Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cumartesi, Kasım 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKadınKadın'a DairKapitalizmde Emekçi Kadınlar | Savaş ve Emekçi Kadınlar - F.Engels - V.I.Lenin

Kapitalizmde Emekçi Kadınlar | Savaş ve Emekçi Kadınlar – F.Engels – V.I.Lenin

Kapitalizmde Emekçi Kadınlar

“… toplumsal düzen, işçi için aile yaşamını hemen neredeyse olanaksız hale getirir… Koca gün boyu çalışır, belki karısı ve büyük çocuğu da çalışır, her biri ayrı bir yerde, ancak akşam ve sabah birbirlerini görürler; hepsi sürekli olarak içki içme kışkırtısıyla yüzyüzedirler; bu koşullarda nasıl bir aile yaşamı olabilir? Yine de emekçi bir aileden sakınamaz, bir aile içinde yaşamak zorundadır ve sonuç, hem çocukları hem ana-babayı moral huzursuzluğa iten süreğen aile geçimsizlikleri ve ağız dalaşıdır. Bütün ev görevlerinin, özellikle çocukların ihmal edilmesi İngiliz emekçileri arasına çok yaygındır ve toplumun varolan kurumlarınca çok güçlü biçimde teşvik edilmektedir. Bu yaban ortamında, bu ahlak bozucu etkiler altında büyüyen çocukların, efendi ve ahlaklı olmaları beklenmektedir!

Kadının çalışması kesinlikle ve zorunlu olarak aileyi çözüyor; aile temeline dayanan bugünkü toplumumuzda bu çözülme, en moral çökertici etkilerini ana-baba üzerinde olduğu kadar çocuklar üzerinde de gösteriyor. Çocuğuyla ilgilenecek, gerçekte pek az gördüğü çocuğuna hiç değilse ilk yıl alelade de olsa sevgi gösterecek vakit bulamayan anne, gerçek anne olamaz; çocuğuna karşı kaçınılmaz biçimde bir ilgilenmezlik içine girer, ona bir yabancı gibi sevgisizce davranır. Bu tür koşullar altında büyüyen çocuklar, aile yaşamının sonraki dönemlerinde bütün bütün çökerler; kendilerini hiçbir zaman evlerinde, aile ortamında hissetmezler; çünkü, ayrı kalmaya alışmışlardır, bu nedenle de işçi sınıfında ailenin genel çöküşüne onlar da böylece katkıda bulunrlar. Buna benzer biçimde, ailenin çöküşünü ortaya çıkaran bir başka neden çocukların çalışmasıdır.Ailelerine malolduklarından daha fazla haftalık kazanacak duruma geldikleri zaman, ana-babaya, evde kalmanın karşılığı bir miktar para ödemeye başlarlar, geri kalanını kendilerine saklarlar. Bu genelde ondört, onbeş yaşından itibaren başlar. Sözün kısası çocuklar kendilerini ailenin egemenliğinden kurtarırlar ve baba ocağına bir tür pansiyon gibi bakar olurlar; tabi işlerine geldiği zaman baba ocağı olur, işlerine gelmediği zaman pansiyon.

Birçok durumda, kadının çalışması aileyi tümden dağıtmaz, ama tepetaklak eder. Ailenin geçimini kadın sağlar; baba evde oturur, çocuklara bakar, evi temizler, yemek pişirir… Öteki toplumsal koşulların aynı kaldığı bir durumda, aile-içi ilişkilerdeki bu ters-yüz oluşun emekçi erkeklerde yarattığı öfkeyi tahmin etmek kolaydır…

Fabrika sisteminin kaçınılmaz olarak getirdiği, kadının kocası üzerindeki egemenliği insani değilse, kocanın karısı üzerinde geçmişteki üstünlüğü de insani değildi. Eğer şimdi kadın üstünlüğünü ortak malların tümünü değilse, daha büyük bir kısmını sağladığı gerçeği üzerine oturtabilirse, bundan çıkarılabilecek zorunlu sonuç, aile üyelerinden biri, saldırgan bir biçimde daha büyük katkıda bulunmakla böbürlendiğine göre, bu mülkiyet toplumunun doğru ve ussal bir toplum olmadığı sonucudur. Bugünkü toplumumuzun ailesi böyle çözülüyorsa, bu çözülüş, ailenin temelindeki bağın, aile sevgisi değil, öyleymiş gibi görünen bir mülkiyet toplumunun eteği altında sırıtan özel çıkar olduğunu gösterir. Pansiyon ücreti ödemeyen çocukların, işsiz kalan ana-babalarını desteklemeleri durumunda o çocuklar açısından aynı ilişki ortaya çıkmış olur.
Fabrika Soruşturma Komisyonu Raporunda Dr. Hawkins, bu ilişkinin yeterince yaygın olduğunu ve Manchester’da felaket halinde olduğunu belirtmektedir. Bu durumda, evin efendisi çocuklardır, tıpkı, bir önceki durumda kadının oluşu gibi. Ve lord Ashley, konuşmasında bir örnek vermektedir. Bir baba, birahaneye giden iki kızını azarlayınca, kızlar kendilerine emir verilmesinden usandıklarını söylemişler, “Allah belanı versin, sana biz bakıyoruz” demişlerdir. İşlerinden kazandıkları parayı kendilerine saklamak için aile evini terketmişler, ana-babalarını kendi kaderlerine bırakmışlardır.
Fabrikalarda büyüyen evlenmemiş kadınlar, evlenenlerden daha iyi durumda değildirler. Apaçıktır ki, dokuz yaşından itibaren fabrikada çalışmaya başlayan bir kız, ev işlerinden anlayabilecek bir durumda olamaz; bunun doğal sonucu, kadın işçiler, evi çekip çevirmede deneyimsizdirler.”

Fabrika Soruşturma Komisyonu Raporu, bu konuda düzinelerle örnek veriyor ve Lancashire’dan sorumlu üye Dr. Hawkins düşüncesini şöyle belirtiyor:
“Kız erken yaşta ve hiçbir şeyi düşünmeden evlenir; ev yaşamının en sıradan görevlerini öğrenmek için zamanı, ortamı, fırsatı hiç olmamıştır; bir şeyler öğrenmişse bile pratik için zamanı olmamıştır… Genç anne çocuğundan günde oniki saatten fazla uzak kalır. Onun yokluğunda çocuktan kim sorumludur? Genelde ya küçük bir kız ya da ufak bir ücret karşılığı tutulan ve hizmeti bir ödüle eş-değerde olan yaşlı bir kadın.”…
Yalnız bu, kötülüklerin en masumu!
Kadınların fabrikalarda çalışmalarının ahlaksal sonuçları daha da berbat. Her iki cinsten ve her yaştan insanların tek bir işlikte toplanması, kaçınılmaz temas, kendilerine hiçbir moral ve ruhsal eğitim verilmemiş çok sayıda insanın küçücük bir yere sığıştırılması, kadın karakterinin gelişmesinde hiç de elverişli görünmemektedir. İmalatçı, eğer soruna şöyle ya da böyle dikkat ederse, ancak skandal türünden bir şeyler olduğu zaman müdahale edebilir; ahlaksız kişilerin, daha ahlaklı, özellikle genç insanlar üzerindeki sürekli, daha az belirgin olan etkilerini değerlendiremez ve engelleyemez. Ama bu etki yıkıcıdır. Fabrikalarda kullanılan dil, 1833 tarihli raporda birçok tanık tarafından “edebe aykırı”, “kötü”, “pis” vb. niye nitelendirilmiştir. Büyük kentlerde büyük ölçekte gördüğümüz sürecin küçük ölçekte yinelenmesiyle karşı karşıyayız. Nüfusun merkezileşmesi, küçük bir fabrikada olsun, büyük bir kentte olsun, aynı insanlar üzerinde aynı etkiyi yapar…
Bunun yanısıra fabrika köleliği, başka tür kölelik gibi hatta ondan da daha büyük ölçüde, fabrika sahibine jus primae noctis (ilk gece hakkı) bahşeder. Bu açıdan da işveren çalıştırdığı insanların şahsı ve beğenisi üzerinde egemendir. İşine son verme tehdidi, yüz olayın doksandokuzunda değilse bile, onda dokuzunda, iffet güdüleri pek güçlü olmayan kızlarda tüm direncin üstesinden gelmeye yeterlidir. Patron yeterince rezilse, resmi rapor böyle birçok olayı belirtiyor, fabrikası aynı zamanda haremidir; patronların tümünün bu konuda zora başvurmaması, kızların konumunu değiştirmez. İmalat sanayisinin başlangıcında, çoğu eğitimsiz ya da toplumun ikiyüzlülüğünü hesaba katmakta özensiz kişiler olan türedi zengin patronlar, kazanılmış haklarını kullanmaya karışılmasına asla izin vermezlerdi…”

F. Engels,
İngiltere’de
Emekçi Sınıfların Durumu,
Sol Yayınları, Ekim 1997, s. 207-210.

***

Savaş ve Emekçi Kadınlar

“Proletaryaya karşı silahlanmış bir burjuvazi, modern kapitalist toplumun en büyük, temel ve bellibaşlı gerçeğidir. İşte bu gerçek karşısında, devrimci sosyal-demokratları, “silahsızlanmayı” “istemeye” özendirmek! Bu, sınıf savaşımı görüşünü büsbütün bırakmak, devrim düşüncesini yadsımak demektir. Bizim sloganımız, burjuvaziyi yenmek, onları mülksüzleştirmek ve silahsızlandırmak için proletaryayı silahlandırmak olmalıdır. Devrimci sınıf için tek olanaklı taktik budur; bu taktik, kapitalist militarizmin bütünüyle nesnel gelişmesinin mantıksal sonucu ve gereğidir. Ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonra, proletarya, kendi dünya ölçüsündeki görevine ihanet etmeden bütün silahları hurdalığa atar. Proletarya, kuşku yok ki, bunu yapacaktır, ama ancak bu koşul yerine getirildikten sonra, kesenkes önce değil.
Eğer şimdi savaş, gerici hıristiyan sosyalistler ile, tir tir titreyen küçük-burjuvazi arasında yalnızca korku ve dehşet yaratıyor, silahların her çeşit kullanılmasına, kan dökülmesine, ölüme vb. karşı yalnızca bir nefret uyandırıyorsa, kendilerine şunu söyleriz: kapitalist toplum daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir. Ve savaşların en gericisi olan bu savaş, bu topluma korkunç bir son hazırlıyorsa, umutsuzluğa düşmemiz için hiçbir neden yok. Herkesin görebildiği gibi, burjuvanın, kendi eliyle tek meşru ve devrimci savaş için, yani emperyalist burjuvaya karşı bir iç savaş için yolları hazırladığı bir sırada, silahsızlanma “isteği” ya da daha doğrusu silahsızlanma hayali, aslında, bir umutsuzluğun ifadesinden başka bir şey değildir.
Bunun yaşamdan kopmuş bir teori olduğunu söyleyenler olabilir, bunlara dünya ölçüsündeki iki tarihsel gerçeği anımsatırız: bir yandan tröstler ile sanayide kadınların kullanılması; öte yandan, 1871 Paris Komünü ile Rusya’da 1905 Aralık ayaklanması.
Tekelleri geliştirmeyı, kadınlarla çocukları fabrikalara doldurmayı ve bunların ahlakını bozmayı, ıstıraba sürüklemeyi ve sonsuz bir yoksulluğa atmayı burjuvazi kendine iş edinmişti. Biz, böyle bir gelişmeyi “istemiyoruz” ve bunu “desteklemiyoruz”. Biz, buna karşı savaşım veriyoruz. Ama nasıl savaşım veriyoruz? Tröstlerin ve kadınların sanayide kullanılmasının ilerici olduğunu açıklıyoruz. Biz el zanaatları sistemine, tekelci-kapitalizm öncesine, kadınların evlerine kapatılmasına dönülmesini istemiyoruz. Tröstleri ve benzeri kuruluşları geride bırakarak, sosyalizme doğru ileri!
