Bir süredir karlı Berlin gecesinde –gecelerinde– neredeyse unutmaya başladığım Türkçe sözcüklerle boğuşurken, lambanın ışığında beyaz kâğıdın boşluğuna, uçumuna doğru çekilmeden –düşmeden– önce Kafka’yı düşünüyorum. Onun yalnızlığını, kendini tümüyle edebiyata adamak, adayabilmek için katlandığı acıları, dünyadan, aşklardan, yeryüzü nimetlerinin tümünden uzak durma kararlılığını. Eğer yazmak her sözcükle biraz daha derine inmekse, sonu belirsiz bir kazıya başlayıp kendini hırpalamaksa, “Yazılmamış Kitaplar Mezarlığı”nda söylediğim gibi derin ve karanlık bir kuyudan çekip çıkarmaksa sözcükleri, cümlelerle gelen o benzersiz ve büyük yalnızlığı kimseyle, hiç kimseyle paylaşmamaksa yazmak, Kafka’nın deyimiyle “salt edebiyattan ibaret” bir gölgeye, bir varoluş biçimine dönüşmekse, bu içe kapanışın elbette bir bedeli olmalı. Benim, yalnızlığımı daha da çoğaltan, derinleştiren, ikide bir “şeytanın iğvası”na uymama, onun peşine takılmama yol açan bu karlı Berlin gecelerinde ödediğim bedel, Kafka’nınkinin yanında hiç kalır. Yine de, karım ve kızımdan uzakta, bir bakıma bekârlık günlerime dönüş –ama geçici bir dönüş– olarak yaşadığım zamanları “kârhaneme” kaydediyorum.Kaydederken de, ister istemez Kafka düşüyor aklıma. Onun yazma konusundaki titizliğini, ödünsüz tavrını anımsıyor, yazarlara neden bekârlığı öğütlediğini daha iyi anlıyorum. Ben de, çok şükür bekârım burada, bekâr sayılırım. Gece ne yatağımı paylaşan biri var, ne sabah uyandığımda yanımda bir kadın buluyorum. Ne arayıp soran var, ne işime karışan. Ne de, kafamı karıştıran. Çünkü bazen, genellikle de bir aşkın başlangıcında, kafa karışır, karışacaktır. O zaman, sevilen, istenen, ama birlikteyken katlanamadığınız kadın, giderek bir saplantıya dönüştükçe, yazının dünyasından uzaklaştırır sizi, teslim alır. Gecenin, edebiyatın, size özgü bir dünya yaratma özgürlüğünün değil, bir tutkunun kölesi yapar.
Yıllar önce Türk Dili’nin mektup özel sayısı için Kafka’nın Felice’ye yazdığı mektuplardan bir seçme önermiştim. Bu metinler annemin çevirisiyle yayımlanmıştı. Orada Kafka’nın, nişanlısı Felice’e, yanına kalem kâğıt alıp bir lâmbayla birlikte ıssız ve karanlık bir mahzene yerleşme hayalinden söz ettiğini anımsıyorum. “İnsan yazarken,” diyordu uzaktaki sevgilisine, “hiçbir zaman yeterince yalnız olamaz. Çevreniz hiçbir zaman yeterince sessiz değildir; gece tümüyle gece olmamıştır henüz”. Praglı yazarın telâş ve saplantı içinde, ardarda Berlin’e gönderdiği buna benzer hayaller yumağı, o umutsuzluk çığlıkları, yorgunluk ve uykusuzluğunu dile getiren yakınmaları, Blanchot’nun deyimiyle “yapıtın içine meyvedeki çekirdek gibi” yerleşmesi, evlenmeyi düşlediği kadının şefkatiyle değil sözcüklerin yardımıyla yunup arınması, bir türlü uyum sağlayamadığı dış dünyadan, günlük yaşamın tekdüzeliğinden, varoluşun sıkıntısından kurtulabilmek için edebiyata sığınması derinden etkilemişti beni. Bu etkinin çok uzun sürdüğünü söyleyemem. Kafka’nın tersine hedonist bir yaşam tarzını benimsediğim için olmalı, yazarken ne kadınlardan vaz geçebildim, ne de yeme içmeden. Yine de, ender ama yoğun yazma dönemlerimde, hayatımdaki kadını yanımdan uzaklaştırabilmek için her türlü çareye –kurnazlığa– başvurduğumu itiraf etmeliyim.
Böyle giderse, geçmiş günlerin anılarıyla yaşamaya devam edersem, bir çeşit “İtiraflar Kitabı”na dönüşecek Berlin günlüğüm. Sözü Kafka ile Felice’nin ilişkisine, yani kısacık ömrünü Prag’da tüketmiş, yapıtlarında –Bir Savaşın Tasviri hariç– doğrudan yer almamakla birlikte hemen hemen yazdığı her satıra sinmiş bir kentin alternatifini oluşturan başka bir kente, Prag’dan sekiz yüz kilometre uzaktaki Berlin’e getirmek istiyorum. Çünkü Prag’dan sonra Berlin’in de, yine doğrudan olmamakla birlikte, Kafka’nın yapıtını etkilediğini, en azından yaşamındaki en önemli ilişkinin odağında yer aldığını düşünüyorum. Berlin çok az görüştükleri –görüşebildikleri– bir “randevu mekânı” onlar için, ama çok sık, özellikle tanıştıktan hemen sonra neredeyse her gün yazıştıklarını göz önünde tutarsak, (ilk üç ayda yüz, onu izleyen sekiz ayda iki yüz mektup gönderiliyor Berlin’e) Kafka’nın gözünde sevdiği kadının yüzüyle örtüşen bir yer aynı zamanda; çığ gibi gelen, Felice’in sakin yaşamını bombardımana tutan coşkulu mektuplarının varış noktası. Bir hedef, diyeceğim, sonradan yaşamının son günlerini geçirmek üzere başka bir kadınla (kendisinden en az yirmi yaş küçük Dora Diamant ile) yerleşeceği, ama nişanlısı oradayken Prag’ı ve işini bırakıp yeni bir hayat kurmak istediği kent. Günlüğünde bir kez –yalnızca bir kez, o da çekinerek– dile getiriyor bu gerçeği: “Berlin’i sevmemin tek nedeni F., onun çevresinde oluşan, denetleyemediğim imgeler.” Berlin, Kafka için, beş yıl süren ve mutsuz bir ayrılıkla noktalanan Felice saplantısının, yakınlarının söylediklerine bakılırsa hiçbir özelliği olmayan bu kadına karşı duyduğu korku ve çekimin nesnesi. Evet, ne onunla ne de onsuz olmak istemediğiniz sevgilinin, uzakta tuttuğunuz ama yitirmekten korktuğunuz kadının özlemi, onun hayali, salt mektuplardan ibaret varlığı, sözcüklerde yaşayan, soluk alıp veren yanıltıcı varlığı, bir kentin coğrafyasıyla örtüşebilir bazen. O coğrafyanın bir yazarın dünyasındaki izdüşümüne damgasını vurabilir. Kafka’nın Prag’daki bekâr odasında, yalnızlığa ve yazıya gömüldüğü uzun, çok uzun gecelerde –yalnız ve uykusuz gecelerde– Berlin “öteki kent” olma özelliğini taşıyor muydu? Taşıdığını varsayalım. Bu “öteki kent”, özlenen, arzulanan, öte yandan da dışlanan, uzakta tutulan, birlikte bir ömür geçirmek vaatleriyle beş yıl –evet, tam beş yıl boyunca– oyalanan genç bir kadının yaşadığı yer değildi yalnızca. Kendisiyle didişen, yazarak varolmayı seçen, yapıtını kurarken her gece biraz daha derine, kendi dünyasının labirentlerine inen Kafka’nın uzaktaki sevgilisi, kendi dünyasında yaşayan yazarın gerçek dünyayla mücadelesiydi. K’nın bir türlü ulaşamadığı, Felice’nin uzaklığında simgeleşen Şato’ydu bir bakıma. Ya sürdürmek uzaklığı, kendi kabuğuna, yeraltındaki yuvaya kapanıp yazmak, giderek yapıtın içine yerleşmek, ya da Berlin’deki nişanlıyla evlenip çoluk çocuğa karışmak, herkes gibi olmak, gerçeğin bir parçasına dönüşmek. That is the question! Çok sevdiği, dönüp yeniden okuduğu, her okuyuşunda başka anlamlar çıkardığı Flaubert “çocuğu olan herkes gerçeğin bir parçasıdır” demiyor muydu? O da evlenmemiş, tümüyle edebiyata adamıştı kendini. Kafka günlüğünde, Flaubert’in “Romanım zincire vurulduğum kaya. Dünyada olup bitenden haberim bile yok” dediği bir mektubundan yola çıkarak kendini Madame Bovary’nin yazarıyla karşılaştırıyor. Yalnız şu farkla. O Flaubert gibi hiçbir zaman rahat değildir, endişe ve kararsızlık içindedir. Berlin’deki sevgiliyle Prag’daki “yuvası” arasında uzun, çok uzun süre kesin bir seçim yapamaz.
Burada, karlı Berlin gecesinde bu düşüncelerle boğuşuyorsam, yoğun geçen bir cinsel yaşamın ardından, kırk iki yaşında koca, kırk dört yaşında baba olduğum içindir. Artık, “gerçeğin bir parçası” sayılırım. Ama burada, ailemden uzakta, tümüyle yazıya verebilirim kendimi, ilerleyen gecede ilerlemeyen bir kitabın –çocukluk yıllarımı, dolayısıyla yakın aile çevremi– anlatan bir kitabın rüzgârıyla sürüklenebilirim. Ama, pek öyle olmuyor. Gecenin çağrısına kapıldığımda lambamı yakıp yazı masama oturacağıma dışarıya çıkıyorum. Dışarının, gerçek dünyanın içinde kadınlara doğru yol almak, delikanlı yıllarımdan bu yana yakamı bırakmayan şehvetin kollarında (yollarında!) –“daha dün annemizin kollarında uyurken/ çiçekli bahçemizin yollarında koşarken” mi diyorduk okullu olmaktan, sınıfları doldurmaktan gurur duyduğumuz o şarkıda?– kaybolmak için. Oysa “yuvamı yapıp bitirdim, bir şeye de benzedi galiba, diye yazıyor Kafka bir öyküsünde, dışardan yalnız bir büyük delik görünüyor, ama gerçekte bir yere çıktığı yok deliğin, daha bir kaç adım sonra kayalara tosluyor”. Az ileride de şu satırlar var: “Ben evimin ta göbeğinde huzur içinde yaşarım, düşmanım da bu arada herhangi bir yerden ağır ve sessiz toprağı oyar, bana yaklaşır.” Peki kimdi bu düşman? Sartre’ın deyimiyle “bir cehennem” olan başkaları mı, Değişim’de alaya alıp kıyasıya eleştirdiği aile çevresi mi yoksa? Ya da gerçekliğin parçası, belki de ta kendisi olanlar mı? Felice, dolayısıyla Berlin mi? Oraya gitme, sevgiliyle buluşma hayalleri mi? Yalnızlığın karşı konulmaz çağrısına karşı birlikte varolmanın dayanılmaz hafifliği mi? Bu sorulara yanıt bulmak için Franz ile Felice’nin öyküsüne dönmem gerekiyor.
Kafka Felice’yle, Prag’daki tek yakın dostu Max Brod’un evinde tanışıyor. 13 Ağustos 1912’de. İlk görüşte hizmetçi sanıp hiç ilgilenmediği bu genç kadına, günlüğünde “kemikli ve boşluk izlenimi veren bir yüze sahip” dediği, “sert çeneli, sarışın ve çekicilikten yoksun” bulduğu Felice’e, neden bilinmez, mektuplar yazmaya başlıyor, sanki ani bir kararla ona aşık oluyor. Salt mektuplarda kalacak, sözcüklerle tutuşup alevlenecek bu uzak aşk, yazarlık arzusunu kamçılamış olmalı ki, Felice ile tanıştıktan ve onun Berlin’e dönüşünden on gün sonra, bir gecede “Hüküm” adlı anlatısını yazıp bitiriyor. Sonra… sonrası biraz tuhaf ve oldukça karışık. Beş yıl boyunca iki kez nişanlanıp ayrılıyor Felice’den, ona yüzlerce mektup yazıyor. Hepi topu bir kaç kez birlikte olabiliyorlar, o da, “duhul”ün belki de hiç gerçekleşmediği Marienbad ve Budapeşte günlerinde. Kafka’nın önceleri sık sayılabilecek aralarla Berlin’e gidiş gelişlerinde aynı yatakta uyumuyorlar, Felice ailesinin evinde kalıyor çünkü, yazar ise otelde. Ama Grünewald’a gidip, o zamanın romantik havasına uyurak bir ağaç gövdesine adlarının ilk harfini kazıyorlar, Tiergarten’de kol kola girip dolaşıyorlar. Felice’ye Mektuplar ve Günlük’den çıkardığım sonuç şu: Kafka, Felice ile beş yıl süren fırtınalı ilişkisi boyunca, iki nişan töreni de dahil, tam yedi kez gelmiş Berlin’e. Peki ne yapmış burada, neler hissedip neler yaşamış? Yazdıklarına ve yakın çevresinin tanıklığına bakılırsa çok az şey. Kafka’nın Dora Diamant ile geçirdiği Berlin günleri hakkında daha fazla bilgi sahibiyiz, çünkü yazar ömrünün son altı ayını, hiçbir yere kıpırdamadan geçiriyor bu kentte, oysa Felice ile nişanlıyken, giderek daha seyrek, o da nişanlısını görmek ve onunla evlilik hayalleri kurmak, gerçekte ise evlenmemek için geliyor Berlin’e. Yine de, Kafka’nın bu dönem süresince Berlin’de hem yaşamının en mutlu, hem de en kederli, belki de en sıkıntılı günlerini geçirdiğini söyleyebilirim.
Kafka 11 Şubat 1913 tarihinde, ilk Berlin yolculuğunun dönüşünde “Hüküm” hakkındaki düşüncelerini yazarken, bu öyküde Brandenburg yürüyüşünün anısının etkisinden söz ediyor, ama bu yürüyüş ve sonuçlarını açıklamıyor. İkinci Berlin yolculuğunun arefesinde ise, oldukça anlamlı bir karabasanı not ediyor günlüğüne:
“Nereden geldiği belli olmayan bir kazık arkadan evli erkeğe girip yere yıkmış onu, delip geçmiş. Kolları iki yana açılmış yerde yatarken, başı yukarda inleyip duruyor. Az sonra ayağa kalkmayı ve kısa bir süre için de olsa dengede durmayı becerebiliyor. Aşağı yukarı kazığın geldiği yönü ve ona girdiğini söylemekten başka anlatacak hiçbir şeyi yok. Bu anlatılanlar evli kadını yormaya başlıyor sonunda, hele erkek her defasında yeni bir yönü gösterdikçe”.
Boğazkesen’de, Venedikli kaptan Antonio Rizzo’nun kazığa oturtuluşunu ayrıntılarıyla yazıp onun acı akibetinin sonuna, romanın yazarı Fatih Haznedar’ın ağzından şu cümleyi eklemiş olmam bir rastlantı mıydı?
“Tarihlerde, Rizzo’nun gemisinin Boğazkesen’den açılan top ateşiyle batırılıp kendisinin kazığa oturtulduğundan başka bir kayda rastlamamıştım. Onun boyunu bosunu, yakışıklılığını, tat düşkünlüğünü, giderek karakter özelliklerini hayalimde kurarken beklenmedik bir biçimde noktalanan yaşamını da düşlemeye, bu yaşamın bendeki izdüşümlerini araştırmaya çalıştım. Ama, Rizzo’ya giren kazığın acısını kendi tenimde duyduğumu öne sürecek kadar değil.”
Bu kazık konusunu evlilikle, daha doğrusu evliliğe giden yolda karşılaşılan engel ve güçlüklerle karıştırmamak gerektiğini düşünüyorum. Ama, evli erkeğe nereden gelip girdiği belirsiz kazığın, yalnızca Kafka için değil, onun gibi kararsızlık denizinde boğulan bir çok bekâr erkek için de benzer anlamlar taşıdığını söylemeliyim. Çoğu okurun tiksinerek okuyacağını bile bile Boğazkesen’in o bölümünü yazarken, kazık işkencesini tüm ayrıntılarıyla anlatırken, aklımda Ivo Andriç’in Drina Köprüsü’ndeki kazık sahnesi vardı, ama gerçekte evlenme hayalleri kurarken beni yarı yolda, o şarkıdaki gibi “dipsiz kuyularda yalnız” bırakan kadının anısıyla baş başaydım. Antonio Rizzo’ya giren kazık bu kadının yönünden geliyordu, Kafka’nın yazdığı gibi her defasında başka bir yönü göstersem de.
Kafka, yaşamının neredeyse tek saplantısı haline gelen Felice’i görmek üzere Berlin’e gitmeden önce, günlüğünde ayrıntılarıyla yer alan bir düş görüyor. Giderek karabasana dönüşen, yazarın ruh halini ve evlilikten (evlenmek, bir ev edinmekten) nasıl endişe duyduğunu, korktuğunu, böyle bir olasılığın onu nasıl umutsuzluğa sürüklediğini açıkça yansıtan bir düş. Bir sabah, kaldığı pansiyondan Felice’in evine doğru yola çıkıyor. O zaman sevgilisi kentin doğusunda, ailesiyle birlikte Immanuelkirchstrasse’de oturmaktadır, Berlin’in burjuva semti Charlottenburg’daki (Wilmerdorferstrasse 73) geniş ve ferah evlerine taşınmamışlardır henüz. Resmen nişanlanıp müstakbel yuvalarını hangi mobilyalarla döşeyecekleri konusu da, yani daha sonradan aralarının açılmasına yol açacak bahanelerden en “konformist” olanı da gündemde değildir. Ama yazar, düşünde, bir sürü sokaktan geçse de, Felice’in evini bir türlü bulamaz. Ne var ki içi rahattır, tuhaf bir özgüven duygusuyla dolaşır durur oralarda. Hatta “yaşlı ve kırmızı burunlu” bir polis memuruna adresi sorup ayrıntılarıyla not eder. Önce metroya, sonra tramvaya binecektir. Aşağı yukarı yarım saatlik bir yoldur, ama polis memuru kendisinin oraya “altı dakikada” ulaşabileceğini söyleyince hem şaşırır hem üzülür. Yanında sürekli biri vardır, bir arkadaş ya da kendi gölgesi. Ama Felice’in evini bir türlü bulamaz, K’nın tüm çabalarına karşın Şato’ya ulaşamaması gibi. Gerçekte oraya varıp evin (evliliğin) eşiğinden içeriye adımını atmak idam sehpasına götürülmekten daha korkunç bir olasılıktır. Günlüğüne evlilik konusunda yazdıklarını, örneğin “bir kadınla birleşmeyi, birlikte yaşama mutluğunun bedeli, hatta cezası” olarak gördüğünü, annesiyle babasının yatağından tiksindiğini, edebiyatın dışında her şeyden, aile ziyaretleriyle sohbetlerden, hatta edebiyat üzerine konuşmaktan bile sıkıldığını, ancak yalnızken –mutlak bir yalnızlık içindeyken– kendisi olabildiğini göz önünde tutarsak, Kafka’nın Felice ile nasıl bir körebe oyunu oynadığını, kedinin fareyle eğlendiği gibi onunla eğlendiğini, ne var ki bu tehlikeli oyunun sonunda hem kendini hem de Felice’i mahvettiğini daha iyi anlarız.
Kafka, Berlin’e üçüncü kez gelişinde (8-9 Kasım 1913) Felice ile ancak birkaç saat birlikte olabilir. Cumartesi akşamı 21.30’da Anhalt garında trenden indiğinde kimse karşılamaz onu, ertesi gün de, 16.30’da Prag’a dönmeden önce, sevgilisinden uzun süre haber bekler. Sonunda buluşup Tiergarten’de gezintiye çıkarlar. Bu gezi sırasında ortak gelecekleri açısından önemli şeyler konuştukları, daha doğrusu Felice’in bu oyundan bıkıp evlilik projesini gündemden çıkardığı anlaşılıyor. Bunun üzerine aracılara başvuruyor Kafka, bir mektubunda yazdığı gibi, ne onunla olabiliyor ne de onsuz. İki çözüm öngörüyor günlüğünde: “Evlilik ya da Berlin, ilki daha emin bir çözüm, ikincisi, şimdilik daha çekici.” Aslında çözümsüzlük üreten bir kısır döngüde Berlin’e gidip gelmeleri sürdürecek, son ve kesin ayrılığa, yani 1917 yılına dek bu git-gel içinde hem kendini, hem sevdiği kadının sabrını bitirip tüketecektir. Ayrıldıklarında, yüzlerce (Felice’in kaybolan mektuplarını da sayarsak belki binlerce) sayfalık mektuplaşmanın dışında, Berlin’de yaşadığı boğuntulu günlerin anısı kalacaktır. Bir de, uykusuz ve yorgun gecelerin, kendini bunca hırpalamanın sonunda gelen ölümcül hastalık.
Onları 1914 yılının sonbaharında, Tiergarten’de yapraklarını döken ağaçların altında kol kola yürürken hayal edebiliyorum. Savaşın eli kulağında ama, “muztarip” sevgililerin dünya umurlarında değil. Varsa yoksa kendi mutlulukları. Daha doğrusu mutsuzlukları, birbirlerine çektirdikleri acılar. Evlenelim mi, yoksa böyle sürüp gitsin mi ilişkimiz, Prag’a yerleşirsek evimizi nasıl döşeyelim, Berlin’de karar kılarsak Franz yeni bir iş bulabilir mi? Odasına kapanıp, gece lambasının ışığında yazabilir mi? Filistin’e mi gitmeli yoksa, neden olmasın, ilk karşılaşmalarında Franz, fazla inanmasa da, böyle bir öneride bulunmamış mıydı? Yürüyorlar. Yazın gelmesine, milyonlarca insanın felâketi olacak Büyük Savaş’ın patlak vermesine pek az kalmış ama ne gam! Franz günlüğüne “Almanya Rusya’ya savaş ilân etti. Öğleden sonra yüzme havuzuna gittim” diye yazmamış henüz. Evet, görünürde parka gelen diğer sevgililerden farklı değiller. Franz, üzerinden çıkarmadığı hep aynı giysinin içinde –ince, uzun bacaklarına uygun ütülü, dar paçalı pantolon, gri kostüm, siyah yağmurluk, kolalı, beyaz yakalı gömlek ve siyah kravat– üşüyor gibi, Felice başında geniş kenarlı, kocaman şapkasıyla biraz düşünceli. Franz’ın başında da, gür ve siyah saçlarını örten fötr şapkası var. O da siyah. Tepeden tırnağa, yarasa gibi siyahlara bürünmüş bir karanlık adamla sonbahar yapraklarının hüznünü taşıyan nişanlısı kol kola yürüyorlar. Derken bir tartışma çıkıyor aralarında. Kafka’nın dönüşte günlüğüne yazdıklarına bakılırsa, Felice adımlarını hızlandırıp arayı açıyor, Franz ise peşinden koşup onu yakalamaya çalışıyor, alçalmaya, yalvarıp köpekleşmeye hazır, evlilik önerisine olumlu yanıt vermesini istiyor, ısrarla, bunun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bilse de. “Evet de ne olur, diye haykırıyor, bana duyduğun sevgi evlenmemiz için yeterli değil biliyorum, ama ben ikimiz için de seviyorum seni. Değişeceğim, söz. Yeni bir adam olacağım.” Felice’in kendisini artık eskisi kadar sevmediğini biliyor, onu kazanmak, sonra da yadsımak için her yola başvuruyor. Ve aradan çok geçmeden, yine Berlin’de, 1 Haziran günü, ailelerin katıldığı sade ve son derece sıkıcı bir törenle nişanlanıyorlar. Ne var ki, pek fazla mutluluk vadetmese de bu başlangıçla değil, bir yargılamaya dönüşen, Kafka’yı bir mahkemenin karşındaymışcasına suçluluk duygusuyla titreten bir ayrılıkla sonuçlanıyor bu girişim. Prag’a dönüşünde günlüğüne şunları yazıyor Kafka:
“Berlin’den döndüm. Bir cani gibi elim kolum bağlanmıştı. Bir köşede, önümde nöbet tutan jandarmalarla gerçek zincirlerle bağlanmış olarak töreni izleseydim, kendimi bundan daha kötü hissetmezdim.” Bu durum, edebiyat tarihçileriyle Kafka uzmanlarının “Askanisher Hof Mahkemesi” diye adlandırdıkları, Franz ile Felice’in ilk ayrılıklarıyla sonuçlanacak yedinci Berlin yolculuğunun da nedeni oluyor.
Temmuz başında günlüğüne “Çok yorgunum”, 5 Temmuz’da da “Bunca acıyı çekmek ve çektirmek” cümlelerinden başka bir şey yazmayan Kafka, 12 Temmuz 1914’de arkadaşı Ernst Weiss’in eşliğinde Askanischer Hof’ta, bugün yerinde yeller esen Königgratzer Strasse 21 numaradaki o beş katlı, soğuk taş yapıda, Felice ile buluşuyor. Bir aşk buluşması değil bu, Franz’ın yargılandığı bir duruşmanın ilk celsesi. Felice’in yanında en küçük kızkardeşi Erna ve yakın arkadaşı, Franz ile aralarını bulmaya çalışan Grete Bloch var. Franz, gizliden Grete Bloch’u da seviyor, hatta Elias Canetti’nin yazdıklarına bakılırsa, bu gizli aşktan dolayı suçluluk duygusu içinde çırpınıyor. Her neyse, Dava’yı yazmadan önce, Berlin’de bir başka dava sonucunda, istediği, nicedir beklediği özgürlüğe mahkûm ediliyor. Artık, ikinci nişan törenine dek, mutlak yalnızlığına kavuşmuş, deyim yerindeyse “muradına ermiş”tir. Öğleden sonra Felice’in anne ve babasını ziyaret edip izin istiyor, iki kez yüzme havuzunda yorgunluğunu yenmeye, direnme gücünü yeniden kazanmayan çabalıyor, akşam Felice’in kız kardeşi Erna Bauer ile, Stralau köprüsünün üzerindeki Belvédère lokantasında, nehir gemilerine bakarak, bir kadeh şarabın eşliğinde yemek yiyor. Güya Felice’den kesin ayrılıyor ama, bir bakıma, aileyle ilişkisini sürdürüyor. Ertesi gün, Berlin’den ayrılmadan önce “Beni kötü anımsamayın” diye bir telgraf gönderiyor Bauer’lere. Kendini idam sehpasında sıkıcı bir nutuk atan hatibe benzetiyor. İşte Kafka’nın kaleminden o “meşum” günün izlenimleri:
“Otelde duruşma. At arabasıyla dönüş. F.’nin yüzü. Elleriyle saçlarını düzeltirken esneyişi. Birden uzun zamandır sakladığı, ölçüp biçtiği, aleyhimdeki sözleri tartarak söylemeye başlıyor. Mlle Bl. ile dönüş. Oteldeki odam, karşı duvardan vuran sıcak. Bir kemer oluşturmadan önce pencereyi kuşatan yan duvarlardan da sıcak vuruyor. Ayrıca öğleden sonra güneşi. Garson canlı hareketleriyle, Doğudan gelmiş bir yahudi gibi. Avludan makine gürültüsüne benzer sesler geliyor. Kötü kokular da var. Ve bir pire. Ezip ezmemeye bir türlü karar veremiyorum.”
Ertesi gün, Unter den Linden’de bir kahvenin terasında yalnız başına oturduktan sonra, Askanischer Hof’un bahçesinde akşam yemeği boyunca, onu izleyen meraklı bakışlardan çekinerek, ham bir şeftaliyle mücadele ediyor. Şeftaliyi bıçakla kesmeyi başaramayınca uzun süre, neredeyse on kez, Fliegende Blatter gazetesinin sayfalarını karıştırıyor. Şeftaliyi dişlemekten de geri kalmıyor bu arada.
Kafka’nın Berlin serüveni üzerine, şimdilik yazabileceklerim bundan ibaret. Onun bu kente gelip yerleştiği günleri de anlatmak isterim elbet. Dora Diamant ile kart bir bekâr gibi değil, uysal bir evli yazar gibi oturduğu evleri gidip gördükten, Berlin’de Kafka’nın izini sürerken kendi hayaletimle karşılaşıp hesaplaştıktan sonra. Evet, bütün bunlardan ve beni bekleyen yalnızlık gecelerinden sonra.
Nedim Gürsel