Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaTarihGenel TarihBüyük köle ayaklanmasının önderi - Spartaküs

Büyük köle ayaklanmasının önderi – Spartaküs

Adını günümüzdeki Trakya’ya veren Traklar; Bulgaristan tarihçilerine göre Ön- Bulgarlar,  bölgenin en eski halklarındandırlar. Tarihin babası Herodotos (İ. Ö. 490- 425), Traklardan sık sık sözetmektedir. Herodotos’un anlatımlarından Traklar’ın o yıllarda farklı aşiret yapıları içinde orta barbarlık aşamasında yaşayan bir halk olduğu anlaşılmaktadır. Yine aynı anlatımlardan Traklar’ın sonderece yiğit ve cocukca bir halk oldukları ortaya çıkmaktadır.

Yapıtının biryerinde Herodotos, Büyük Dareios’un İskitler’e yönelik başarısız seferini (İ. Ö. 513- 512) anlatırken bir Trak aşiretinden sözetmektedir… Daha Istros’a (Tuna Nehri) varmadan önce Dareios’a direnen Getai adlı bu Trak aşiretinden, “Ölmek istemeyen halk” olarak sözetmektedir Herodotos. Tarihin babası, onların çocukça inançlarını şöyle anlatmaktadır:

“…Ölümlü olduklarına inanmazlar. Ölenin  tanrısal ruh Zalmoxis’e veya diğer adıyla Gebeleizis’e kavuşacağına inanırlar. Her beş yılda bir içlerinden birini kura ile seçip Zalmoxis’e haberci olarak yollarlar. Habercinin görevi halkın dileklerini iletmektir. Aralarından üç kişi ellerinde küçük mızraklarla ortaya çıkar. Diğerleri haberciyi ellerinden ve ayaklarından tutarak kaldırıp mızrakların sivri uçlarının üzerine bırakırlar. Eğer haberci ölürse, tanrının bu kişiden hoşnut olduğu anlaşılır. Ölmezse eğer,  haberciye kızarlar, onu kötü niyetli olmakla suçlarlar ve yerine bir başkasını yollarlar. Şimşeğe ve yıldırıma karşı gökyüzüne ok atıp tanrılarının gözünü korkutmaya çalışan Traklar bunlardır. Zira onlar kendilerininkinden başka tanrının bulunabileceğine inanmazlar.”

Heredotos’un yukarıdaki anlatımını okuyanların neler düşünebileceklerini bilemiyorum ama, doğrusu Trakları çok sevdiğimi ifade etmekten ve “kafa dengiymişler” demekten kendimi alamıyorum.

Değişik bazı kaynaklardan edindiğim eksik bilgileri özetleyecek olursam, Traklar’ın kuzeyin savaşçı suvarileri göçebe İskitler’in ve daha sonra bölgeyi kolonileştirecek olan Grekler’in etkileri altında kaldıklarını rahatca söyleyebilirim. Şüphesiz Grekler bölgeye Traklar’dan çok sonra, İ. Ö. Yaklaşık 2000 yıllarında kuzeyden göçederek yerleşmiş Hint- Avrupai aşiretlerdir. İkinci yığınsal Grek göçleri veya Dor göçleri de İ. Ö. 1000’li yıllar da gerçekleşmiştir. Ayrıca yine bölgenin en eski halklarından olan İlliryalılar’ın (Arnavutlar), Traklar üzerlerindeki etkilerinden sözedilmektedir.

Makedonyalı Büyük İskender’in İ. Ö. 330’lu yıllarda doğuya başlattığı sefere Traklar’da İlliryalılar gibi paralı askerler olarak süvari birlikleri ile katılmışlardır. Bölge, İsa’dan yarım yüzyıl kadar önce tamamen Roma İmparatorluğu’nun denetimi altına girmiştir…

İsa’dan 500 yıl kadar sonra Karpatlar’dan Slavlar (Güney Slavları) bölgeye, Balkanlar’a inmeye başlamışlardır. Ve ardından, yaklaşık 150 yıl kadar sonra, Karadeniz’in kuzeyindeki Türk boylarından olan Bulgarlar, Kağan Asparuh’un komutasında 679’da Tuna’yı geçerek günümüz Bulgaristan’ına, Traklar’ın ve kendilerinden önce gelmiş olan Güney Slavları’nın yaşadıkları Doğu Roma (Bizans) iktidar alanına girmişlerdir. Asparuh komutasındaki Bulgar ordusu, Burgaz yakınlarındaki Güneşli Kıyı’da, Doğu Roma (Bizans) ordusunu yenerek yeni yurtlarının kapısını açmıştır.

Türkçe konuşan Şamanist Bulgarlar, kendilerinden yüz yıl kadar önce gelmiş ve toplumsal gelişmenin daha üst basamaklarında olan, tarımla uğraşan Güney Slavları ile 681 yılında konfederatif Bulgar devletinin temellerini atmışlardır. Konfederasyon’da asıl olarak savunma görevini üstlenen bu ilk Bulgarlar, süreç içinde Traklar, Visigotlar (Batı Gotları, Almanlar’ın atalarından), Slavlar ile karışmışlar, güney Slavları’nın kültürü içinde erimişlerdir. Onların dillerini konuşmaya başlamışlardır. Ve şüphesiz Traklar onlardan, Bulgarlar’dan çok önce tarih sahnesinden çekilip kaybolmuşlardır.

Profösör Barbara McManus’un, Jonathan Lim’in, N. S. Gill’in, diğer başka bazı tarihçilerin ve yazar Howar Fast’ın, yazar A. Koestler’in anlatımlarını -zor ve gereksiz adları çıkartarak- özetleyecek ve bunlara başka bazı bilgilerle birlikte kendi yorumlarımı da ekleyecek olursam, Spartakus ile ilgili süreçten kısaca şu şekilde sözedebilirim…

İ. Ö. 72’de silahlı güçleri henüz 70 bin kişi civarında iken Spartakus, Roma Senatosu’nun iki ayrı komutanla birlikte yolladığı dört lejyonu yenmiştir. Ardından merkezi İtalya’da konsüllere ait bir orduyu yenmiş ve sonra kuzeye dönerek bir zafer daha kazanıp Alpler’in yolunu açmıştır. Fakat Galyalı ve Germen köleler bu yolu reddedince, güneye dönmek zorunda kalmıştır. Bu dönemde Spartakus’un silahlı gücü 120 bin kişiye ulaşmıştır. Yolu üzerinde karşılaştığı, Crassus komutasındaki altı lejyonun ve ayrıca konsullere ait dört lejyonuun birleşmesinden oluşan büyük askeri gücü yenmiştir…

Spartaküs komutasındaki köleler, Çizme’nin Sicilya’ya en yakın yerine, Mesina’nın karşısına dek inmişler ve İ. Ö. 71’de burada bir yerleşim merkezi kurmuşlardır. Spartakus, Sicilyalı korsanlarla ilişkiye geçerek güçlerini gemilerle karşı tarafa geçirmeyi hesaplamıştır ama, korsanlar tarafından aldatılmıştır. Sonuçta Spartaküs zaman yitirmiştir… Spartaküs için boşa geçen bu süre içinde Roma, İspanya’dan yeni lejyonlar getirtmiştir. Spartakus’ün cephesinde ise, disipline gelemedikleri için O’nu tiranlıkla suçlayan Galyalı ve Germen köleler birlikten kopmuşlardır. Spartaküs’ün saflarından kopanlar, Roma’yı yenebilmek için Roma gibi düzenli, örgütlü ve disiplinli olmak gerektiğini kavrayamayan “aşağı barbar”lıktan gelme tamamen özgür düşünce yapısına sahip kölelerdir.

Roma artık Spartaküs’u korkuyla ciddiye almaya başlamıştır… Spartaküs’ün çok akıllı, eğitilmiş ve askeri bir dehaya sahip olduğu söylenmektedir. Yönetimden hoşnutsuz bazı Romalı aydınların Spartaküs’ü desteklediği yönünde bilgiler vardır. Ayrıca, yine merkezi yönetimden, Roma’dan hoşnutsuz bazı liman kentlerinin de Spartakus ile ilişki içinde oldukları bilinmektedir. Bunlar, ticaretle uğraşan ve Roma’ya vergi ödeyen kentlerdir.

Sonuçta kaçamayacağını anlayan çaresiz Spartakus, bu kez yeniden kuzeye dönmüş ve Roma üzerine yürümüştür. Fakat artık gecikmiştir ve düşmanının toparlanmasına olanak sağlamıştır… Diğer yandan, Galyalı ve Germen köleler birlikten kopmuşlardır…

Spartaküs imdatlarına yetişemeden, Crassus’un ordusu, Spartaküs’ün saflarından kopmuş olan Galyalı ve Germen kölelerin oluşturdukları güçleri yakalayıp ezmiştir… Crassus’a bağlı ordunun bazı parçaları karşısında kazanılan ufak zaferlerin ardından, parçalanarak zayıflamış olan Spartakus güçleri, Crassus’un asıl büyük ordusu ile güney İtalya’da, Siler nehri yakınlarında karşı karşıya gelmiştir… Crassus’un ordusunda, ileride pleplerden (Roma ordusunun temelini oluşturan küçük toprak sahibi özgür vatandaşlar) yana bir tiran olacak ve ardından Latifundistler’in (büyük toprak sahipleri) komplolarına, cinayetlerine kurban gidecek olan genç Yul Sezar’da (Julius Caesar) vardır.

Kölelerin bu son savaşlarında Spartakus’un öldüğüne inanılmıştır ama, ölüsü asla bulunamamıştır… Profösör B. McManus’un zamanın Romalı tarihçisi Appian’dan aktardığına göre, esir alınan 6 000 köle, ünlü gladyatör okulunun bulunduğu Capua kenti ile Roma arasındaki Appian Yolu üzerinde çarmıha gerilmişlerdir.

Sayıları yaklaşık 5 000 kadar olan köle kuzeye doğru kaçabilmişlerdir ama, İspanya’dan Crassus’a destek amacıyla gelmekte olan Pompey komutasındaki ordu tarafından Roma’nın kuzeyinde elegeçirilmişlerdir… Haklı başkaldırının bastırılmasında asıl rolü Crassus oynamış olmakla birlikte, heriki askerde, Crassus ve Pompey, Senato’ya konsul seçilerek ödüllendirilmişlerdir. Ve Roma bu büyük başkaldırıdan sonra yapısında, kolonileri ile olan ilişkilerinde reform yaparak günümüzdeki emperyalist ilişkiler ağını çağrıştırır bir örgütlenmeye gitmiştir. Sömürgelerinde -birölçüde tatmin ettiği- işbirlikçi güçler yaratmış ve asıl olarak iktidarını bunlara dayandırtmıştır. Esas itibariyle kolonilerindeki işbirlikçi güçlere dayanarak varlığını güvenlik altına almıştır.

Zamanına göre en üstün bilgilere ve teknolojiye sahip olmasına, en mükemmel örgütlenmeyi gerçekleştirmesine karşın, sistemin temellerinin sömürü ve baskıya dayanıyor olmasından kaynaklanan antagonizmalar (toplumsal uzlaşmazlıklar) sonucu Roma İmparatorluğu yıkılmaktan kurtulamamıştır. Bu kanlı karmaşık uzun süreci mümkün olduğu kadar doğru biçimde bir- iki cümle ile soyutlamaya çalışırsak, şunları söyleyebiliriz…

Köle emeğinin verimsizliği, büyük toprak sahiplerinin (Latifundistlerin) Roma ordusunun temelini oluşturan küçük toprak sahibi özgür vatandaşlar (plepler) aleyhine sürekli şişmeleri, pleplerin çöküşleri ile birlikte biryandan ordu zaafa uğrarken diğer yandan hoşnutsuz yarı aç ve işsiz yığınların doğması, Roma ekonomisini temellerinden sarsmıştır. Ekonominin yediği darbe, orduyu ve donanmayı zayıflatmıştır. Sistemin merkezindeki bu zaaf, kolonilerle olan ticaretin zaafa uğramasına, kolonilerin denetlenmelerinin güçleşmesine ve sonuçta kolonilerdeki bağımsızlık eğilimlerinin, başkaldırıların artmasına neden olmuştur. Diğer yandan, medenileşmiş, veya bir başka ifadeyle sınıflı topluma geçerek artık ürünle derin bir işbölümünü ve köleliği başlatmış olan toplumlara özgü sosyal çelişkilerle dolu Roma, dışındaki henüz medenileşememiş “barbar” toplumların sürekli hedefi olmuştur. Roma’nın sınırları dışındaki henüz medenileşmemiş, göçebe, yarı göçebe toplumlar, veya bu katagorilerin değişik aşamalarındaki orta ve yukarı “barbar” Germen ve Kuzey Asyalı halklar, büyük bir nefretle Roma’ya sürekli saldırmışlardır. Güçlü olduğu dönemlerde bu barbar toplulukları ezebilen, birbirlerine karşı kullanabilen, veya paralı asker olarak kullanabilen Roma, zayıfladığı yıllarda dışından gelen bu “barbar” saldırıları karşısında ağır yenilgilere uğramıştır. Yukarıda özetlenen içteki toplumsal uzlaşmazlıklar ve çürüme ile dıştan gelen bu barbar akınları birleşince, Batı Roma’nın sonu kolayca gelmiştir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun ömrü ise -bilindiği gibi- daha uzun olmuştur. Roma son nefesini 1453 yılında Türklerin elinde vermiştir…

Parçalanan Batı Roma İmparatorluğu’nun kalıntıları olan Latifundistler’den (büyük toprak sahipleri), Batı’nın bölünmüş feodal sistemi doğmuştur… Bu satırları yazanın yüreği ise, neyin ne olduğunu hiç anlamadığı zamanlardan beri Roma’ya karşı olmuş, Roma’dan nefret etmiştir. Roma’ya başkaldıranları sevmiştir.

Karl Marks’ın en sevdiği, hayranlık duyduğu tarihi karakter olan Spartaküs’ün “kazansa” bile yenilmiş olacağı gerçeğini kavramak gerekir. Çünkü, Spartaküs savaşı kazansa idi, zorunlu olarak yıktığının yerine geçecek ve süreç içinde onun gibi olacaktı… Tarihin tekerleği, karmaşık helezoni bir yol izleyerek Spartaküs’ün ve peşindeki kölelerin temsil ettikleri ve insan soyunun çocukluğu olan göçebe veya yarı göçebe özgür “barbarların” dünyasının aleyhine dönmekteydi…

Değişik medeniyetler, sahip oldukları teknoloji ile insanların doğa üzerinde artan ölçülerde hakimiyet sağlamalarına yardımcı olmuşlardır. Bu anlamda insan soyunun özgürlüğünü sürekli geliştirmişlerdir. Fakat diğer yandan, gelişmekte olan bilimin ve teknolojilerin ve bunların yardımıyla doğan artık ürünün sadece imtiyazlı sınıflar tarafından denetliyor olması, üretim araçlarının özel mülk haline getirilmesi, insanlığın çoğunluğunun toplumsal anlamda köleleşmesinin ve her türden toplumsal baskının, haksızlıkların, işkencelerin yolunu açmıştır. Kısacası, olumlumluluklarının yanında, medeniyetlerin insanlara derin acılar veren yüzleri de vardır. Bu ikinci yüzleriyle, insanların çoğunluğunun özgürlüklerini ellerinden alan ve onları acılarla dolu tutsaklıklara mahkumeden yüzleriyle medeniyetler, halen aynı yollarında yürümektedirler… Tam bilincinde olmadan medeni dünyanın sözkonusu baskıcı yapısına başkaldıran Spartakus’un ve diğer kölelerin temsil ettikleri toplumsal anlamda özgür ama, teknolojik olarak geri -ilkel komünist- dünya, daha o yıllarda hızla yokoluş sürecine girmişti. Kısacası, barbarlar herhangi bir medeniyeti yıksalar bile, ya onun yerini alarak yenilecekler, ya da bir süre sonra yine aynı sorunla yüzyüze kalıp yokolocaklardı. Spartaküs’ün özgürlük düşü, bilimin ve teknolojinin çok çok daha ileri olduğu aşamalarda, belki binlerce yıl sonra enternasyonalist modern komünist bir dünya da gerçek olabilecektir. Ve o dünyaya ulaşılıncaya dek, Spartaküs’ün haksızlıklara yönelik başkaldırısı tüm haklı başkaldırıların esin kaynağı olmayı sürdürecektir…

Yukarıda ifade edilen gerçeği analiz edebilecek durumda olmayan Spartaküs ve yandaşları, kendilerini köleleştirmiş olan medeniyetin elinden kurtularak yokolma süreci içindeki eski dünyalarına, insan soyunun özgür mutlu çocukluk günlerine dönmeyi özlemekteydiler sadece. Kaçıp kurtulabilselerdi bile, temsilettikleri dünya, sonuçta, beş, on veya otuz nesil sonra yokoluştan kurtulamayacaktı…

Yolları tıkanınca, Spartaküs, Roma’yı yıkarak onun yerini almak gerektiğini, veya başka çaresi kalmadığını anlamıştır. Roma’yı taklit eden bir disiplini köleler üzerinde uygulamaya kalkışmıştır. Bu ise, Spartaküs’ü “Roma’nın yerini almakla”, “tiranlıkla” suçlayan Galyalıların ve Germenlerin kopmaları sonucunu doğurmuştur. Ve gerçekten de Spartaküs Roma’yı yenme olanağına sahibolsa idi, belki başlangıçta göreceli daha adaletli bir sistem oluşturacaktı ama, sonuçta Roma’yı yeniden bir başka adla ve belki daha da güçlü olarak diriltmekten öte çıkış yolu bulamayacaktı. Bu yol ise Spartaküs’ün “kazanarak” yenilmesi demekti sadece… Tarihleri boyunca Türkler ve akraba Asyalı topluluklar benzer süreci, “kazanarak” yenilme sürecini üst üste çok yaşamışlardır…

Bazı solcu karakterler iyi niyetle ve çoğu zaman kulaktan dolma bilgilerle Spartaküs ile Şeyh Bedreddin arasında paralelelikler kurmaya çalışmaktadırlar. Aslında, bu ikisinin, Spartaküs ve Şeyh Bedreddin’in haksızlıklara karşı olmanın ötesinde ortak yanları yoktur. Bu konuya şimdi girmeyeceğim ama, Şeyh Bedreddin olayının Spartaküs’den tamamen farklı katagoride tarihsel bir gerçek olduğunu ifade etmeliyim.

İki tanınmış yazar tarafından, Spartaküs üzerine, iki ayrı roman yazılmıştır. Sözkonusu romanların aralarında bazı paralellikler olmasına karşın, yine de bunlar tamamen farklı yapıtlardır. Bunlardan birincisi ve bence daha ilginç olanı, Arthur Koestler (1905- 1983) tarafından 1939’da kaleme alınmış ve aynı yıl basılmış olan The Gladiators (Gladyatörler) adlı romandır. Koestler’in ilk romanı olan ve türkçesi de bulunan kitap, Spartaküs ayaklanmasını bilinebilen tarihi gerçeklere dayanarak şiirsel bir üslupla anlatmaktadır.

Henrik K. Koestler adlı mucid (buluşları olan) ve endüstrici varlıklı bir Yahudi babanın oğludur Arthur Koestler. Babası gibi annesi de Yahudi asıllıdır ve Budapeşte’de doğmuştur. Viyana üniversitesinde eğitim görmüştür… Arthur Koestler, 1920’li yıllarda birsüre Ziyonist eylemin etkisinde kalarak Filistin’de bulunmuştur. Sonuçta bu akımdan uzaklaşmış ve Yahudi dinini terkederek gazeteciliğe başlamıştır. Ardından, 1932 yılında, Alman Komünist Partisi’ne üye olmuştur… İspanya içsavaşı yıllarında Arthur Koestler, “sağcı gazeteci” kimliği ile partisi tarafından casus olarak Frankocu faşistlerin arasına yollanmıştır. Fakat şüphe üzerine tutuklanıp hapsedilmiştir. Cumhuriyetçilerin esirleri ile değiştirilerek ölümden kurtarılmıştır. Ünlü Moskova duruşmaları sırasında, 1938’de Stalin’in çizgisine tepki duyarak partisinden istifa etmiş ve “komünist” ideolojiden uzaklaşmıştır.

Spartaküs adlı diğer roman, 1914 yılında New York’da bir işçinin oğlu olarak doğan ünlü Amerikalı yazar Howard Fast tarafından 1951 yılında kaleme alınıp aynı yıl basılmıştır. Daha çok tarihi romanları ile tanınan Howard Fast’ın bu yapıtı, Dalton Trumbo tarafından senaryolaştırılmış ve ünlü yapımcı Stanley Kubrick tarafından 1960 yılında film olarak üretilmiştir. Seyredenlerin bildikleri gibi, Spartakus rolünü Kirg Douglas oynamıştır.

Köleliğe başkaldırısı ile her dönemde ezilenlerin, tüm haklı başkaldırıların sembolü olan Spartaküs, proletaryanın haklı başkaldırısı içinde bayrak olma niteliğini korumuştur… Spartaküs’ün ve diğer kölelerin özlemini duydukları kaybedilmiş cennet, insanlığın o güzel ve özgür çocukluk yılları, elbette ileride, zamanı olgunlaşınca, tüm sınıf, cins ve soy farklarının yokolduğu bir dünyada en ileri teknolojilerin üzerine basarak ve en üst düzeyde gerçekleşecektir…

Ünlü halk ozanı Kazak Abdal’ın “Gördüğü düşü hayra yoranın da avradını…” diyen dizelerini haklı çıkartacak bir dünyada yaşıyor olsakta; ahmakca dinsel inancı, doğmatizmi yeren Voltaire’nin Kandid’ine özgü bir iyimserliğin günümüzde asla yeri olmasa da; Kandid vari bir iyimserlik ancak ahmaklara özgü olsa da, Spartaküs’ün özgürlük düşü birgün gerçek olacaktır. Barışçı, sınırsız ve eşitlikçi bir dünya için mücadele hiç bitmeyecektir. Sınıflı toplumla birlikte devrilmiş olan “Pandoranın Kutusu”nun dibinde kalan umut, kanatlanarak tüm gezegeni kucaklayacak güce mutlaka erişecektir

Yusuf Küpeli

 

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments