Emperyalist-kapitalist sistemin küresel ölçekte içine girmiş olduğu ekonomik kriz ve bununla bağlantılı olarak gittikçe kızışan emperyalist paylaşım kavgası, istisnasız bütün burjuva devletleri bir iç ve dış savaşa hazırlanmaya itiyor. Militarizm ve silahlanma yarışı tüm kapitalist devletleri içine çekiyor ve şiddetlenen çelişkilerin basıncı altındaki emperyalist-kapitalist sistem gericileşerek saldırganlaşıyor. Pek çok kapitalist ülkede peş peşe baskıcı yasalar çıkıyor, gerici, ırkçı, faşizan uygulamalar yaygınlaşıyor. Faşist diktatörlüklere has birçok uygulama, sıradanlaştırılıp kanıksatılarak günlük hayata sokuluyor. Burjuvazinin işçi- emekçi sınıflar ve kendisine muhalefet eden güçler üzerindeki baskıyı gittikçe arttırması boşuna değildir.Bunalım derinleştikçe sınıf hareketinin yükselerek kendi düzenini tehdit eder bir hal alabileceğini bilen burjuvazi, şimdiden önlemlerini almakta, faşist çeteleri tahkim etmekte ve faşizm silahını kınından çıkarıp yağlamaya başlamaktadır.
Türkiye’de de burjuvazi ne zaman başı sıkışsa, toplumsal muhalefeti bastırmak için faşist çeteleri ve katiller sürüsünü devreye sokmuştur. ‘80 öncesinde devrimci sınıf hareketini, sonrasında ise Kürt halkının haklı mücadelesini ezmek için burjuva devletin en önemli yardımcısı ve silahı, MHP’de cisimleşen ülkücü-faşist[1] hareket olmuştur. Bu faşist parti, bugün de yükseltilen milliyetçi-şoven dalganın başta gelen “sivil” ayağını oluşturuyor, tertiplenen provokasyonlar için gerekli insan kaynağını düzen güçlerine temin ediyor. Ve yarın da devrimci sınıf hareketi tekrar yükselişe geçtiğinde, devrimcilere ve öncü işçilere saldırmak üzere sırasını bekliyor.
Bu yüzden ülkücü-faşist hareketin burjuva düzenin diğer sağ-milliyetçi partilerinden ve güçlerinden ayrı bir yeri olduğu iyi anlaşılmalıdır. Faşist partiler ve onların altındaki legal-illegal tüm örgütlenmeler, çeteler, mafyatik yapılanmalar vb. hepsi de burjuvazinin iç savaş aygıtıyla organik bir bağ içerisindedir. Yeri geldiğinde bizzat burjuva devlet tarafından kurulur, desteklenir ve önü açılır. Devrimci yükseliş dönemlerinde, burjuva devletin kolluk güçleri devrim güçlerini yenilgiye uğratmakta yetersiz kalmaya başladığında devreye faşist çeteler ve faşist terör girer. Faşist hareket ve parti aracılığıyla burjuvazi, karşı-devrimci örgütlenmesine kitle tabanı sağlamaya çalışır ve şartlar uygunsa –toplumsal krizin devrimci
yoldan çözüleceğine dair umutlar yitirilmeye başlandığında– bunu belli ölçülerde başarır.Dolayısıyla Türkiye’de de ülkücü-faşist hareketin olağan dönemlerdeki görece atıllığına ve uysallığına bakıp aldanmamak gerekir. Görece diyoruz, çünkü en “uysal” olduğu dönemde bile faşist çeteler burjuva devletin kirli ve illegal işlerini görmeye, burjuvaların emrinde grev kırıcılığı yapmaya, onlara korumalık ve bekçi köpekliği yapmaya devam ederler. Bu açıdan bakıldığında ülkücü-faşist hareket her daim, toplumsal muhalefetin ve devrimin başına indirmek için burjuvazinin elinin altında tuttuğu kanlı sopasıdır. Ülkücü-faşist hareketin geçmişte yaptıkları, gelecekte yapacaklarının da teminatıdır.
Turancılıktan Nazizme, ülkücü-faşist hareketin ideolojik kökeni
Türkiye’de faşist hareketin neredeyse 70 yıllık bir mazisi var. Bu mazi, faşizmin en ilkel ve insanlık dışı fikirleriyle, binlerce devrimcinin, işçinin, ilerici aydının kanıyla, sayısız katliam ve kıyımla doludur. Devrimin ve devrimci işçi sınıfının can düşmanı olan faşizm, bu karşı- devrimci doğasını en başta söylemiyle, ideolojisiyle ortaya koyar. Faşizmin her ne kadar bütünlüklü ve tutarlı bir ideolojisi olmasa da, hatta tamamen demagojik söylemlerle dolu ve oportünist, eklektik bir yapıya sahip olsa da, sonuçta muradını ortaya koymaya yetecek kadar açık ve nettir. Amaç devrimci sınıf hareketini ezerek burjuvaziyi krizden kurtarmak olduğundan, zaten kendi içinde tutarlı bir ideolojiye de ihtiyacı yoktur. Bonapartizmden
Faşizme adlı kitabında faşizmin son derece özlü ve özgün bir tahlilini yapmış olan Elif Çağlı,faşist ideolojinin işlevini şöyle açıklıyor:
Faşist hareketler örgütlenir ve iktidara tırmanırlarken, küçük-burjuva kitleleri peşlerine takmak için pek çok demagojik unsurla bezenip kendilerini özgün bir ideolojik ya da siyasal akım olarak sunmaya ihtiyaç duyarlar. (…) Faşizm iktidara tırmanırken bir küçük-burjuva ideolojisine sahipmiş gibi görünür. Fakat iktidara geldiğinde, onun bu oportünist ideolojisinin aslında burjuva egemenliğinin olağanüstü koşullarda sürdürülmesini amaçlayan bir demagojiler yığını olduğu ortaya çıkar. (…) Faşizm iktidara tırmanırken kitleler üzerinde etkili olabilmek için kendini küçük-burjuva kitlelerin özlemlerine uyarlar. Ayrıca farklı
yöntemler uygulayarak işçi hareketine doğru da uzanır. (…) İktidara tırmanırken başvurduğu anti-kapitalist demagojilerle ve küçük-burjuvaziyi cezbetmeye yönelik uçuk tarihi fantezileriyle, faşizm özgün bir küçük-burjuva siyasal akım olarak görünebilir. (…) Ama tüm bu yalan kampanyalarının ardında, sermayenin gerçek akıl hocaları planlarını sinsice hazırlayacak ve faşizm işini, finans kapitalin o dönem öne çıkmış ihtiyaçları doğrultusunda gayet de bilinçli olarak yürütecektir. (s.144-147)
Faşizmin demagojik söyleminin temel unsurları; burjuva devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik, militarizm ve azgın bir anti-komünizmdir. Ülkücü-faşist hareket söz konusu olduğunda da durum aynıdır. Ülkücü-faşizmin ideolojisi de, devleti kutsayan,komünizmi milliyetçiliğe ve burjuva devlete karşı olduğu için en büyük düşman ilan eden, Türk ırkını “üstün ırk” olarak gören ırkçı ve şoven bir anlayışa dayanır. Türk faşizminin ideolojik kökü Türkçü-Turancı düşüncede ve Alman Nazizminde aranmalıdır. Sonradan (60’lı yıllardan itibaren), dönemin konjonktürüne uygun biçimde ve kitleselleşme gayesiyle bağıntılı olarak İslami motifler de işin içine katılmış ve bir Türk-İslam sentezi yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak bu, temelde yatan ırkçı-milliyetçi düşünceyi ve faşist bir devlet düzeni idealini ortadan kaldırmamış, yalnızca ona eklemlenmiştir. Devlet kavramı, ülkücü-faşist hareket açısından merkezi ve hayati bir önem taşır. Bu açıdan, ülkücü-faşizmin tarihsel olarak bağlandığı Türkçü-Turancı düşünceye bakıldığında, 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen bu akımın temelinde de “devleti korumak ve kurtarmak” refleksinin yattığı görülür. Bu refleks, ülkücü-faşist hareketin tüm dönemlerine damgasını vurmuş ve burjuva devletin hizmetinde, onun “yardımcı” yahut “sokaktaki” gücü olmak pratiğiyle de örtüşmüştür.Ülkücü-faşist ideolojinin bir diğer unsuru olan “Turan” ülküsü de, “devleti kurtarma” refleksinin uzantısı olarak Türk ırkına dayalı bir milletin oluşturduğu bir devlet kurma fikrinin somutlanışıdır. Turancılık adı verilen bu akım, 1910’lu yıllarda Çarlık Rusya’sında yaşayan ve “Türklerin yaşadığı bütün toprakların tek bir Türk devleti altında birleştirilmesi” idealini savunan Türkî aydınlar (Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura vs.) tarafından yaratılmış ve Osmanlı’daki Türkçü aydınların da bunlardan etkilenerek milliyetçi fikirleri savunmaya başlamaları yüzünden Türkçülükle özdeşleşmiştir. Son derece uçuk bir tarihi fantezi olsa da, dönemin en önemli siyasi gücü olan İttihat ve Terakki Partisi tarafından sahiplenilmesi, Turancılığın resmi ideoloji ve “Turan” idealinin de devlet politikası haline gelmesine yol açmıştır. I. emperyalist paylaşım savaşı, yarattığı sonuçları itibariyle “Turan” idealinin Turancılık fikriyle beraber sönümlenmesini sağlamış, fakat Zeki Velidi Togan ve Nuri Killigil[2] gibi bazı ırkçı-Turancı düşünürler bu akımı yeniden canlandırarak 30’lu yıllara kadar taşımış ve Avrupa’da yükselen Alman Nazizmi ile harmanlayarak ülkücü-faşist hareketin düşünsel temellerini atmıştır. Bu tarihten itibaren faşist kadrolara Nihal Atsız,Reha Oğuz Türkkan, Orhon Seyfi Orhon, Rıza Nur, Fethi Tevetoğlu gibi isimler de katılmıştır.Özellikle Nihal Atsız’ı, bu meyanda faşist hareketin Türkiye’deki kurucusu ve ideologu olarak anmak yanlış olmaz.
30’lu ve 40’lı yıllar hem dünyada hem de Türkiye’de faşist düşüncenin ve siyasetin yükselişe geçtiği dönemlerdir. Alman ve İtalyan faşizminin iktidara gelmesi Türkiye’de de faşist kadroların canlanmasını sağlamış, faşist ideolojinin ve devlet anlayışının birçok unsurunun TC devletinin resmi ideolojisiyle örtüşmesinin de etkisiyle, devlet bürokrasisinin üst katmanlarında kendine yandaşlar bulmuştur. Türkiye’deki tek parti diktatörlüğü döneminden vereceğimiz bazı örnekler bu bağlamda açıcı olacaktır. CHP’nin iktidarı elinde tuttuğu bu dönemde parti-hükümet-devlet iç içe geçmiş ve özdeşleşmişti. CHP’nin 1935’teki kongresinde, “Türkiye toplumunun tüm bireyleri” parti üyesi sayılmış, toplumun manevi varlığının ifadesi olan “ulus”un parti içinde toplandığı, partinin “ulus” ve dolayısıyla devlet anlamına geldiği söylenmişti. Hatta 1936 tarihli bir genelgeyle partinin genel sekreteri İçişleri Bakanı, il başkanları da vali olarak atanmıştı. Böylesi bir korporatizmle birleşen devletçi ve bürokratik muhafazakârlık, resmi ideolojinin faşizan fikirlerle ne denli örtüştüğünün göstergesidir.
40’lı yıllara gelindiğinde, faşist kadrolar bir yandan hükümeti ve yüksek bürokrasiyi etkilemeye çalışıyorlar, diğer yandan da (özellikle Nuri Killigil aracılığıyla) ordu içinde örgütlenmeye uğraşıyorlardı. Amaçları, Nazi Almanya’sının baskısı ve askeri bir darbe aracılığıyla iktidarı ele geçirmekti. Bu dönemde Nazi Almanya’sı Türkiye’deki faşistleri siyasi ve mali yönden desteklemiş, devlet içindeki etkinliklerini arttırmaları için çaba sarfetmiştir.
Türkiye’nin dış politikası da görünürde tarafsız ama gerçekte Alman yanlısı olduğundan,faşist kadrolar önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. İhracat ve ithalatta Almanya’ya öncelik tanınıyor, halk açlıktan kırılıp kuyruklarda sefillik çekerken buğday ve çeşitli gıda maddeleri Almanya’ya ihraç ediliyordu. Hatta “milli şef” İnönü Alman büyükelçisi Von Papen’e, komünizme karşı mücadelede ve SSCB konusunda ortak politikalara sahip olduklarını, Alman ordularının Sovyetler’i yenmesi maksadıyla Türkî bölgelerdeki “kandaşları” ile görüşeceklerini ve Alman ordularına yardımcı olmalarına aracılık edeceklerini söylüyordu.
Hükümetten üst düzey bürokratlara kadar pek çok kişi açıkça Nazi yanlısı fikirler ileri sürmekten çekinmiyordu. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, General Hüsnü Erkilet gibi isimlerin Nazi yanlısı tutumlarının yanı sıra Cumhuriyet, Tasvir ve Vakit gibi birçok gazete de Pan-Turanist ve ırkçı bir temelde Nazi Almanya’sının propagandasını yapıyordu. Saraçoğlu, “ben Türkçü bir başbakanım… Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir” diye konuşuyordu. Burjuva devlet bir yandan kendini Nazi Almanya’sına ispatlamak için TKP’lilere ve solculara kan kustururken, diğer yandan askeri-sivil okullara yahut devlet dairelerine alınacak kişilerde “Türk ırkından olmak” gibi şartlar aranmaya başlanıyor, ders kitaplarında açıkça
Turancılık-ırkçılık propagandası yapılıyordu.
Ne var ki, 1944 yılından itibaren Nazi ordularının Sovyet güçlerince püskürtülmesi ve Almanya’nın yenilgisinin kesinleşmesi üzerine her şey bir anda değişti. İşin aslı, başındanberi savaşı kazanacağına inandığı Almanya tarafına oynayan burjuva devlet, savaşın sonucu belli olur olmaz Nazi ve faşizm karşıtı sulara dümen kırdı. Bunun siyaset arenasındaki göstergesi ise 1944’teki ünlü “Turancılık Davası” ve bu davada Türk faşizminin (aralarında Alparslan Türkeş’in de bulunduğu) ünlü isimlerinin yargılanmasıdır.
Sonuç olarak, 1944 yılına kadar geçen süreç, Türk faşizminin ideolojik mayalanma dönemi olarak nitelendirilebilir. Türkçü-Turancı fikirlerin mirasıyla yetişen 40’lı yılların faşist kadroları, bu fikirleri Alman Nazizmi ile harmanlayarak bu akımın ideolojik altyapısını oluşturmuşlardır. 40’lı yılların başındaki yükselişe kadar faşist hareket dar bir kadronun başını çektiği bir fikir akımı karakterini korumuş ve daha çok Türkçüler Derneği ile Ergenekon, Gökbörü, Tanrıdağ, Orhun, Çınaraltı, Kopuz gibi dergiler etrafında
örgütlenmiştir. 40’lı yıllarda ise Nazi Almanya’sının ve devletin desteğiyle daha örgütsel bir yapıya kavuşarak, fikir akımından örgütlü bir harekete dönüşme imkânı bulmuştur. 1944’te aldığı göstermelik darbe sonucu küçük bir sarsıntı geçiren ve itibar kaybı yaşayan faşist hareket, Turancılık davasından mahkûm olanların itibarlarının 1947’de iade edilmesine rağmen, 60’lı yılların sonuna kadar nispeten durağan bir sürece girer. Bu yıllarda faşist kadrolar önce Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’nde (1948), daha sonra da Osman Bölükbaşı’nın 1954’te kurduğu Cumhuriyetçi Millet Partisinde ve daha sonra (bu partiyle Türkiye-Köylü Partisinin aynı yıl birleşerek oluşturdukları) Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi etrafında toplanırlar.
Bir iç savaş aygıtı ve karşı-devrimci güç olarak MHP’nin doğuşu
Bugün için adı ülkücü-faşist hareket ile özdeşleşmiş olan, nam-ı diğer “başbuğ” Alparslan Türkeş, her ne kadar 1944’te Turancılık davasından yargılanmış ve kısa bir süre “içerde” kalmış olsa da, 60’lı yıllara kadar faşist hareket içinde tanınan veya bilinen biri değildi. Oysa onun hayatına kısa bir bakış bile, Türkiye’deki faşist hareketin nasıl ve ne amaçla örgütlendiğinin anlaşılmasını sağlayacak çarpıcı örneklerle doludur. Henüz genç bir subayolan Türkeş, 1950’lerin başında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ABD’ye gönderilir ve burada 2,5 ay kalarak “özel harp, gayri nizami harp, gerillaya karşı mücadele ve gerilla savaşları” konusunda eğitim görür. Ardından 1956 yılında, bu kez NATO Türk Temsil Heyeti üyesi olarak ABD’ye bir kez daha gider ve Türkiye’nin ilk “özel harp, kontr-gerilla” uzmanlarından biri olarak 27 Mayıs darbesine kadar Genel Kurmaydaki NATO Dairesini yönetir. Açıkçası ne bu eğitim için Türkeş’in seçilmiş olması ve ne de henüz 50’li yıllarda Türkiye ve benzeri ülkelerden seçilmiş subaylara bu tür eğitimler verilmesi basit bir tesadüf değildir. Nitekim ilerleyen yıllarda kendisinin ve başına geçtiği faşist partinin üstleneceği rol dikkate alındığında, bu eğitimin işlevi daha iyi anlaşılacaktır.
50’li yıllar dünya arenasında “Soğuk Savaş” döneminin başladığı ve emperyalist kampta yer alan (NATO üyesi) tüm ülkelerde sonradan Gladio, SüperNATO, Özel Harp Dairesi vb. adlarla ortaya çıkarılacak olan kontr-gerilla/iç savaş aygıtlarının devlet içinde örgütlendiği ve faşist hareketlerle işbirliğine girdiği yıllardır. Bu örgütlenmelerde faşist hareketten seçilen unsurların yahut örneğin Avrupa’da Nazi artığı subayların kullanılması neredeyse klasikleşmiş bir uygulamaydı. Bu örgütlenmelerin amacı şöyle ifade ediliyordu: “Komünizm tehlikesine karşı sağcı eylemlerle solcu hükümetleri yıpratmak, otoriter yönetimleri güçlendirmek, komünistlerin iktidara gelmesini önlemek; bu amaçla gerekirse silahlı eylem, sabotaj ve suikastlar düzenlemek; bir Sovyet işgali durumunda özel savaş yöntemleriyle gerilla mücadelesi yürütmek ve propaganda faaliyetleri yapmak.” NATO ülkelerinde adları pek çok cinayete, suikasta, toplu katliama karışan bu iç savaş aygıtları için, ABD Savunma Bakanlığı tarafından 1967 yılında Kontr-gerilla Operasyonları adıyla basılan ve Türkçeye de “ST 31-15” yani Sahra Talimnamesi 31-15 başlığıyla çevrilen elkitabında, bu örgütlenmelerin çalışma yöntemleri hakkında şunlar yazıyordu: “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygun, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj”. Ayrıca bir not olarak şu ifade ekleniyordu: “Bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir.” Bu cümlelerden, burjuvazinin devrimci sınıf hareketine karşı nasıl bir yol ve yöntem izlediğini anlamak mümkündür.
“Soğuk Savaş” döneminde ABD emperyalizmi tarafından ortaya atılan ve bugünkü “uluslararası terörizmle mücadele” masalının o dönemdeki karşılığı olan “komünizmle mücadele”, istisnasız tüm gerici-faşizan yapılanmaların ve karşı-devrimci örgütlenmelerin temel düsturu olmuştur. Faşizmi yenilgiye uğratan güç olarak öne çıkan ve uluslararası işçi sınıfının gözünde prestiji artan SSCB karşısında ABD emperyalizmi, elinin ulaştığı her yerde bu tür faşist ve karşı-devrimci örgütlenmelerle işbirliği yapmış, bunları desteklemiş ve önünü açmıştır.
İşte geleceğin “başbuğu” Türkeş de, aldığı “özel harp” eğitimini, Türkiye’deki faşist hareketin
örgütlenmesi ve burjuvazinin hizmetine koşulması için kullanmıştır. Daha baştan emperyalizmin “Soğuk Savaş” stratejisiyle şekillenen ülkücü-faşist hareketin, Özel Harp Dairesiyle (burjuva devletin bu iç savaş aygıtıyla) organik ilişkisi çok açıktır. O kadar ki, ileride MHP’nin il ve ilçe başkanları aynı zamanda Özel Harp Dairesinin elemanı olacak ve işin aslı MHP’ye bağlı örgütler aynı zamanda kontr-gerillanın sivil milis gücünü oluşturacaktı.
Nitekim 12 Eylül 1980 sonrası açılan MHP ana davasında da, ülkücü-faşistlerin eğitim ve hazırlık çalışmalarında bir kontr-gerilla talimnamesi olan “ST 31-21”e göre hareket ettikleri ve örgütlenirken de aynı talimnamede yer alan şemaya bağlı kalarak “istihbarat komiteleri, maliye komiteleri, eğitim komiteleri, ikmal komiteleri, emniyet komiteleri, ulaştırma komiteleri, kundaklama, tahrip, silahlı baskın ve propaganda komiteleri vb.” kurdukları resmi ağızlardan teyit ediliyordu.
Daha 50’li yılların başlarında burjuva TC, “komünizme ve her türden düzen karşıtı muhalefet hareketlerine karşı” adeta kendi iç savaş örgütlenmesinin bir uzantısı olarak faşist hareketi el altından körüklüyordu. Faşist ve kontr-gerillacı Türkeş ABD’de bu eğitimleri alırken,Türkiye’de de faşist kadrolar boş durmuyor, burjuva devletin hamiliğinde örgütlenip palazlanıyorlardı. Bizzat devlet eliyle kurulan “Komünizmle Mücadele Dernekleri” bu açıdan çarpıcı örneklerdir. İlki 1950 yılında Zonguldak’ta kurulan, 1956’da Demokrat Parti’nindesteğiyle İstanbul’da da şubesi açılan ve kurucuları arasında Fethullah Gülen, Recai Kutan gibi isimlerin de yer aldığı bu faşist örgütlenmeler, 27 Mayıs 1960 darbesiyle birlikte
kapatıldılar. Ancak 1963’te İzmir’de yeniden açılacak ve 1968’e gelindiğinde şubelerinin sayısı 141’e çıkacaktı. Benzer şekilde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) aracılığıyla ve “komünizmle mücadele” şiarı etrafında üniversite gençliği de gerici-faşist harekete çekilmeye çalışılıyordu. Bu örgütlerin liderleri çoğunlukla faşist hareketle sıkı bağlar içerisindeydiler ve bir yandan “Komünizmi Tel’in” mitingleri düzenliyor, diğer yandan polisle birlikte solcu mitinglere saldırıyor, işi solcu-devrimci kişileri katletmeye kadar vardırıyorlardı.
Bu koşullar altında 60’lı yıllara gelen faşist hareket, uluslararası alanda esen “anti-komünizm” rüzgârını da arkasına alarak, burjuva devletin himayesinde ciddi bir örgütlü güce kavuşmuştu. Ancak henüz yaygın bir kitle tabanına sahip değildi ve bu yüzden de iktidar perspektifi, dışarıda ABD emperyalizminden içeride de ordunun milliyetçi-muhafazakâr kesimlerinden aldığı destekle ve tepeden bir darbe yoluyla iktidarı almakla sınırlıydı.Faşizmin bu doğrultudaki bir denemesi Türkeş ve kadrosu aracılığıyla 27 Mayıs 1960 darbesi esnasında olmuştur. Darbe sonrası kurulan Milli Birlik Komitesinde (MBK) yer alan Türkeş, birlikte hareket ettiği dar bir ekibe (Orhan Kabibay ve Suphi Karaman vs.) dayanarak ve esasen işi oldubittiye getirerek Başbakanlık Müsteşarlığı makamına elkoydu.[3] Türkeş’in başını çektiği ekip ivedi bir şekilde MBK içinde iktidar mücadelesine girişti. Amaç devleti ve toplumu korporatif tarzda yukarıdan aşağıya doğru yeniden örgütlemek ve faşist nitelikli “kalıcı ve otoriter bir rejim kurmak”tı. Cuntanın “kudretli albayı” Türkeş kitle desteği sağlayabilmek için Türk Kültür Derneklerini kuruyor, Öncü adlı bir dergi çıkarmaya başlıyor ve toplumun ideolojik yapısını faşist tarzda biçimlendirmek üzere Ülkü Kültür Birliği projesinin hayata geçirileceğini açıklıyordu. Ancak dönemin konjonktürü içerisinde Türkeş’in başını çektiği faşist kanadın başarı şansı yoktu. Nihayetinde 13 Kasımda “14’lerin tasfiyesi” gerçekleşti ve Türkeş’le ekibinin de aralarında bulunduğu 14 MBK üyesi sürgünegönderildiler.
Hindistan’a askeri ateşe olarak sürülen Türkeş, Şubat 1963’te Türkiye’ye döner dönmez ekibiyle birlikte “inisiyatifi ele geçirmek ve iktidara uzanmak” amacıyla Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine (CKMP) girdi. 1965 yılında, partinin başkanı Osman Bölükbaşı’nın istifasıyla açılan boşluktan yararlanarak ve parti içinde örgütlü faşist bileşenlerin de desteğiyle liderliği aldı. Türkeş’in başa geçmesiyle birlikte partiye faşizan ve radikal milliyetçi bir söylem hâkim oldu. Partinin ideolojik çizgisi ve anti-komünist pozisyonu netleştirildi. Türkeş tarafından hazırlanan ve “milliyetçi toplumculuk” (yani Nasyonal Sosyalizm) olarak adlandırılan anlayışı içeren “Dokuz Işık” broşürü, 1967 kongresinde partinin programatik metni haline geldi.Böylece partinin faşist kimliği de açıkça ilan edilmiş oluyordu. Türkeş’in hareketin tartışılmaz lideri olarak “başbuğ” ilan edilmesiyle birlikte, Türk faşizminin ünlü “lider-örgüt-doktrin”üçlemesi de şekillenmiş oluyordu. İki yıl sonra gerçekleşen kongrede partinin isminin değiştirilerek Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını alması, parti programı ve tüzüğünün değiştirilerek Türkeş’e olağanüstü yetkiler tanınmasıyla birlikte yeni bir sayfa açılıyordu;faşist hareketin partileşme süreci tamamlanmıştı.
1969’daki kongrede şekillenen MHP, faşist hareketin ideolojik düzleminde de bir değişimi ifade ediyordu. Hareketin “tarihi” önderi Nihal Atsız’ın temsil ettiği ırkçı-Turancı çizgide rötuşlar yapılarak Türk-İslam sentezinden oluşan bir milliyetçiliğe geçiliyordu. İşin aslı hareketin kitleselleşebilmesi açısından bu zorunluydu, çünkü salt ırkçılığa dayanan bir Türklük kimliğinin toplumda rağbet görmesi mümkün değildi. Türkeş önderliğindeki MHP,faşizmin klasik taktiğini kullanarak son derece oportünist bir yaklaşımla, taşradaki kitlelerin muhafazakâr ve dini duygularına seslenerek onlara ulaşmak ve sola karşı bir tepki uyandırarak faşist hareketin kitle tabanını yaratmak amacını güdüyordu. MHP bunu Sünniİslam temelinde gerçekleştirerek Türklük kimliğine Sünnilik-İslamlık sıfatını da ekliyor ve bu ikisini aynı faşist potada eriterek Türk-İslam kimliğinin dışına düşen tüm halkları ve etnik grupları ırkçı bir yaklaşımla dışlıyordu. O yıllarda bu çizgi ifadesini, “Tanrı dağı kadar Türk,Hira dağı kadar Müslüman” sloganında bulmuştu.Ülkücü-faşist hareketin partileşme sürecinde tepe noktasını ifade eden MHP’nin doğuşu,
tamamen anti-komünist ve faşist bir anlayış temelinde gerçekleşmiş, misyonunu da 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren yükselen sol hareketi durdurmak olarak tanımlamıştır. Bu yüzden de toplumsal muhalefet dalgasındaki her rengi komünist olarak nitelemiş, bir bütün olarak muhalefeti ve devrimci temelde yükselen sınıf hareketini pasifize etmeyi ve bastırmayı amaç edinmişti. Çizdiği yol sermayenin dönemsel ihtiyaçlarına da fazlasıyla tekabül ettiğinden, MHP’de cisimleşen ülkücü-faşist hareket kısa sürede burjuva devletin para-militer ve karşı-devrimci “sokak gücü” olarak şekillenmeye başladı.
Ülkü Ocaklarının misyonu
“Başbuğ” Türkeş önderliğindeki faşist MHP işe gençliği örgütlemekle başladı ve 1966’da kurulan Ülkü Ocaklarını geliştirmeye çalıştı. Ülkücü-faşist hareket partileşme sürecinde birçok çevre ve dernek aracılığıyla çetelerini de örgütlemiş, faşizmin klasik gidişatına uygun olarak yakın zamanda devreye sokacağı faşist terörün araçlarını da yaratmıştır. İşte Ülkü Ocakları, MHP’nin organize ettiği bu faşist çetelere “yurt” oluyor ve aynı zamanda insan kaynağı sağlıyordu. Başlangıçta üniversite gençliğinin örgütlendiği MTTB ve TMTF gibi derneklerde etkin olmaya çalışan ülkücü-faşistler, solun üniversite gençliği içindeki hegemonyasından dolayı burada istediklerini elde edemeyince kendi yandaşlarının Ülkü
Ocakları çatısı altında toplanmasını sağlamışlardı. Böylece ülkücü-faşist hareketin gençlik kollarının örgütü olarak doğan Ülkü Ocakları, ilerleyen süreçte bu niteliğini aşarak faşist terörün vurucu gücüne dönüşecekti. Çünkü bu yapı, bir gençlik örgütü olarak kurulsa da hiçbir zaman kendini gençlik ile sınırlandırmamış ve kısa sürede ülkücü-faşist harekete kan akışını sağlayan bir araç niteliği kazanmıştır.
1970’e gelindiğinde sayıları 200’ü bulan Ülkü Ocaklarında toplanan gençlere özel bir önem atfedilmiş, seçilenlere parti ileri gelenleri tarafından ideolojik eğitim verilmiş ve uzun bir süre bu çalışma partinin örgütlenme faaliyetinin temelini oluşturmuştur. Yarı askeri bir yapıya sahip olan bu örgütlenme içerisinde yetiştirilen gençler, ellerine silah tutuşturularak üniversitelere, grevlere veya solcuların etkin olduğu semtlere gönderiliyor, devrimci-solcu gençlerin, aydınların, işçilerin üzerine salınıyordu. Faşist MHP’nin temel prensibi,devrimcilerin ve solcuların bulunduğu her alanda varolmak ve onların karşısına dikilmekti.Bu amaçla özellikle taşradan yeni gelmiş köylü çocukları ya da şehrin varoşlarında yaşayan
işsiz güçsüz lümpen gençler seçiliyor, kapitalizmin ezerek bir paçavra gibi sistemin dışınaattığı bu gençlerin sisteme duydukları öfke komünizm karşıtlığına kanalize edilerek beyinleri en gerici fikirlerle yıkanıyordu. Hitap edilen sınıfsal kitle hesaba katılarak, yabancı karşıtlığı temelinde bina edilmiş bir anti-emperyalizm ve Batı karşıtlığı da dönemin MHP’sinin hâkim söyleminin bir parçasını oluşturuyordu. Bu söyleme göre, liberal kapitalizm ve komünizm aynı kefeye konuyor, ikisinin de Batıdan-dışarıdan geldiği ve Türklük-İslamlık kimliğine yabancı olduğu öne çıkarılarak, Türk halkının düşmanı ilan ediliyordu.
Gittikçe kitleselleşen devrimci-sol hareketin önünü kesmek için faşist terörden başka bir silahı olmayan MHP, yarı-legal silahlı örgütlenmeleri kurmakta da gecikmedi. Ülkü Ocaklarının yanı sıra ilki 1968’de İzmir’de olmak üzere “komando kampları” kurulmaya başlandı. Bu kamplarda teorik eğitim, judo ve komando eğitimi, emekli subaylar tarafından veriliyordu. Bu subaylar da tıpkı MHP’nin ve Ülkü Ocaklarının diğer yöneticileri gibi, ya Türkeş’in 27 Mayıs darbesi sırasında cunta içindeki ekibinden ya da Özel Harp Dairesi’nin görevlendirdiği askerlerden oluşuyordu. Amaç komünistlere, devrimcilere ve solculara karşı her türlü mücadeleyi göze almış vurucu timler yetiştirmekti. Bu faşist eğitim kamplarının
sayısı 100’e ulaşmış ve toplam 35 ile yayılmıştı. Bu kamplarda yetişen gençler ilk “stajlarını” üniversitelerdeki devrimci gençliğe taşlı, sopalı, bıçaklı, zincirli saldırılar düzenleyerek yapmışlardı. Sonraları ise işi ilerletip silahlı suikastlara vardırarak, devrimcilerin toplantılarını basıp, mitinglere saldırmaya başlamışlardı.
Kuruldukları dönemde bu kamplar, düzen partilerinin bile tepkisini çekmiş, mecliste CHP tarafından soru önergeleri verilmesine neden olmuşlardı. Ancak faşist MHP’nin bu girişimleri kuşkusuz burjuva devletin bilgisi ve ilgisi dâhilinde, hatta kimi zaman el altından kimi zaman açıktan desteğiyle yürüyordu. İçişleri Bakanlığının hazırladığı bir raporda, MHP’nin geliştirmeye çalıştığı Nasyonal Sosyalist (Nazi) düzeni inceleniyor, komando kamplarında Hitler Almanya’sının SS örgütlerinin örnek alındığı belirtiliyordu. Ama ne devlet ne de hükümet bu faşist faaliyetleri durdurmak için bir adım atacaktı. Arkasında devlet desteği olanTürkeş, komando kamplarını açıkça savunuyor ve pervasız bir şekilde “komünistler memleketi sahipsiz sanıp da sokak hâkimiyeti kuramazlar. Onların anlayacağı dildenkonuşacak memleketçi, milliyetçi çocuklar vardır. Bunun için gençlerimizi mücadeleci olarak yetiştiriyoruz” diyebiliyordu.
Böylece 70’li yıllara gelindiğinde ülkücü-faşist hareket, gerek burjuva devletin kontr-gerilla yapılanmasıyla geliştirdiği organik bağlara güvenerek gerekse de legal ve illegal örgütlenmesinin geldiği düzey itibariyle, kendini devrimci yükselişi karşılayacak ve bu yolla iktidara geçecek güçte hissediyordu. Ancak ülkücü-faşist hareketin iktidar yürüyüşü, bu kez de 12 Mart Muhtırası ile kesildi. “Başbuğ” Türkeş ne düşünürse düşünsün, burjuvazi henüz faşizmi gerekli görmüyordu. Böylece darbeyle birlikte burjuva devletin baskı aygıtları,“sokağın kontrolünü” de kendi ellerine aldılar ve faşist MHP’ye kenara çekilmesini buyurdular. Burjuvazinin bekçi köpekliğini yapmayı kendilerine görev bellemiş ülkücü-faşist güruhun başı Türkeş, hoşuna gitmese de “nöbeti şanlı Türk ordusuna devrettiklerini” açıklamak zorunda kaldı. Ancak iş henüz bitmemişti. 12 Mart rejiminin sola ve devrimci harekete yönelik azgın tasfiye ve sindirme harekâtına karşın, toplumsal muhalefetin ve devrimci sınıf hareketinin yükselişi durdurulamadı. Türkeş sonradan 71-73 yılları arasında yönetimi elinde tutan askeri rejimi yeterince otoriter ve kararlı davranmamakla suçlayacaktı. TİP ve Dev-Genç gibi solun kitlesel örgütlerinin kapatılması, yaygın ve acımasız bir devlet
terörünün estirilerek toplumsal muhalefetin sindirilmeye çalışılması, çok sayıda dergi, gazete ve yayınevinin kapatılması, devrimci gençliğin önderlerinden Mahir Çayan ve 10 yoldaşının Kızıldere’de, Sinan Cemgil ve Kadir Manga’nın Nurhak’ta, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın darağacında katledilmesi, on binlerce insanın gözaltına alınarak işkencelerden geçirilmesi, faşist MHP’ye yetmemişti. İsteğine ulaşması için ise 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesini beklemesi gerekecekti.
Faşist terör yükselişe geçiyor
MHP öncülüğündeki ülkücü-faşist hareket 12 Mart muhtırası ile kısa bir süre kabuğuna çekilse de sonrasında yoluna devam etti. Çünkü mücadeleci bir işçi hareketinin varlığı ve toplumsal muhalefet dalgasının yükselmeye devam etmesi, burjuva devletin faşist sopaya olan ihtiyacını daha da arttırıyordu. MC (Milli Cephe) hükümetlerinin kurulmasıyla birlikte MHP, paramiliter sokak gücü kimliğinden hükümet ortaklığına terfi etmişti. Bu MHP için önemli bir deneyimdi.
MC hükümetleri döneminde faşist hareket, devlet ve toplum içindeki etkinliğini arttırmış ve siyasi alanda da ciddi bir güç haline gelmiştir. Özellikle Demirel liderliğindeki AP’nin (Adalet Partisi) bunda payı büyüktür. Sermayenin has adamı Demirel, MHP’nin hamiliğini üstlenmiş,izlediği siyasetle ülkücü-faşist kadroların hareket alanlarını kolaylaştıracak ve faşist terörü perdeleyecek bir yönelim içerisinde olmuştur. AP’nin MHP ile girdiği bu kirli ittifakın niteliği, burjuvazinin MHP’ye biçtiği rolün de somut bir ifadesidir. Açıkçası burjuvazi, MHP’den sonuna kadar faydalanmakla beraber onun tek başına iktidara gelmesini de istemiyordu.Bu yüzden de bir yandan onu koruyup kollarken öte yandan da yularını elinden bırakmamaya ve kontrol altında tutmaya çalışıyordu.
1975-78 yılları arasındaki bu süreçte yoğun bir biçimde devlet aygıtı içinde kadrolaşmaya başlayan MHP, iktidar olanaklarını iyi değerlendirerek hem sağ seçmen üzerinde önemli bir meşruiyet elde etti hem de faşist terörün dozunu arttırarak, karşı-devrimin sahne önündeki vurucu gücü konumuna geldi. Bu süreç kimi zaman (profesyonellik gerektiği ölçüde) doğrudan kontr-gerillanın, kimi zaman da sonuçta yine bunun uzantısı olan sivil MHP unsurlarının gerçekleştirdiği saldırılarla karakterize oldu. MHP’nin temel stratejisi, özellikle taşra kentlerinde baskı ve terör yoluyla siyasi hegemonya kurmak, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde zaten mevcut olan gerilimi Anadolu’ya da yaymaktı. Bu amaçla Ülkü Ocakları Derneğinin yanında yeni faşist kitle örgütleri kurmaya girişti. Bunlar arasındaÜlkücü İşçiler Derneği, Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği, Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve Ülkücü Polisler Birliği en bilinenleridir. Aynı zamanda TÖB-DER’e ve CHP’ye yönelik saldırılara girişiliyor, solun Anadolu kentlerinde giderek artan etkisi önlenmeye çalışılıyordu.
1976 yılına gelindiğinde ana hedef devrimcilerin etkin olduğu üniversiteler ve okullardı. Ocak ayında İTÜ’de başlayan saldırılar ODTÜ ve Hacettepe’de devam etti. Hatta Hacettepe Üniversitesi geçici olarak ülkücülerce işgal edildi. İzmir’de, Eskişehir’de, Adana’da ve Gaziantep’te ülkücü-faşistler devrimci öğrencilere yönelik pek çok saldırı gerçekleştirdiler.Tüm bu olaylarda polis de ülkücülerle birlikte hareket ediyor, çoğu zaman da devrimcilerin üzerine ateş açarak ülkücülere destek veriyordu. ’76 yılı ortalarından itibaren saldırıların kapsamı genişlemeye, hedef tahtasına devrimci öğrencilerin yanı sıra öncü işçiler ve solcu olduğu bilinen kişiler de alınmaya başlandı. Okulların yanında fabrikalar ve devrimcilerin etkin olduğu mahalleler de çatışma alanı haline gelmişti. Devrimcilerin oturduğu evlere
baskınlar düzenleniyor, işçiler kurşunlanıyor, insanlar sokak ortasında vuruluyordu. Yıl boyunca süren faşist saldırıların sonucunda 100’den fazla devrimci ve solcu hayatını kaybetti.
Kontr-gerillayla iç içe ülkücü-faşist terör, 1977 yılında da olanca hızıyla devam etti. İlk beş ayda 157 kişi ülkücüler tarafından katledildi. CHP’nin seçim konvoylarına ve toplantılarına sayısız baskın düzenlendi, hatta Ecevit’in de içinde olduğu seçim otobüsü tarandı. İş, İzmir havalimanında Ecevit’e suikast düzenlenmesine kadar vardırıldı. Suikast ile aynı gün İstanbul’un farklı yerlerinde bombalama eylemleri düzenlendi. Ancak provokasyonların en büyüğü 1 Mayıs 1977’de gerçekleştirilecekti. DİSK’in öncülüğünde düzenlenen ve 500 bine yakın insanın katıldığı mitingin sonuna doğru kitlenin üzerine yaylım ateşi açıldı, bombalar patladı, çıkan kargaşada ve açılan ateş sonucu 37 işçi hayatını kaybetti. Olayın, ülkücü-faşist kadrolardan ve Özel Harp Dairesinden seçilerek oluşturulmuş ekiplerce gerçekleştirildiği ve bizzat CIA’nın da işin içinde olduğu, saldırının burjuva devlet aygıtının en tepesinde bulunan cumhurbaşkanı ve genelkurmayın da bilgisi dahilinde yapıldığı sonradan anlaşılacaktı.[4]
Önü alınamaz bir şekilde yükselen devrimci sınıf hareketinin temsilcisi olarak görülen DİSK ve ona bağlı işyerleri de MHP’nin başlıca hedefleri arasındaydı. İsdemir, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Tariş, Ataş ve Aliağa rafinerileri, Erdemir ve Ant-Birlik gibi büyük işletmelerin hepsinde devrimci-solcu işçilerle ülkücü-faşistler arasında çatışmalar yaşandı.Grevlere ve sendika binalarına yönelik çok sayıda saldırı düzenlendi, işçilerin bindiği servis otobüsleri otomatik silahlarla tarandı. Grev kırıcılığında yaygın bir şekilde kullanılan ülkücüler işadamlarından ciddi yardımlar görüyorlardı. DİSK’le giriştiği amansız mücadelede MESS için ülkücülerin özel bir yeri vardı. Bu ilişkileri sağlayan kişi ise Turgut Özal’dı. Özal,MESS üyesi işadamlarından (Halit Narin, Vehbi Koç, Sakıp Sabancı vb.) para toplayarak bunları Türkeş’e bizzat iletiyor, siyasi açıdan da MHP’ye yakın duruyordu.Böylelikle 1977 yılının sonlarına gelindiğinde, Türkiye artık yeni bir dönemece giriyordu. 12 Eylül 1980’e kadar sürecek olan bu dönemde siyasetteki tüm güçler uçlara doğru kayıyor,toplumda tam anlamıyla bir saflaşma yaşanıyordu. Geçen her gün, içine sığan olayların yoğunluğu, hızı ve zamanın temposu nedeniyle adeta birkaç yıl gibi yaşanıyordu. Kısacası Türkiye’de devrimci bir durum söz konusuydu. Yıllardır bu tehlikeye karşı hazırlanan burjuvazi, ordusuyla, polisiyle ve faşist örgütleriyle devrimci harekete yükleniyor ve onu boğmaya çalışıyordu. Ülkücü-faşistler solun varolduğu her yerde onların karşısına çıkıyor,çoğu durumda sayıca az olmalarına karşın devletin kolluk kuvvetlerinin de desteğiyle ve tamamen terör-şiddet yöntemleriyle denetimi ele geçirmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla ’78 yılını karşı-devrimci terörün hız kazandığı bir dönemeç noktası olarak tespit etmek yanlış olmaz. Devrimci ve solcu insanlara yönelik siyasi cinayetlerin alabildiğine arttığı, toplu
katliamların ve vahşi bir terör dalgasının her yanı sardığı bu sürecin iki çıkışı vardı; devrim
ya da karşı-devrim.
1977 Aralığında CHP’nin bir gensoruyla 2. MC hükümetini devirmeyi başarması, aynı zamanda MC hükümetlerinin toplumsal muhalefeti bastırmadaki yetersizliğinin de bir kanıtıydı. Ecevit bu kez hükümeti kurdu, fakat ne onun devrimci hareketi yolundan saptırmaya çalışan ve kitlelere yalancı umutlar dağıtan sahte “sol” söylemi, ne de burjuvadevleti arkasına almış olan ülkücü-faşist hareketin saldırganlığı, toplumun en derinlerinden gelen bu kabarışı bastırmaya yetecekti. Bunun başarılması için çok daha fazlası gerekiyordu. Burjuvazinin kontr-gerilla örgütüyle birlikte hazırladığı iç savaş stratejisinin bir uygulayıcısı olan MHP’nin ilk eldeki amacı, ülkede genel bir sıkıyönetim ilan edilmesi ve böylece daha otoriter bir rejime giden ilk adımın atılmasıydı. MHP, bu amacına uygun olarak dozunu arttırdığı faşist terörü ülke geneline yaymaya çalışacak, hedef gözetmeyen yahut sıradan insanları da hedef tahtasına oturtan eylemlere ağırlık verecek, en önemlisi de kitle katliamlarına girişecekti. Böylece parlamenter rejimin tıkanacağını ve kendisinin de iktidar ortağı olduğu faşist bir rejimin kurulacağını düşünüyordu.
Açılış 1978’de 16 Mart katliamı ile yapıldı. Beyazıt’ta üniversite çıkışında devrimci öğrencilerin üzerine bomba atıldı. Olay yerinden kaçışan öğrencilere de polis tarafından yaylım ateşi açıldı. 7 kişi öldü, 100’den fazla insan yaralandı. Üç gün sonra “başbuğ” Türkeş İzmir’de yaptığı konuşmasında “büyük yürüyüş”ü başlattığını ilan etti. [5] Bu açıklamanın ardından Malatya, Adıyaman, Maraş, Tokat, Muş, Elazığ, Erzurum, Iğdır ve Urfa gibi birçok orta ve doğu Anadolu kentinde Alevilere ve solculara yönelik saldırılar gerçekleştirildi. Özellikle Alevi ve Sünni nüfusun iç içe yaşadığı yerlerde bu ayrım körükleniyor, Sünni kesim “Alevi-komünistlere karşı cihada” çağrılıyordu. 17 Nisanda Malatya’nın sağcı belediye
başkanı, (sonradan anlaşılacağı üzere, ülkücüler tarafından gönderilen) bombalı bir paketin patlatılması neticesinde öldürüldü. Kentte oluşan gerginlikten faydalanan ülkücü-faşistler muhafazakar halkı kışkırttılar ve solculara-Alevilere ait ev ve işyerleri tahrip edilmeye,yakılıp yıkılmaya başlandı. Gerici-faşist güruh, karşısına çıkan “Alevi-komünistleri” linç ediyor, kimisini de oracıkta öldürüyordu.
Ağustos ayında Ankara Balgat’ta devrimcilerin gittiği dört kahvehane ardı ardına tarandı,Mamak’ta bir belediye otobüsü aynı şekilde otomatik silahlarla yaylım ateşine tutuldu. Eylül ayında bu kez Sivas’ta “komünistler camiyi bombaladı” diyerek yapılan provokasyon sonucu,birçok Alevi-solcu insanın hayatını kaybettiği saldırılar düzenlendi. Saldırılar gittikçe profesyonelleşiyor ve planlı hale geliyor, çevre illerden getirilen ülkücü-faşistlerle takviyeler yapılıyor, hatta polisten ve ordudan destek alınarak silah ve cephane önceden temin ediliyordu. 9 Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de TİP üyesi 7 genç, telle boğularak hunharca katledildi. Eylemi, 16 Mart katliamını da yöneten ÜGD genel başkan yardımcısı
Abdullah Çatlı bizzat organize etmişti. Katliamda, “İdi Amin” lakaplı faşist katil Haluk Kırcı ve birçok başka ülkücü-faşist de yer almıştı. Eylem sonrası yakalanan ve suçunu itiraf eden Haluk Kırcı’nın bir gün sonra, Abdullah Çatlı’nın ise ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılması ve yakalanamayan diğer katillerin daha sonra da pek çok cinayette tetikçilik yapmaları ise, devletin bu faşist saldırılardaki suç ortaklığının kanıtlarından biriydi. Faşist MHP’nin burjuva devletin iç savaş aygıtıyla işbirliği içinde yürüttüğü katliam ve
provokasyonların ardı arkası kesilmiyordu. Sıradan insanların da hedef haline getirilmesi ve her gün onlarca insanın hayatını bu saldırılarda kaybetmesi, toplumda can güvenliği sorununun yakıcı biçimde hissedilmesine yol açmış ve kitlelerde biran önce düzenin sağlanması isteğini uyandırmıştı. MHP sürekli olarak hükümetteki CHP’yi suçluyor ve sıkıyönetim ilan edilmesi yönünde çağrılarda bulunuyordu. Böylece parlamenter rejimin “anarşi ve terörü” önleyemediğini göstererek faşist rejimi kaçınılmaz hale getirmeye uğraşıyordu. Burada tamamını sayamayacağımız kadar çok saldırı ve provokasyon gerçekleştiren MHP’nin “ölüm listesi” gittikçe genişliyor, birçok ilerici-demokrat aydın ve tanınmış kişi de faşist terörden nasibini alıyordu. Bu arada AP de, MHP ile girdiği kirli ittifak çerçevesinde, “Kars kalesine oraklı-çekiçli kızıl bayrak çekildiği” söylentisini vesile ederek tüm ülkede “bayrak mitingleri” başlatmıştı. Bu kampanya, MHP’nin elini oldukça rahatlattı ve faşist söylemin kitlelerde yankı bulmasını kolaylaştırdı. Yıl boyunca 23 ilde gerici ayaklanmalar yaşandı ve toplam 1072 insan hayatını kaybetti.
Ancak MHP’yi amacına ulaştıran ve terör dalgasının zirvesini oluşturan eylem, 19 Aralık 1978’de gerçekleştirilecek olan Maraş katliamıydı. Sovyet aleyhtarı bir filmin oynadığı sinema salonu ülkücü-faşistlerce bombalandı ve galeyana getirilen kalabalık sloganlar eşliğinde, Alevilerin ve solcuların yaşadığı semtlere doğru yürüyüşe geçti. Saldırılar ve çatışmalar kısa sürede tüm kente yayıldı. Faşist ve gerici güruh, kadın, çoluk-çocukdemeden insanları öldürmeye, diri diri yakmaya, ırza geçmeye, baltalarla ve satırlarla parçalamaya başladılar. Hastaneler bile kuşatılarak yaralılar öldürülüyor, insanların toplu halde bulunduğu mekânlar ateşe verilerek, otomatik silahlarla taranıyordu. Vali sokağa çıkma yasağı ilan etmesine rağmen saldırgan güruh durmadı. Polis olaya seyirci kalıyor, askerler ise kışlalarından çıkmıyordu. 5 gün süren katliam sırasında 200’ün üstünde insan katledildi, 500’ü aşkın kişi de yaralandı. Maraş katliamı, Nazi vahşetini bile aratmayan yöntemlerle üç yaşındaki çocukları gözünü kırpmadan öldüren, hamile kadın ve yaşlıları bile satırlarla doğrayan, İslamın şartlarını sayamayanları üzerlerine benzin dökerek yakan faşist barbarlığın nasıl kanlı bir provokasyonun parçası olduğunu apaçık göstermiştir. Son derece kasıtlı ve (CIA, MİT ve Özel Harp Dairesi ile birlikte) önceden tasarlanmış bir plana göre
yürütülen bu katliam sonucunda faşist MHP amacına ulaşmış ve Ecevit hükümeti 13 ilde sıkıyönetim ilan etmiştir.
Ne var ki, beklentilerinin aksine sıkıyönetimin ilanı faşist güçleri tatmin etmedi. Faşist terör ve kıyımlar ülkeyi bir cehenneme çevirse de, devrimci güçlerin anti-faşist direnişi daha da büyümüş ve özellikle Maraş katliamı sonrasında kitlelerde MHP’ye karşı ciddi bir tepki oluşmuştu. Öte yandan MHP, Demirel’in 1979’da kurduğu azınlık hükümetine (3. MC olarak anılacaktı) dışarıdan verdiği desteğe rağmen burjuvazinin kendisini bir iktidar alternatifi olarak görmediğini iyiden iyiye hissetmeye başlamıştı. Bu durumda MHP açısından iktidara gelmenin tek yolu kalıyordu, o da “yetki ve sorumluluğun askeri yönetime devredileceği” bir darbe yoluyla iktidara ortak olmaktı. Ordunun işbaşına gelmesi için en çok çaba sarfeden kendisi olduğundan, böylesi bir faşist rejimin hayata geçmesi halinde MHP’ye ortaklık teklif edileceğine dair parti içinde güçlü bir inanç besleniyordu. Bu yüzden MHP yönetimi, biryandan ordu içindeki MHP yanlısı subaylarla (başta General Nurettin Ersin olmak üzere)ilişkileri sağlamlaştırmaya ağırlık verirken diğer yandan da sıkıyönetimin bile yetersiz kaldığı hissiyatını uyandıracak kör bir terör dalgasıyla toplumu altüst etmeye yönelik faaliyetlere girişecekti.
1979 yılı içinde de birçok faşist saldırı yaşandı. Bunlar arasında hafızalara kazınan birisi Ankara Piyangotepe katliamıydı. 16 Mayıs 1979 gecesi, Piyangotepe semtinde ülkücüler solcuların gittiği bir kahveyi tarayarak 7 kişiyi öldürmüş ve 10 kişiyi yaralamışlardı. Faşist terör, şiddetini arttırarak 1980 yılında da yükselişini sürdürdü. Faşistler kaçırdıkları devrimcileri naylon iplerle, tellerle boğarak insanlık dışı işkencelerle öldürüyor, tecavüz ediyor, cesetlerini çuvallara koyup boş arazilere bırakıyorlardı. Özellikle ülkücü hareketin önemli liderlerinden Gün Sazak’ın öldürülmesi üzerine tüm ülkede kanlı saldırılar, gerici ayaklanmalar, boykotlar düzenlendi. Ülkücü-faşist kadroların giriştikleri şiddet eylemleri,MHP liderliğinin bile kontrolünden çıkmış durumdaydı. Temmuz ayında Fatsa’da ve Çorum’da ülkücü-faşistler devletin kolluk güçleriyle birlikte devrimcilere karşı yine işbaşındaydılar. Milletvekillerinden profesörlere, gazetecilerden cumhuriyet savcılarına kadar pek çok kişi suikastlar sonucu öldürüldü. Kurbanlardan birisi de DİSK genel başkanı Kemal Türkler’di. Türkiye işçi hareketinin önderlerinden Kemal Türkler, 20 Temmuz 1980’de uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. İstanbul’da düzenlenen cenaze törenine 1 milyona yakın insan katıldı. Türkler’in ve daha pek çok faşizm kurbanının ölüm emrini ise bizzat “başbuğ” Türkeş vermişti. Sonuç olarak 1970-80 arası dönemde, devrimcilerden, solculardan ve öncü işçilerden oluşan 4000’den fazla insan faşist terörün kurbanı oldu. MHP, bu on yıllık süre içerisinde etkisi altına aldığı küçük-burjuva ve lümpen kesimleri örgütleyip askerileştirmiş, burjuva düzenin kontr-gerilla gibi gizli güçleriyle işbirliği içinde, işçi sınıfının militan grevlerini kırmak, önde gelen temsilcilerine saldırılar düzenlemek ve genelde pek çok devrimciyi öldürmek üzere harekete geçirmiş ve bu anlamda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmişti. Devrimci hareket açısından bilânço ağırdı. Faşist terörün tırmandırdığı siyasal ve toplumsal gerilim,kriz içindeki burjuvazinin istediği biçimde bir askeri-faşist darbe için gerekli ortamı hazırlamıştı. Nihayet 12 Eylül 1980 günü ordu faşist darbeyi gerçekleştirerek, MHP’yi de dışlayan bir askeri-faşist diktatörlüğü bizzat kurdu.