Bugün emperyalist burjuvazi, yetişkinler ile birlikte gençliği de askerleştiriyor, yarın kadınların askerleştirilmesine de başlayabilir. Bizim tutumumuz şu olmalıdır: Çok güzel. Son hızla ileri! Ne kadar hızlı hareket edersek, kapitalizme karşı ayaklanmaya o kadar fazla yaklaşırız. Sosyal-demokratlar nasıl olur da gençliğin vb. askerleştirilmesinden korkuya kapılırlar; yoksa bunlar Paris Komünü örneğini unutuyorlar mı? Bu “yaşamdan yoksun bir teori” ya da bir hayal değildir. Bu, bir gerçektir. Varolan bütün ekonomik ve politik gerçeklere karşın, eğer sosyal-demokratlar emperyalizm çağının ve emperyalist savaşların kaçınılmaz olarak bu gibi olayların yinelenmesine yolaçacağından kuşku duyuyorlarsa, pek yazık olur doğrusu.
Paris Komününü gören bir burjuva gözlemcisi, Mayıs 1871’de, bir İngiliz gazetesine şöyle yazıyor:
“Eğer Fransızlar yalnızca kadınlardan ibaret olsalardı, ne müthiş bir şey olurdu!” Kadınlarla onüç, ondört yaşındaki çocuklar, Paris Komününde, erkeklerle yanyana savaştılar. Burjuvazinin devrilmesi için ilerde verilecek savaşlarda da bu böyle olacaktır. Proleter kadınlar, derme-çatma silahlı ya da silahsız işçilerin, burjuvazinin adamakıllı silahlanmış kuvvetleri tarafından kurşunlanmasına seyirci kalmayacaklardır. Tıpkı 1871’de olduğu gibi silaha sarılacaklar ve bugünün yılgın uluslarından -ya da daha doğrusu bir düzen kurması hükümetlerden çok oportünistler tarafından önlenmiş bugünün işçi sınıfı hareketinden- ergeç, ama her halde, devrimci proletaryanın “müthiş uluslarının” uluslararası bir birliği mutlaka doğacaktır.
Toplum yaşamı artık tümüyle askerileştirilmiştir. Emperyalizm, dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için büyük devletlerin giriştikleri vahşi bir savaşımdır. Bu yüzden, bütün ülkeler, yansız olanlarla birlikite küçükler de, daha fazla askerileşmeye doğru gidecektir.
Proleter kadın buna nasıl karşı çıkacaktır? Yalnızca bütün savaşlara ve askeri olan her şeye söverek ve silahsızlanmayı isteyerek mi? Ezilen ve gerçekten devrimci bir sınıfın kadını, bu utanç verici rolü asla kabul etmeyecektir. Bunlar oğullarına şöyle diyeceklerdir:
“Yakında delikanlı olacaksın. Eline silah verilecek. Silahı al ve askerlik sanatını iyice öğren. Proleterler, bunu, bugünkü savaşta olduğu ve sosyalizmin düşmanlarının sana söyledikleri gibi kardeşlerini, öteki ülkelerin işçilerini vurmak için öğrenmezler. Bunu, kendi ülkelerinin burjuvazisine karşı savaşım vermek, sömürüye, sefalete ve savaşa bir son vermek için öğrenirler.”
Bugünkü savaşla ilgili olarak eğer bu biçimdeki, evet büsbütün bu biçimdeki propagandadan kaçınacaksak, uluslararası devrimci sosyal-demokrasi, sosyalist devrim ve savaşa karşı savaşmak gibi sözleri hiç ağzına almasın daha iyi.”

V. İ. Lenin, Proletarya Devriminin Askeri Programı

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments