Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cumartesi, Kasım 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatEdebiyat ( Dünya )Küçük Şeylerin Tanrısı | Arundhati ROY

Küçük Şeylerin Tanrısı | Arundhati ROY

İngiliz düşünür Bertrand Russell, bugün yaşıyor olsaydı, İkinci Russell Mahkemesi çoktan toplanmıştı. Russell Mahkemesi’ni ya da resmî adıyla Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ni anımsıyor musunuz? 1960’larda ABD’nin Vietnam politikasına şiddetle karşı çıkan Russell, Fransız varoluşçu düşünür Jean-Paul Sartre, Yugoslav tarihçi Vladimir Dedijer, Polonya asıllı yazar Isaac Deutscher ve daha başka ünlülerin de katılımıyla uluslararası nitelikte bir savaş suçları mahkemesi toplamış, Vietnam’da başlattığı savaşla yüz binlerce insanın ölümüne yol açan ABD yönetimini yargılamış, insanlığın vicdanında mahkûm etmişti. Evet, Russell bugün sağ olsaydı, yalnızca insanoğlunun ilk uygarlık merkezlerinden birini barındıran topraklar üstündeki Irak’a tüm dünyayı hiçe sayarak saldıran ‘dubl v’ Bush yönetimini değil, onun yanında yer alan ülkesinin başbakanı Blair’i de yargılayacak bir vicdan mahkemesini çoktan kurmuştu Londra’nın göbeğinde.
Russell öleli otuz beş yıl oldu. Ne ki, Russell’ın ‘torunları’, geçen hafta İstanbul’un göbeğinde, Darphane-i Âmire’de Irak Dünya Mahkemesi’ni topladılar. Üç gün süren oturumların ardından açıklanan karar metninde, “Bush ve Blair, dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insanın tepkisine kulaklarını tıkamış, tarihin en haksız, ahlâksız ve korkakça savaşlarından birini gerçekleştirmiş,” denildi.

Booker ödülü
On ülkeden elli dört aydının bir araya gelmesiyle oluşan Irak Dünya Mahkemesi’nin Vicdan Jürisi Başkanı ise Hintli yazar ve insan hakları eylemcisi Arundhati Roy’du. Roy, yoksulların ve ezilenlerin haklarını savunan, küreselleşmeye ve savaşa karşı çıkan, başta ABD olmak üzere büyük devletlerin baskı politikalarına kafa tutan, çokuluslu şirketlerin tutumlarını şiddetle eleştiren bir eylemci olarak tanınmadan, bizde de Agora Kitaplığı’ndan çıkan Ya Çek Defteri Ya Cruise Füzesi ve Sokaktaki İnsanın ‘İmparatorluk’ Defteri gibi politik kitaplar yayımlamadan önce, 1997’de Britanya’nın en saygın edebiyat ödülü Booker’a değer görülen Küçük Şeylerin Tanrısı (Can Yayınları) adlı romanıyla duyurmuştu adını. Duyurmak ne söz, tam otuz üç dile çevrilen bu soluk kesici ilk roman eleştirmenlerden büyük övgüler almış, beş milyondan fazla satmış, gazeteler ve televizyon kanalları Roy’la söyleşi yapabilmek için kuyruğa girmişti.
Booker Ödülü, en azından İngilizce konuşulan ülkelerin gözünde gerçekten de yabana atılamayacak bir bir edebiyat ödülüydü. 1969 yılından bu yana verilen ödülü alan yazarlar arasında V. S. Naipaul, John Berger, Nadine Gordimer, Iris Murdoch, Salman Rushdie, J. M. Coetzee, Anita Brookner, Kingsley Amis, Margaret Atwood, Ben Okri, A. S. Byatt, Kazuo İşiguro gibi ustalar vardı.
Ne var ki, Booker Ödülü’nü aldıktan sonra, “Benim gözümde bu ödül geçmişimle ilgili, geleceğimle ilgili değil…” diyordu Arundhati Roy. “Bir başka kitap daha yazar mıyım, bilmiyorum… Bir kitap yazdım diye on kitap daha yazmam gerektiğine inanmıyorum… Bu kitabı, yazmak istediğim için yazdım, yaşamımı değiştirmek istediğim için değil…”

Benzersiz duruluk
Peki, nasıl bir romandı Küçük Şeylerin Tanrısı? Booker Ödülü’nün seçici kurul başkanı Profesör Gillian Beer, kitabın ödüle değer bulunmasını şöyle açıklamıştı: “Roy, olağanüstü bir dilsel yaratıcılıkla Güney Hindistan’ın tarihini bir kız çocuğunun gözünden gözler önüne seriyor. Küçük Şeylerin Tanrısı’nda anlatılan öykü, yerel olmakla kalmıyor, tüm insanlık için temel bir nitelik kazanıyor. Küçük Şeylerin Tanrısı, aşk ve ölümle ilgili bir roman, ama öyküsünü benzersiz bir durulukla anlatıyor…”
Roy’un çocukluğu ve ilkgençliği Hindistan’ın Kerala eyaletinde geçmiş. Kerala, çok farklı dinlerin kesiştiği ve birbirine sürtünerek yaşadığı bir bölge. Hıristiyanlık, İslâmiyet, Hindu dini ve Marksizmin (Roy’un gözünde Marksizm de bir inanç) bir arada yaşadığı bir yöre. Nitekim, “Çocukluk yıllarımda Marksizm oralarda çok güçlüydü, sanki ertesi hafta devrim olacakmış gibi yaşanıyordu,” diyordu Roy. “Yetişmekte olduğum yıllarda farklı kültürlerin ayırdındaydım, hâlâ da ayırdındayım. Tüm inançların aynı temel üstünde birbirleriyle yarıştıklarını gördüğünüzde, birbirlerini nasıl tükettiklerini fark ediyorsunuz. Sanırım, insanlarla ilgili bir roman için Kerala’dan daha iyi bir mekân bulamazdım…”
Küçük Şeylerin Tanrısı, 1960’ların Hindistan’ında geçiyor. Zengin Hindu ailenin kızıyla toplumun en alt kesiminden bir işçinin yasak aşkının çarpıcı öyküsü. Genç kadının ayrıldığı kocasından olan biri kız biri erkek çift yumurta ikizleri Rahel ve Estha, öykünün tanıkları; romandaki nerdeyse tüm olaylar onların çevresinde olup bitiyor ve kızın gözünden anlatılıyor. Geriye dönüşlerle örülen roman, ürkünç bir sonla noktalanıyor. Romanın artalanında, bağımsızlığını yeni kazanmış, siyasal çalkantılar içinde bir Hindistan yer alıyor. Kast düzeninin usdışı koşullarının, insanların karşısına dikilen tabuların egemen olduğu bir toplumda, Hıristiyan bir Hindu kadınla en alt kasttan bir erkeğin kural tanımaz aşkının öyküsünü okuyoruz.
Ama Küçük Şeylerin Tanrısı, anlatımının özgünlüğü, dilinin müziği şiirselliği ve insanlık durumlarına bilgece yaklaşımıyla yerel bir yapıt olmaktan çıkıyor, evrensel boyutlara erişiyor, son dönem dünya edebiyatının en güzel romanlarından biri oluyor. Arundhati Roy da, “Bu Hindistan’la ilgili bir kitap değil,” diyor zaten, “insan doğasıyla ilgili bir kitap…” Edebiyat, Roy için, dünyayı anlamlı kılmaya çalışmanın yollarından biri.
Arundhati Roy, ikinci romanını yazma konusunda hiç de aceleci görünmüyor. Son yıllarda yaşamının büyük bir bölümünü insan hakları uğrundaki eylemlere, siyasal makalelere, küreselleşme ve savaş karşıtı konuşmalara adamış durumda. Ama Küçük Şeylerin Tanrısı’yla büyülenenler, onun ikinci romanını sabırsızlıkla bekliyorlar.

Arundhati Roy Kimdir ?
1961’de Hindistan’ın güneyindeki Kerala eyaletinde doğdu. Annesi Süryani, babası Bengalli bir Hinduydu. Annesi Mary Roy’un kurduğu özel bir okulda eğitim gördü. Resmî okulların baskısından uzak kaldığı bu okulda ilk yazınsal ve düşünsel yetilerini edindi. On altı yaşında gittiği Yeni Delhi’de bohem bir yaşam sürdü, teneke damlı bir kulübede yaşadı, geçimini boş şişeleri satarak sağladı. Daha sonra Delhi Mimarlık Okulu’na girdi ve orada ilk kocası mimar Gerard Da Cunha ile tanıştı. 1984’te ikinci kocası sinema yönetmeni Pradeep Kishen’le tanıştıktan sonra bazı filmlerde oynadı ve senaryolar yazdı. 1992’de yazmaya başladığı Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanını 1996’da tamamladı ve bu yapıtıyla 1997 Booker Ödülü’ne değer görüldü. Daha sonra, Hindistan’daki nükleer silâh denemelerine tepki olarak Düşgücünün Sonu adlı kitabını kaleme aldı. Hindistan hükümetinin hidroelektrik santralı projelerini şiddetle eleştiren yazıları Yaşamanın Bedeli adlı kitabında topladı. O günlerden bu yana küreselleşme, savaş ve sömürü karşıtı eylemlere önderlik ediyor, bu konularda kitaplar yayımlıyor. 2004’te, toplumsal kampanyalarda önderliği ve şiddet karşıtı çalışmaları nedeniyle Sydney Barış Ödülü’ne değer görüldü. Son olarak, İstanbul’da toplanan Irak Dünya Mahkemesi’nin Vicdan Jürisi Başkanlığını üstlendi.

MÜREKKEBİ KURUMADAN

Çift yumurta ikizleri
Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanı, Hindistan’ın toplumsal ve sınıfsal sorunlarına gözüpek bir yaklaşım getirmesinin yanı sıra dilinin şiirselliği, anlatım tekniğinin ustalığıyla dikkati çeken bir ilk roman. Romanın başlangıç bölümünden sunduğum satırlar da bunu kanıtlar nitelikte:
“Ayemenem’de mayıs, sıcak ve bungun geçer. Gündüzler uzun ve nemlidir. Irmak ufalır, kara kargalar sessiz, toz yeşili ağaçlarda, parlak margolardan karınlarını doyurur. Kırmızı muzlar olgunlaşır. Ekmekağacının meyveleri patlayıp açılır. Utanmaz etsinekleri meyve kokulu havada tekdüze vızıldarlar. Güneşte adamakıllı sersemler, sonra parlak pencere camlarına çarpıp ölürler.
Geceler bulutsuzdur, ama uyuşuk ve gönülsüz bir beklentiyle doludur. Haziran başında güneybatıdan musonlar esmeye başlar, tam üç ay rüzgâr ve yağmur eksilmez, arada yakıcı, pırıl pırıl bir güneşin bir görünüp bir kaybolduğu olur; coşan çocuklar bu güneşten yararlanıp oynarlar. Kırlık yerler arsız bir yeşile bürünür. Çitlerdeki tapiokalar kök salıp çiçek açarken sınırlar birbirine karışır. Tuğla duvarlar yosun yeşiline döner. Biber asmaları elektrik direklerine dolanıp uzar. Irmağın kırmızı killi kıyılarında yaban sarmaşıkları yerden fışkırır ve suların kapladığı yollara yayılır. Pazar yerlerinde tekneler işler. Karayollarındaki çukurları dolduran su birikintilerinde küçük balıklar ürer.
Rahel’in Ayemenem’e döndüğü gün yağmur yağıyordu. Eğik düşen gümüşsü ipler yumuşamış toprağa çarpıyor, tüfek mermisi gibi dövüyordu onu. Tepedeki eski evin dik inen, üçgen çatısı, kulaklara kadar indirilmiş bir şapka gibi duruyordu. Yol yol yosun bağlayan duvarlar yumuşamış, topraktan yükselen nem yüzünden hafifçe bükülmüşlerdi. Bitkilerle dolup taşan, yabanıl bahçeyi küçük canlıların fısıltısı ve koşuşturması kaplamıştı. Yüksek ağaçların dibindeki çalılıkların arasında bir çıngıraklı yılan parıldayan bir taşa sürtündü. Neşeli iri, sarı kurbağalar kendilerine eş arayarak köpüklü havuzda dolaşıyorlardı. Evin önündeki, yapraklarla kaplanmış bahçe yolundan sırılsıklam bir fare şimşek gibi geçti.
Ev terk edilmiş gibiydi.
Kapılar ve pencereler kilitliydi. Öndeki veranda bomboştu.
Hiçbir eşya yoktu. Ancak krom kuyruklu gök mavisi Plymouth hâlâ kapının önünde duruyordu, evin içindeki Bebek Kochamma da hâlâ yaşıyordu.
Bebek Kochamma, Rahel’in büyük halası, büyükbabasının kız kardeşiydi. Asıl adı Navomi’ydi, Navomi Ipe, ama herkes ona Bebek derdi. Hala olacak yaşa geldiğinde Bebek Kochamma denir oldu. Rahel onu görmeye gelmemişti.Ne bebek büyük hala ne de yeğeni bu konuda hayal kurmazlardı. Rahel erkek kardeşi Estha’yı görmeye gelmişti. Çift yumurta ikiziydiler. Tıp dilinde ‘dizygot’ dediklerinden. Aynı anda döllenen iki ayrı yumurtadan doğmuşlardı. Estha -Esthappen-on sekiz dakika daha büyüktü.
Estha ile Rahel birbirlerine pek benzemezlerdi; sıska, tahta göğüslü, bağırsakları kurtlu ve Elvis Presley bukleli oldukları yıllarda bile, Ayemenem’deki eve bağış toplamaya gelen Süryani piskoposların ya da sırıtan akrabaların arasından hiç, ‘Hangisi hangisiydi?’ ya da ‘Kim kimdi?’ türünden soru soran çıkmamıştı.”

CELÂL ÜSTER-Radikal

KİTAPTAN BAŞKA BİR BÖLÜM

“Chacko çocuklara, kendisi bundan ne kadar nefret etse de hepsinin de Anglofil olduğunu açıkladı. Anglofillerden oluşan bir aileydiler. Yanlış yöne götürülmüşler, kendi tarihlerinin dışında kapana kısılmışlardı; ayak izleri silindiğinden onları izleyip geriye dönemiyorlardı. Çocuklara, Tarih’in, gecenin içindeki eski bir ev gibi olduğunu söyledi. Bütün ışıkları yanan. İçinde ataların fısıldaştığı. “Tarihi anlamak için” dedi Chacko, “içeri girip konuşmalarına kulak vermeliyiz. Kitaplara ve duvardaki fotoğraflara bakmalıyız. Kokuları koklamalıyız” (…) “Ama içeri giremeyiz” diye açıkladı Chacko, “çünkü kapılar kilitli. Pencerelerden içeri baktığımızda gölgelerden başka bir şey göremeyiz. Dinlemeye çalıştığımızda bir fısıltıdan başka bir şey gelmez kulağımıza. Bu fısıltıyı da anlayamayız, çünkü zihinlerimizi bir savaş doldurmuştur. Kazandığımız ve yitirdiğimiz bir savaş. Savaşların en kötüsü. Düşleri ele geçiren ve onları yeniden gören bir savaş. Bizi fethedenlere hayran olmamıza ve kendimizi hakir görmemize yol açan bir savaş”. (…) “Biz savaş tutsaklarıyız” dedi. “Düşlerimiz hadım edildi. Hiçbir yere ait değiliz. Demir almış, dalgalı denizlere yelken açmışız. Hiçbir kıyıya çıkmamıza izin verilmeyebilir. Kederlerimiz asla yeteri kadar üzüntü vermeyebilir, sevinçlerimiz asla yeteri kadar mutluluk vermeyebilir, düşlerimiz yeteri kadar büyük olmayabilir, hayatlarımız da asla yeteri kadar önemli olmayabilir. Hiç önemli olmayabilir.” (…) “Akranları başka şeyler öğrenirken Estha ve Rahel, Tarih’in kendi koşullarını nasıl tartıştığını ve yasalarına karşı gelenleri nasıl cezalandırdığını öğrendiler. Onun tiksindirici tok sesini duydular. Kokusunu koklayıp asla unutmadılar. Tarih’in kokusu. Tıpkı rüzgârla gelen bayat gül kokusu gibi. Sıradan şeylerin içinde sonsuza dek gizlenecekti. Elbise askılarında. Domateslerde. Yoldaki asfaltta. Bazı renklerde. Bir lokantadaki tabaklarda. Sözcüklerin yokluğunda. Ve gözlerdeki boşlukta.”[1]

Arundhati Roy, Küçük Şeylerin Tanrısı, s. 66-69

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments