Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaKadınKadın'a DairSınıfımız ayrı, sorunlarımız da! | Emekçi Kadınlar Mücadeleyle Özgürleşecek - İlkay Meriç

Sınıfımız ayrı, sorunlarımız da! | Emekçi Kadınlar Mücadeleyle Özgürleşecek – İlkay Meriç

Burjuvazi istediği kadar sınıfsal özünü karartmaya ve onu sistem içine çekmeye çalışsın, 8 Mart, emekçi kadınların kapitalist sisteme, erkek egemenliğine ve bunların bileşik sonuçları olan çifte ezilmişliğe ve çifte sömürüye karşı seslerini yükselttikleri bir başkaldırı günüdür. Bu gün, burjuva ve küçük-burjuva feministlerin iddia ettiği gibi tüm kadınları erkek egemenliğine karşı birleştirecek sözde bir ortak mücadelenin değil, kadın işçilerin sınıf mücadelesiyle iç içe ördükleri kurtuluş mücadelesinin sembolüdür. 8 Mart 1857’de ateşi yakılan isyanın kahramanları nasıl kadın işçilerse, bu isyan ateşini o günden bu yana körükleyenler de her daim onlar olmuştur, ancak onlar olabilir.

Kadınların ezilmişliğinin tarihi elbette kapitalizmle başlamaz; çok daha gerilere, ortaklaşa mülkiyete dayalı, sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi komünal toplumun çözüldüğü dönemlere uzanır. Bu çözülüşü takiben günümüzden yaklaşık altı bin yıl önce ortaya çıkan ilk sınıflı toplum, aynı zamanda tarihteki ilk erkek egemen toplumdu. Böylece insanın insanı sömürmesine paralel olarak, bir yandan da erkeğin kadını ezdiği, sömürdüğü ve aşağı cins konumuna ittiği bir tarihsel dönemin kapısı aralanmış oldu. Bundan böyle erkek egemen ideoloji yaşamın her alanına damgasını basacaktı. Öyle ki, komünal toplumlarda kadın, üretkenliğin, yaşamın ve bereketin simgesiyken, tam da bu toplumların sınıflı topluma çözülmesinin bir ürünü olarak, daha sonra kutsanan, üstün ve ayrıcalıklı görülenler hep erkekler olacaktı. Tanrıçaların yerini erkek tanrılar, ardından onların da yerini artık tek bir erkek tanrı almıştı.

Tümüyle erkek egemen bir bakış açısının ürünü olan tek tanrılı dinlerde, kadın kötülük ve fesatlık kaynağı, ikinci sınıf bir yaratık olarak resmediliyordu. Bu yaratık, Adem’in yani erkeğin cennetten kovulmasının da baş müsebbibi olan bir yoldan çıkarıcıydı. Aklı kıttı, dolayısıyla elma hikâyesinde de olduğu gibi şeytana kolayca uyabilirdi. Bu nedenle erkek ona karşı uyanık olmalı, baştan çıkmamalıydı. Aslına bakılırsa, hikâyedeki “cennet” artık maziye karışan eşitlikçi komünal toplumu simgeliyordu. Dolayısıyla cennetten kovulmayla birlikte mutlu günler de sona ermiş, adaletsizliğin, eşitsizliğin, kargaşanın kol gezdiği bir dünya ortaya çıkmıştı.

Bundan böyle kadın, binlerce yıl boyunca, sadece bir hizmetçi ve erkeğin soyunun sürmesini sağlayan bir çocuk yapma makinesi olarak görülecekti. Üstelik çilesi erkeğe yeryüzünde hizmet etmekle bitmeyecekti, cennette de mesaisi devam edecekti!

Sınıfımız ayrı, sorunlarımız da!

Erkek egemen toplumsal sistemlerle birlikte ayrımcılığa, baskıya, aşağılanmaya uğrayan kadın gerçeğine rağmen, sınıflı toplumların tarihinin hiçbir döneminde kadın cinsine eşit olarak uygulanan bir eşitsizlik söz konusu olmadı. Bazı kadınlar için “ikinci sınıf” olmak bile ulaşılmaz bir ayrıcalık oldu hep. Zira onlar, “üçüncü” hatta “dördüncü sınıf” konumunda olan ezilen sınıfın kadınlarıydılar. Sınıflara bölünen toplumda, ezen sınıfın kadınıyla ezilen sınıfın kadını, bu eşitsizlikten de eşitsiz şekilde nasiplerini aldılar.

Egemen sınıfın kadını için, ister Asyatik toplumda olsun, ister köleci, feodal ya da kapitalist, sorun her zaman aynıydı: mülkiyeti, gücü ve iktidarı erkeğiyle paylaşmak. Ancak buna rağmen egemen sınıfın kadını bile yasalar karşısında erkekle eşit olmadığından kapitalizme gelindiğinde burjuva feminist hareket, kadınların seçme-seçilme, eğitim, miras ve en önemlisi de mülkiyetle ilgili konularda erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesini yürüttü. 19. yüzyılın sonlarından itibaren ve yirminci yüzyıl içinde burjuva kadını bu tür sorunlarını önemli ölçüde çözüme kavuşturdu.

Ezilen sınıfın kadınına gelince, onun sorunu tüm tarihsel akış içinde tamamen farklı oldu. İster Asyatik toplumda olsun, ister köleci, feodal ya da kapitalist, ezilen sınıfın kadını için mesele özetle şuydu: bir yandan genel olarak erkeğin baskısından kurtulmak, öte yandan çok daha yakıcı bir şekilde, sınıfının erkeğiyle birlikte yaşadığı bir sorun olarak, egemen sınıfın sömürüsünden ve baskısından kurtulmak.

Kapitalizmde kadın, bir patronun ücretli kölesi haline geldiği ölçüde erkekten bir derece özgürleşme şansı yakalar. Kapitalist toplumun gelişmesiyle birlikte kadının toplumsal üretime katılma oranı artar ve para kazanan kadın evde giderek erkeğiyle daha eşit hale gelir. Onu kocasına bağımlı kılan ekonomik nesnel zeminin değişmesi, kadını daha önce görülmedik biçimde evden, dolayısıyla da kocasından “özgür” kılmaya başlar. Ama bu “özgürlük”, kocasıyla birlikte geçirdiği saatlerin çok daha fazlasını patrona satan işçi kadının ücretli köleliği pahasına elde ettiği bir “özgürlüktür”. Kapitalist toplumda işçi kadının elde ettiği hak, kendisi de mülksüz olan erkeğiyle mülkiyeti değil ücretli kölelik koşullarını paylaşma hakkıdır. Dolayısıyla onun görüp görebileceği yegâne eşitlik sömürülmekte eşitliktir.

Görüldüğü gibi, her ikisi de kadın cinsine dahil olmakla birlikte, burjuva kadınla işçi kadının sorunları arasında en az sınıfları arasındaki kadar derin bir uçurum söz konusudur. Tam da bu yüzdendir ki, mülkiyeti ve egemenliği sınıfının erkeğiyle paylaşmayı amaçlayan burjuva feminizmi ile toplumun ezilen çoğunluğunu oluşturan mülksüzlerin bir parçası olan işçi kadının kurtuluş mücadelesi, ortaya çıktıkları ilk dönemlerden itibaren çok farklı yollardan ilerlemiştir.

Küçük-burjuva feminizminin temel sorunu erkeklerle hukuksal eşitlik sağlanması sorunuyken, işçi kadının sorunu bunun çok ötesine taşar. Birinciler sorunu, mülkiyet, kariyer, statü gibi konularda eşitsizlikte görürler ve kadın sorununun eğitimle, toplumsal ilerlemeyle, hukuksal düzenlemelerle, kapitalizm aşılmadan da çözülebileceğini savunurlar. Onlar sorunu bireysel temelde ele alıp çözümü de o temelde görürler. Oysa işçi sınıfı açısından kadın sorununun çözümü burjuva hukuksal eşitlikle, eğitimle vb. sağlanamaz. Kapitalizm, aşağılanan, ezilen, ayrımcılığa tâbi tutulan işçi kadının yükünü, ücret köleliğiyle iki katına çıkaran bir sömürü sistemidir. İşte bu nedenle onun için özgürlük sorunu, sınıfsal doğası gereği, bireysel değil toplumsal bir devrim sorunudur. Bunu gerçekleştirmek için de işçi sınıfının kadını, kapitalist sömürüye karşı sınıfının erkekleriyle omuz omuza vereceği bir mücadele yürütmek zorundadır.

Kadın sorununu sadece bir cinsiyet sorunu olarak değerlendirmeyip aynı zamanda sınıfsal temelleri ve boyutlarıyla ele alan Marksizmin tersine, küçük-burjuva feminizmi, onu sınıflardan bağımsızlaştırmaya ve erkeklere karşı bir kadın dayanışmasına indirgemeye çalışır. Ne var ki, çıkarları birbiriyle tamamen çelişen sınıfların kadınlarının birbirleriyle dayanışma içinde olmaları olanaksızdır.

Kadın patronların kadın işçilere hiç de kardeşçe duygular beslemediğini, erkek patronlardan çok daha acımasız olabildiklerini işçiler çok iyi bilirler. Tıpkı erkek kapitalist gibi bir kadın kapitalistin de kadın işçiyi tercih etmesinin gerçekte tek nedeni olabilir: daha ucuz işçilik. Kadınların gece vardiyalarında ve mesailerinde çalışmakta problemler yaşamaları, gebelik, annelik durumları gibi nedenler, kadın kapitalistin de canını en az erkeği kadar sıkar ve eğer kendisine sağlayacağı kâr çok da fazla olmayacaksa mümkün olduğunca kadın işçiden uzak durmayı tercih eder. Çalışanlarının tümü kadınlardan oluşan bir kadın kapitalistin işçi ücretlerinin arttırılması, servis, kreş, revir, emzirme odası gibi, kadınları çok yakından ilgilendiren düzenlemelerin yapılması, iş saatlerinin kısaltılması gibi konulara vereceği tepkiyle erkek kapitalistinki arasında herhangi bir fark bulunabileceği düşünülebilir mi?

Kapitalizm kadın işçi için çifte sömürü demektir

Kapitalizm, insan ihtiyaçlarına değil kâra dayalı bir sistem olması dolayısıyla, emekçi kadının yükünü ortadan kaldırmayan bir sömürü sistemidir. Bu sistemde, işçi kadın bir yandan işyerinde patron için üretim yaparken, iş saatlerinden arta kalan zamanının önemli bir bölümünü de ev işlerine, çocukların bakımına ve erkeğin (babanın, kocanın, erkek kardeşin) hayatının yeniden üretimine ayırmak zorundadır. Oysa kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği mevcut düzey, kadını, yorucu, yıpratıcı ev işlerinden kurtarmak için gerekli tüm olanakları yaratmıştır: lokantalar, kreşler, temizlik ve çamaşır şirketleri… Ama bütün bunlar işçi sınıfı için ulaşılmaz lükslerdir. O nedenle işçi kadın en az sekiz saat patron tarafından sömürüldükten sonra yorgun argın eve dönüp, bu sefer de evdeki mesaisine başlamak zorundadır. Yani kapitalizm işçi kadın için çifte ezilmişlik ve çifte sömürü demektir.

Kapitalist sistemde kadın emeği ucuz emek olarak görülmekte ve pek çok durumda salt bu yüzden tercih edilmektedir. Bugün en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile kadınlar erkeklerden yüzde 10-25 oranında daha düşük ücret alıyorlar ve bu oran daha geri ülkelerde yüzde 30-50’ye yükseliyor. İstatistiklere baktığımızda dünyanın en yoksul işçilerinin yüzde 60’ını (330 milyon) kadınların oluşturduğunu görüyoruz. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de kadın işçilerin büyük bir bölümü kayıt dışı çalıştırılıyor ve bu nedenle herhangi bir sosyal güvenceleri bulunmuyor. Gördüğümüz gibi, yüzlerce yıllık kapitalizmin emekçi kadınlara sunduğu “eşitlik”, sömürülmekte eşitlik noktasının bile çok çok gerisinde kalıyor!

Kapitalizmin tarihi, büyük savaşlarda ortaya çıkan işgücü açığının kadınların kitleler halinde sanayiye çekilmesiyle doldurulmasının ve savaş bittikten sonra çeşitli politikalarla tekrar eve gönderilmelerinin örnekleriyle doludur. Gerek Birinci gerekse İkinci Dünya Savaşı dönemlerinde kadınları üretime çekmek için afişlerle, filmlerle devasa propaganda kampanyaları düzenlenmiş ve milyonlarca kadın işgücüne dahil edilmiştir. Kadınlar kapitalizmin ihtiyacı olduğunda erkeklerle aynı işi yapan eşitler olarak kutsanırken (ücrette değil işte eşitler!), işler kötüye gittiğinde, görevlerinin iyi bir eş ve iyi bir anne olmak olduğu hatırlatılarak evin yolu gösterilir. Örneğin Birinci Dünya Savaşında Almanya’da kadın işçi sayısı yüzde 230 artmış, savaş sonrasında ise bu işçiler yerlerini erkek işçilere bırakarak eve dönmek zorunda bırakılmışlardır. Özellikle 1929 krizini izleyen Nazi iktidarı döneminde, kadınlar Nazi imparatorluğuna çocuk üretecek birer kuluçka makinesine dönüştürülmüşlerdir:

“1930’larda, Nazi Almanya’sında kadınlar zorla işlerinden edildi ve yerlerine erkekler işe alındı. Almanya ve Avusturya’da kadınlar 1929 krizinin yol açtığı kitlesel işsizliğin en ağır yüklerine katlanmak zorunda kaldılar. Kadınlar sigortasız çalıştırılıyor, bu yüzden de işsizlik yardımı hakkını kaybediyorlardı. … Devlet dairelerinde çalışan kadınlardan, önce işlerini bırakmaları istendi. Almanya’da iktidarı Nazilerin ele geçirmesinin ardından, kadınların işgücünün dışına itilmesi, işsizliği alt seviyelerde tutmak için kullanıldı. … Annelik, Nazi programının kadınlara ilişkin bölümünün temel taşıydı; sözde üstün ırkın korunması. Evlendikten beş yıl sonra çocuk sahibi olmayan çiftler para cezasına çarptırıldı, dört ve daha fazla çocuk sahibi olanlarsa ödüllendirildi.” (Barbara Humphries, Kadın ve Kapitalizm, www.marksist.com)

Ne var ki ikinci savaş patlak verdiğinde her şey tekrar değişecek, kadınlar yine düşük ücretlerle üretime çekileceklerdi. Sadece Nazi Almanya’sında değil genel olarak tüm kapitalist ülkelerde kadın işçilerin kaderi aynıydı.

Tıpkı savaş dönemlerinde olduğu gibi ekonominin büyüme dönemlerinde de, işgücü açığını kapatmak için kadınlar yığınlar halinde üretime dahil edilirler, ta ki kriz patlak verinceye dek. O zaman ilk kapı gösterilecek olanlar yine kadınlardır. Bir kısmıysa çok düşük ücretlerle çalıştırılarak, yaratılan rekabet sonucu ücretlerin genel olarak düşürülmesinde bir araç olarak kullanılırlar. Tümüyle kapitalizmin yarattığı bu koşullardan dolayı, sosyal güvencesi, düzenli bir işi ve geliri olmayan kadının, erkeğe bağımlılıktan, fiziksel ve cinsel şiddetten, ikincil konumundan kurtulması da mümkün olamamaktadır.

Kapitalizmin işçi sınıfına yönelttiği ve dozunu her geçen gün daha da arttırdığı saldırılardan en çok etkilenenler de emekçi kadınlardır. İnsan sağlığının paraya endekslenip hastanelerin ticarethaneye dönüştürülmesinden en çok zarar görenlerin başında kadınlar ve çocuklar geliyor. Yoksulluk nedeniyle okula gönderilmeyenler öncelikle kız çocuklar olurken, dünyada okur-yazar olmayan her 3 kişiden 2’sini kadınlar oluşturuyor. Bu nedenle, herkes için tam kapsamlı, kaliteli ve parasız sağlık hizmeti talebinin yanı sıra, eşit, parasız ve kaliteli eğitim talebi, başta kadın işçiler olmak üzere tüm işçi sınıfının yükseltmesi gereken en önemli ve acil talepler arasında yer almaktadır.

Kadınların uğradığı ayrımcılık ve yaşadıkları eşitsizlik her alanda hüküm sürüyor. Kadınlar, kapitalist toplumda esas olarak mülk sahibi kadını ilgilendiren miras, mülk edinme, seçme-seçilme hakkı gibi konularda kâğıt üzerinde eşit yasal haklara kavuşsalar da, kapitalizmin erkek egemen doğasından kaynaklı olarak cins ayrımcı yasalar ve uygulamalar dünyanın bütün ülkelerinde bugün bile varlığını sürdürüyor. Ve kuşkusuz bunların önemli bir bölümünü işçi-emekçi kadınları mağdur eden yasalar (medeni kanunlardaki, iş yasalarındaki çeşitli maddeler gibi) oluşturuyor.

Dünya genelinde mültecilerin yüzde 80’ini kadınlar oluştururken, yoksulların yüzde 70’i kadın. Dünyada her yıl, yarım milyondan fazla kadın, gebelik ya da doğum sırasında yaşamını yitiriyor. Ve hiç kuşkusuz bunların tamamı emekçi kadınlar. Bu tabloya bakmak bile, kapitalizm altında sınıflardan bağımsız genel bir kadın sorunu tarif edilemeyeceğini gösteriyor aslında.

Sorunumuzu burjuvazinin yasaları ve düzeni çözemez

Kadın sorununun tarif edilmesi noktasında olduğu gibi çözümü noktasında da karşımıza farklı sınıfsal bakış açıları çıkmaktadır. Konuya kendi meşreplerince yaklaşan küçük-burjuva feministler, kadın milletvekillerinin, kadın hukukçuların, kadın patronların, üst düzey kadın yöneticilerin sayısının arttırılmasıyla daha eşitlikçi yasaların çıkarılacağına, daha adil iş ilişkilerinin kurulacağına, “eşitlikçi”, “kadıncıl”, “duyarlı”, “adaletli” bir toplumun yolunun buralardan geçtiğine inanırlar ve mücadelelerini bu alanla sınırlı tutarlar.* Meseleyi işçi sınıfının perspektifinden değerlendiren Marksistlerse, kadın üzerindeki sömürünün, baskının, ayrımcılığın, şiddetin, gerek yasalar bağlamında, gerekse yaşamın içinde, ancak sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle ve kadının mücadele içinde daha fazla yer almasıyla çözüm yoluna girebileceğini savunurlar. Kadın sorununun köklü ve geri dönüşsüz bir şekilde çözüm yoluna girmesi işçi iktidarının kurulmasıyla başlayacak ve cinsler arasındaki ayrımlardan kaynaklanan izler sınıfsız toplumda tümüyle silinecektir.

Cins ayrımcı yasaların tümüyle ortadan kaldırılması ve hukuksal alanda gerçek eşitliğin sağlanabilmesi için yürütülmesi gereken mücadelenin emekçi kadınların mücadelesinde hâlâ çok önemli bir ayağı teşkil ettiği aşikârdır. Bununla birlikte bu mücadelenin oldukça geri düzeylerde seyrediyor olması bile, sorunun sınıf mücadelesiyle nasıl doğrudan bir ilişki içinde olduğunun çarpıcı bir göstergesidir. Sınıf mücadelesindeki genel gerilemenin ve işçi sınıfının örgütsüzlüğünün doğrudan bir ürünü olarak, emekçi kadının kurtuluş mücadelesi de alabildiğine zayıflamıştır. Küçük-burjuva feministler istedikleri kadar sınıflardan bağımsız bir kadın sorunu tanımlayıp, işçi hareketinden bağımsız bir kadın hareketi yaratmaya çalışadursunlar, bu zayıflık feminist hareketteki gerilemenin de birincil nedenidir. Zira şimdiye dek kadın hareketlerindeki gerçek anlamda yükselişlerin tümü, işçi sınıf mücadelesinin de yükselişe geçtiği dönemlerde yaşanmıştır.

Bugün başta komünistler olmak üzere, tüm öncü işçi kadın ve erkeklerin en temel görevlerinden biri de, sendika yönetimlerindeki, grev komitelerindeki, fabrika komitelerindeki ve işçi sınıfının siyasal örgütlerindeki kadın sayısını arttırmaya çalışmaktır. Ekonomik ve siyasal mücadelenin her alanında, her grevde, her direnişte sayısız örneğine rastladığımız üzere, mücadeleye atılan kadın işçilerin birkaç ay gibi kısa bir sürede yaşadıkları dönüşüm kendilerini bile şaşırtacak düzeyde olmaktadır. İşte bu yüzden bizler, emekçi kadını ancak mücadelenin özgürleştirebileceğini, kendine olan güvenini yerine getireceğini ve onu en ön saflara sıçratacağını bilerek, emekçi kadının kurtuluş yolunu ancak erkeğiyle omuz omuza vereceği mücadelenin açacağına inanıyoruz. Bu yolu alabildiğine genişletecek olanınsa, tıpkı Ekim Devrimi örneğinin de gösterdiği gibi, işçi devrimiyle kurulacak bir işçi iktidarı olduğu tarihteki örneklerden açıkça bellidir.

*Kuşkusuz kendilerini hukuksal alandaki mücadeleyle sınırlamayan küçük-burjuva feministler de bulunmaktadır. Bu feminist kadınlar esas olarak erkek egemen toplumsal yapıya karşı çıktıklarını savunurlar, fakat kadın sorununu büyük ölçüde kendinden menkul bir mesele olarak ele aldıklarından, mücadelelerini sınıf mücadelesiyle birleştirmekten ve sosyalizm mücadelesinin parçası haline getirmekten alabildiğine uzak dururlar. Nitekim her 8 Martta, devrimci çevrelerin kadınlı erkekli karma bir katılımla gerçekleşecek birleşik ve daha güçlü bir eylem önerisini “erkekler miting alanına giremez” diyerek uzlaşmaz bir şekilde reddeden, fakat aralarında kendilerine sosyalist diyenler de bulunduğu halde, aynı hassasiyeti burjuva kadın kuruluşlarının katılımı konusunda göstermeyenler de bunlardır.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments