarak da okumak mümkündü. Kuşkusuz sadece edebiyat değil, daha geniş bağlamda kültürel bir okuma. Kutsal metinlerde, insanlığın kurtuluşu için önerilen Tanndin bağlantılı çözümler bir yana, insan varlığına dair çok önemli saptamalar, bireysel ve toplumsal psikolojiye dair derin belirlenimler, tarihin mantığına dair önemli ipuçları vardı. Bir yazar için sonsuz olanaklar sunan bir malzeme.
İnsanlığın Simgesi
Kadim Kitaplar Kutsal kitaplar, aynı zamanda birer imge olmaları nedeniyle çok katmanlı metinlerdir. Bu nedenle de hem açıklamaya, hem de çok yönlü okumaya uygundur. Çok yönlü okumalar, okura çok yönlü perspektifler sunar. Bu perspektiflerden benim ilgimi çekenler geçmişe dönük olanlar. Ne yazık ki insanlığın yazılı tarihi beş bin, bilemedin yedi bin yıllık bir dönemle sınırlı. Kutsal kitaplar işte o yazılmamış dönemin de izlerini, kodlarım, ipuçlarını satır aralarında gizler. Kutsal metinlerin altyapısını oluşturan birçok hikâye, şiir, masal, insanoğlunun varoluşundan bu yana üretilen sözlü anlatılarda dile getirilen efsaneler, mitler ve destanlardır. Bu özellikleri nedeniyle kutsal kitaplar, onların bir devamı niteliği de taşımaktadır. Ancak, tarihin değişim ve gelişiminde olduğu gibi, dinsel düşüncenin değişimi ve gelişimi de oldukça karmaşık bir seyir izler. Yeni bir inanç sistemi kabul gördüğünde bile, eski inancın pek çok ritüeli, inanış, gelenek ve görenekleri yeninin içinde yaşamaya devam eder. Örneğin, Hititlerin ünlü Kaneş Kraliçesi destanında, Kaneş kraliçesinin bir defada otuz erkek çocuk doğurmasından, sonra da tanrıların gazabından korkup, oğullarını bir sandığa koyup ırmağa bırakmasından söz edilir. Benzeri bir olay Tevrat’ta da anlatılır. Musa Peygamber bebekken, firavunun zulmünden korkan anne babası onu bir sepete koyup ırmağa bırakmışlardır. Başka bir örnek Ayasofya’daki İsa mozaiğidir. Hıristiyanlıktan önce Anadolu’daki çoktanrılı din kültüründe Apollon ışığın tanrısıydı, yani dünyayı onun aydınlattığı söylenirdi. Bugün Ayasofya’nm kapısının üzerindeki İsa mozaiğine bakarsanız, İsa’nın sol elinde bir İncil tuttuğunu görürsünüz. İncil’in üzerinde “Ben dünyanın ışığıyım” yazmaktadır. Her kültür bir önceki kültürün bağnnda doğuyor, onu reddederken aynı zamanda içselleştiriyor. Yani kadim metinler, daha önce söylenmiş, kil tabletlere, papirüslere yazılmış, kayalara kazılmış bütün o sözcüklerin arıtılmasıyla, damıtılması, elenmesiyle oluşmuş metinlerden başka bir şey değildi. Peki, kutsal kitaplardan önce söylenen söz, yazılan kelam neydi? Kazı alanına dalan yeniyetme bir arkeologun hevesiyle bunu araştırmaya başladım. Kolayca ulaştığım ilk metin, Gılgamış Destanı’ydı.
Daha ilk sayfalarda ayırdına vardım ki, Kral Gılgamış, aslında başka bir kahramanın esinleyicisiydi. Yunan mitolojisindeki en önemli karakterlerden Zeus’un oğlu, yarı tanrı Herakles’in. Evet, Herakles’in serüvenlerini kazıdığınızda karşınıza çıkan karakter, Kral Gılgamış’tan başkası değildir. Ya İbrahim Peygamber, onun Tevrat’ta anlatılan birbirinden ilginç serüvenleri, Don Kişot’u yaratan Cervantes’i esinleyen metinlerden biri olamaz mı? Aynı İzleğin Peşinde Sümer efsaneleri, Hitit sarkılan, ağıtları, Yunan destanları, Mısır şiirleri… Kadim olan ne kadar metin varsa beni aldı, insanlığın çocukluk evresine götürdü; aynı zamanda hâlâ çok da büyümediğimiz gerçeğine. Evet, ilk yazılı metin Gılgamış Destanı’ndaki izlek insanoğlu için hâlâ değişmemişti. Hâlâ ölümsüzlüğü arıyorduk. Gılgamış yaşadığı dönem için gerçekleştirilmesi imkânsızmış gibi görünen bir deniz yolculuğuna çıkıyordu, başka dünyaları keşfetmek için. Aynı keşif duygusu bugün de sürüyor, belki Gılgamış gibi sedir ağacından yapılan bir salla değil ama gelişmiş mekiklerle uzaya açılıyoruz. Yeni dünyalar keşfetmek, sınırlarımızı aşmak, yetersizliklerimizden kurtulmak için. Bir başka Sümer metnini, büyük ozan Ludingirra’nın annesi için yazdığı şiiri okuduğumda, aynı duygulan kendi annem için hissettiğimi anlıyorum. Gurparanzah Efsanesi, Kumarbi Destanı, Keşşi, Kötü ve İyi Destanlan’ru, Gökten Düşen Ay Efsanesi’ni, Telipinu Efsanesi’nden, llyada’dan, Odisseia’dm parçalar okuduğumda, eski Mısır şiirlerine göz attığımda, insanoğlunun pek fazla değişmediğini anlıyorum. Hâlâ aynı içgüdüler, hâlâ aynı toplumsal kurallar belirliyor yaşamımızı; var olma sevinci, yok olma kaygısı, yalnız kalma endişesi, kendimizi gösterme hevesi, öfkenin lezzeti, bilmenin onuru, öldürmenin yıkıcılığı, fedakârlığın kıvancı… Bir türlü söz geçiremediğimiz isteklerimiz, doymak bilmeyen açlığımız, sınırlanamayan bencilliğimiz, akıldan yoksun acımasızlığımız. Hep aynı konu, hep aynı izlek, hep aynı hikâye. Belki de bu yüzden kadim metinler beni böylesine etkiliyor, bu kadar eski, ama aynı zamanda bu kadar güncel oldukları için. Belki de bu yüzden kadim metinleri okurken, kendi yazdıklarımı, çağdaş yazarların metinlerini okur gibi oluyorum. Artık çoğunun adım sanım bile bilmediğimiz o kadim metinlerin yaratıcılarının yerine koyuyorum kendimi. Ve anlıyorum ki bütün yazarlar, hepimiz, insanlık yeryüzünde varolalı beri, aslında hep aynı hikâyeyi anlatıyoruz, hep aynı kitabı yazıyoruz. Gügamış’ın ardına düştüğü hiçbir zaman gerçekleşmeyecek o amaç için, ölümsüzlük için.